Arkadaşım, Sırdaşım

Görsel Sanatlar

Uzun ve yorucu bir kara tren yolculuğunun yorgunluğu, sarsıntısı mide bulantıları içinde bıraksa da İstanbul’a gelmenin kaygılar dolu heyecanını yaşamaya başladılar, birbirlerine hissettirmeden. Trenden indikten sonra göz ucuyla herkesin koşturusunu izlerken bir yandan da karmakarışık duygularını dengelemek, biraz soluklanmak ve etrafı kolaçan etmek için peronda beş on dakika oyalandılar, birbirlerinin yanından ayrılmadan. Sonra herkesin akın akın gittiği yöne doğru hareketlendiler. Peronların sonundaki kapalı büyük salona girip sağı solu incelemeye başladılar merakla. Duvardaki büyük saatten, saatin daha sabahın 8.00’i olduğunu gördüler ve içleri rahatladı; okula gitmeleri için yeterli zamanları vardı, bu nedenle bütün heyecanlarına rağmen grupla birlikte olmanın ortak güveni ile zamanımız çok dediler birbirlerine.

Bir süre önce trenden inen 7 genç, kiminin ellerindeki tahta bavul, kiminin bez torba ve çıkınları ile Haydarpaşa Garının büyük kapısından çıkıp boğaza doğru mermer merdivenlerin başında durdular. Karşılarında kocaman bir deniz; vapurlar, kayıklar, motorlar, insanlar üstüne insanlar. Bouuu, bouuu sesleri çıkararak puslar içinde de olsa uzaklara kadar giden, gelen vapurlar. Tüm vücutlarında, yüzlerinde ve tavırlarında, ürperti, şaşkınlık. Tipik bir İstanbul sendromu. Deniz tutması, otobüs tutması gibi bir şey. İstanbul tutması.    İstanbul denen bilinmezler, gizler diyarı, masalsı kent. Kafalarda, beyinlerde, bin bir soru yığını içinde bu kente adım atmanın yürek çarpıntıları. Bir yandan da İstanbul denen bambaşka bir dünyanın yeni bireylerinin ilk izlenimleri.  Etraflarında herkes sağa, sola vapura koşuşturma içinde; bir yarış, bir yerlere ulaşma koşusu. Bir kenara çekildiler, ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını, belki de nasıl kaybolmayacaklarını konuşmak için. Karşılaştıkları her yeni karmaşık durumda hep bunu yaptılar buraya gelinceye kadar. Hepsinin kulaklarında “Trende, yolda belde, İstanbul’a indiğinizde birbirinizden katiyen ayrılmayacaksınız, Tuvalete bile sıra ile girecek, biriniz kapıda bekleyeceksiniz. Gözleriniz daima birbirinizin üzerinde olacak. Ziya’dan habersiz hiçbir şey yapmayacaksınız. Çatallı iğne ile iç çamaşırınıza tutturulan kağıt paraların dışındaki paralarınızı değişik ceplerinize taksim edecek,  hepsini birden çıkarmayacaksınız. Abur cubur yemeyeceksiniz, mecbur kalmayınca para harcamayacaksınız. Okula gider gitmez, biz okula geldik, diye haber yollayacaksınız. Sınavlarda canavar gibi çalışacaksınız, okulunuzun yüzünü kara çıkarmayacaksınız” gibi uyarı sözleri, tembihleri idarecilerinin, öğretmenlerinin ve ağabeylerinin.

Hiç kuşkusuz “Deniz buymuş demek” diye geçiriyor gençlerin hepsi de içlerinden. “Beyşehir Gölü de deniz diye bilinir bizim memlekette” diyor biri. “Bu bambaşka bir deniz görmüyon mu, lee” diyor, içlerinden bir diğeri. Ziya, ellerine verilen kağıtlardaki yol tarifine göre ne yapacaklarını kontrol ediyor. Bir süre daha ortalığın tenhalaşması bekleniyor. Bu kalabalıkta itiş kakış içinde kaybolmak da var. Tarife göre onlar da bu koşturanlar gibi vapura binecekler ve onun götürdüğü yere kadar gidecekler. Merdivenlerde bekleme süresi  boyunca  koşturu içindeki herkesin yaptığı izleniyor, öğrenme taklitle başlar dedikleri gibi. Onların  yaptıkları taklit ediliyor, jeton alınıyor, tıkır tıkır madeni sesler çıkaran turnikeye giriliyor itiş kakış. Birbirini kaybetme korkusu içinde aynı turnikeye iki kişi girmeye çalışıyor, sıkışıyor, gişedeki görevlinin azarları arasında. Vapur için bekleme salonuna giriliyor. Vapurun biri gitmiş, öteki gelecek. Karınları aç; sabahın erken saatinde trenden inildiğinden. Oradaki tablalı simitçiden birer simit alınıyor. Hatta “yarımşar mı yesek” tartışmaları içinde. Sıkış, tıkış insan kalabalığının beklediği kapıda,  kimsenin kimseyle konuşmadığı, herkesin yüzünden düşenin bin parça olduğu;  birbirine yabancı  insanlar arasında bir yer edinilip, yedi kişilik bir küçük küme oluşturuluyor. Neredeyse birbirlerinin ellerinden, ceketlerin eteklerinden  tutacak bir küme.

Az sonra bir vapur homurtular içinde yanaşıyor, herkesin beklediği büyük kapının önündeki  iskeleye. Gene bir telaş başlıyor insanlarda. Neredeyse herkesin önündeki insanların üzerinden atlayacakmış gibi  bir telaş.  Kalın urganlar atılıyor,  acele içinde oradan buradan atlayanlar, Nasıl bir koşturmaca. Vapurun çarpması ile içinde bulundukları bina sallanıyor, çatırtılar çıkararak. Bunlar korkuyor ama kendilerinden başka kimsenin aldırmadığını da görüyorlar bir yandan.  Herkesin neredeyse abandığı  geniş camlı, sürgülü kapı açılıyor bir itiş kakış içinde,  tahta iskele kırıldı kırılacak.  Hemen kenarda ilk buldukları sıralara oturuveriyor yedi genç. Vapurun  uç kısmına doğru.   Ayaklarını uzatsalar suya değecek. Yüzlerine gözlerine sıçradığı da oluyor suların. Vapur hareket ediyor, köpükler homurtular içinde. Vapurun kaburga kemikleri çıtırdıyor sağa sola sürtündükçe. Sular yarılmaya, vapur ilerlemeye başlıyor. Bir “oh” çekiyor gençler. Buraya kadar problemsiz gelebildikleri için. İstanbul macerasındaki etaplardan birini, ikisini sağlıkla, kaybolmadan, başlarına bir şey gelmeden atlatabildikleri için.

Biraz soluklandıktan hemen sonra   yeni hayatın soruları başlıyor beyinlerinde: Denize bakarak hayal kurma aşamasına gelemeden. Ya bundan sonrası? “Bundan sonrasında neler yaşanacak, neler bekliyor acaba bizleri” kaygısı ister istemez. Birbirlerine söylemeden, belki de hepsinin ortak kaygısı az ya da çok. Bazılarının üşümeleri başlıyor esintilerden. Yorgunluk, açlık, iki gündür yeterli uykuyu alamama dirençlerini kırıyor besbelli. Yedikleri bir simitle ne olacak ki. Pencerelerden içeri bakıyorlar. Kendileri gibi az sayıda insan dışında herkes içerilerde, kapalı yerlerde oturuyorlar. Biz de girsek mi düşünceleri, gruptan kopma korkusu içinde kaybolup gidiyor. ''Soğuk olsun ama kaybolmayalım'' diyor Ziya.  Çok üşüyenler en azından kafalarını birbirlerinin siperine getirmeye çalışıyorlar çaresiz. Ne kadar zaman geçtiğini anlayamıyorlar, iç ve dış seslerinden. Ne de olsa tedirginliklerinden ve kaygılarından. Yanlarından gelip geçen motorları, vapurları, boğazı, İstanbul silüetini, sonradan öğrendikleri Topkapı yarımadasını izlemekten. 
Vapur yine homurtularını artırıyor, sert sallamalar yapıyor bir yandan. İtiş kakış başlıyor yan taraflarında yeniden. Gıcırtılar arasında vapurdan inilmeye başlanıyor. “Biraz bekleyelim” diyor Ziya, “sonra inelim”.  Daha çok kendileri gibi İstanbul’un yenileri oldukları yüzlerinden, hareketlerinden hemen okunuverenlerle, yaşlılar sona  kalmaya başlayınca iniliyor, yine hep birlikte. Ziya birilerine soruyor: “Burası  Karaköy imiş” diyor. Bizim tarifte Eminönü var. Yine sorular. Kocaman bir köprü. Köprüden karşıya yürünecekmiş, orası imiş Eminönü. Elde eşyalarla biraz yürünüyor, solda başlayan köprünün alt bölümleri kalabalık bulunarak üst yoldan gidilmeye karar veriliyor. Kenardaki balıkçılar, balık ekmekçiler ha bire bağırıyorlar, avaz avaz sabahın bu saatlerinde. Serin bir esinti, yorgun, genç bedenleri okşuyor. Kalabalık bir insan seli bir o yana bir bu yana. Karşıda koskoca bir cami. Üst üste yığılı binalar, binalar. Deniz de kıvır kıvır dolu; vapurlar, vapur düdükleri, küçüklü büyüklü deniz motorları. Kitaplarda görülen Galata Köprüsü üzerinde yürümenin tadı. Ama şu an üzerinde yaşanan gerçek bir İstanbul  manzarası. Denizi ile, esintisi ile, tarih dolu manzarası ile. Tam ortasında durup köprünün; önlerini, arkalarını, sağı solu incelemeye başlıyor yedi genç ortak bir kararmış gibi. Hem yorulduklarından, hem Haliç’i boydan boya görebildiklerinden. Hem iki yakadaki yapıları, kuleleri, camileri. Balık tutmak için hazırlık yapanlar ilgilerini çekiyor bir yandan.   Kovalardaki  balıkçıklara acıyarak bakıyor içlerinden biri. “Ya bunlar yavru balıksa. Yazık değil mi?”  “Hadi devam edelim” diyor Ziya. İpin ucunu kaçırmak istemiyor. Manzaranın çekiciliği, balıklar, seyyar satıcılar derken  zaman hızla ilerliyor.  Köprünün sonuna geliniyor: Burası Eminönü bize verilen tarife göre. Otobüs durakları aranıyor. 84 Numara mı ne? Eminönü/Topkapı otobüs durağı ve otobüsü aranıyor el ele, dirsek dirseğe. Otobüs bulunuyor. Eminünü Camiinin ön kısmındaki alanda. Ayrı bir sevinç. Biletçi var içeride girişte. Herkes biletini ayrı ayrı alıyor. En öndeki insanları yani İstanbullu olanları kopya çekerek. Onlar ne yaparsa onu yapmaya çalışarak.  Sabah kalabalığı yerlerine ulaştığından ve ilk durak olduğu için otobüs tenha. Oturmalı mı oturmamalı mı tereddüdü yaşanıyor grup içinde. Ya birileri bir şey söylerse,  ya yerler ayrı ayrı olduğu için inerken birbirlerini kaybederlerse korkusu. Bir bölümü oturuyor, bir bölümü onların başında duruyor. Biletçi duraklara gelindiğinde bağırıyor, “Sirkeci,  Gülhane, Sultanahmet, Cağaloğlu, Laleli, Aksaray, Fındıkzade, Çapa. Buraya kadar kim bilir kaç kez soruldu, sağa-sola-biletçiye ''Çapa’ya ne kadar kaldı'' diye.  Bir telaş içinde Çapa’da iniliyor. Durağın hemen ardında kocaman tarihi bir bina. Otobüsten iner inmez insanı karşılayan, süslemeli, görkemli mi görkemli, saray gibi.  Onların aradığı okul binası bu olabilir mi acaba? Nevruze Öğretmenin, İsa Başlığolu öğretmenin  anlattığı İstanbul'un en güzel okulu bu mu ki?   Duraktakilere soruluyor adres: Sorulan insanların şaşırarak, gülümseme ile gösterdikleri  bina işte bu bina, aranan yer.  Etrafta benzeri olmayan bir okul.  rüyalarımıza giren bina bu. İşte bu bina gece gündüz ''Çapa Çapa'' diye sayıklanan. İşte bu bina Türkiye’deki Öğretmen Okullarında okuyanların adını mutlaka bildiği, hakkında ne öyküler, hatta ne masallar uydurduğu. Efsane okul.

Mermer merdivenlerle çıkılan geniş, yüksek, görkemli ana kapıdan ürkek ürkek girdi bu yedi genç içeri. Ellerinde tahta bavulları, torba çıkınları, yüreklerinde çarpıntı ve bin bir kuşku, kaygı, ürküntü beyinlerinde. Kocaman süslü iki ayna, iki yan duvarda. Her iki aynadan önce iki yanda, iki büyük kapı. Tam karşıda ortada Atatürk Büstü ve onun iki yanından kavisle yukarı çıkan merdivenler. Aynalardan sonra sola ve sağa giden iki büyük, geniş, yüksek tavanlı koridor. Bu yüksek tavanlar, büyük kapılar ortasında büzüşüp kalan yedi genç. Binanın, görkemin  büyülediği. Anlıyor durumu, oradaki gençlerden biri. Belli ki bu aşamaları yaşamış daha önce. Sağdaki kapıyı vuruyor, “hocam yeni öğrenciler geldi'' diyor içeride birine. Gözlüklü, yaşlıca bir bey çıkıyor dışarıya, sevecen ve babacan bir tavırla ; “Nereden geldiniz, hoş geldiniz,  gelin bakayım buraya” . Tahta bavulları, torbaları, bohçaları, çıkınları dışarıda bıraktırıyor. Herkesin aklı eşyalarında; tedirgin. Ziya anlatıyor, en kıdemlisi, o grubun. Ailesinde öğretmen olanlar var. Daha bilgili bazı konularda. Onun için grup ona emanet.

Hoca hepsinin  adını yazıyor, ellerindeki resmi evrakları, geldikleri okulun yazılarını alıyor, İsim listesinden karşılaştırmalar yapıyor. Sonra   birilerini çağırıyor, “gençleri yatakhaneye çıkar, yataklarını hazırlayın, temizlensinler, yemekhaneyi gösterin. Okulu gezdirin.” Görevliler önde, gençler arkada sol koridorda ilerliyorlar, solda-sağda sıralı derslikler var belli. Kalabalıklar. Girenler çıkanlar. Uzun koridorun sonundan bir üst kata, onun da bir üst katına çıkılıyor. Koridorlar, yatakhaneler. Ranzalar. Temiz yataklar. Duvar kenarlarında  eşya ve elbise dolapları. Görevliler birilerine sesleniyor, tertemiz çarşaflar getirilip yatakların üzerine konuluyor. Dolaplar gösteriliyor. ''Biz tekrar geliriz'' deyip ayrılıyor görevliler. Öteki odalarda, öteki ranzalarda da başka öğrenciler var, onlar da yataklarını hazırlıyor, bir yandan da kendi aralarında konuşuyorlar. Grup heyecanlı, şaşkın, pırıl pırıl her yer. Ranzalar sağlam, seyrek. Tavanlar yüksek, geniş pencereleri var her odanın. İçlerinden biri yatağın üzerine oturuyor, yumuşacık. Yayları sağlam ki çöküvermiyor. İki-üç gün sınavlar var. Kazanan bu yataklarda yatmaya, bu binada yaşamaya  daha doğrusu bu kentte, “bu dünyanın en güzel şehri” diye kitaplarda yazan İstanbul’da kalmaya devam edecek. Kazanamayan geri dönecek, geldiği okula. Yayları gacır gucur eden yatakhaneye. Musluktan akan suları donan, günlerce ayaz kesen Toros yamaçlarına. Üstüne üstlük alabildiğine üzgün, mahcup. Sınavlarda başarılı olamamaktan, ona olan güveni sarsmaktan, bekleneni yerine getirememekten, okullarını iyi temsil edememekten. Kazananlar yepyeni bir dünyanın öğrencisi. Kim bilir başka nelerin yaşanacağı. İçlerinden hele biri var ki nesi var nesi yoksa yanında getirdi, geri dönmeyeceğim diyerek. Köprüleri atarak geldi, üstelik arkadaşlarına karşı. “Dönmeyeceğim-kazanacağım-kazanmalıyım” dedi içinden. Bunda bahçıvan Mehmet Amcanın “sen gazanamazsan, kimse gazanamaz oolum, gorkma” demesinin güveni de vardı kuşkusuz.
*
Pırıl pırıl masalar. Dörder, beşer kişilik. Koşmaca, kapmaca, kaçırmaca, yağmaca yok. Herkese istediği kadar yemek. Ekmek sepetlerde dilediğince, pamuk gibi. Hamur, çamur ya da yanmış, kavrulmuş değil.  Masadakilerin  çoğu kız. Kaba, nobran erkek egemenliği değil. Ekmeğin büyüğünü, yemeğin çoğunu kapmaya çalışan kimse yok. Herkes kibar, hareketleri kontrollü. Heyecandan, yeni ortamın, cıvıl cıvıl insan sıcaklığının etkisinden ne yiyip, ne içtiklerini anlayamadı yeni gelen arkadaş grubu. İçlerinden bazıları o gece uyuyamadı tertemiz, pufuduk yataklarında: “Ya başarılı olamazsam, ya geri dönersem, ya bu nefis ortamdan mahrum kalırsam.
*
Girişin tam karşısında yer alan Atatürk büstünün iki yanından yukarı çıkan merdivenlerin ulaştığı son katta kocaman bir kapıdan girilen genişçe bir salon. Sınava girenlerin yaşamını, geleceğini belirleyecek  sınav mekanı.
Desen sınavı için kare şeklindeki bu büyükçe  salona, resim atölyesine topladılar bütün adayları. Her taraf boya kokusu; boyalar, resim sehpası, resimler.
Kenarlarda, köşelerde kafası, kolları, ayakları  olmayan gövde heykelleri, rölyefler, büstler. Tam bir resim yapma ortamı. Resmin, sanatın içinde yüzülebilecek bir iklim. Tors denen gövde heykelleri çizimi ödev. Daha başka şeyler de var, onlarla boya ile resim yapmak için. Sınavın başında;  orta boylu, tombul yanaklı, ağzının kenarında bitti bitecek duran, yanıyor mu, sönük mü belli olmayan sigarası ile sert mi, babacan mı olduğu kestirilemeyen bir öğretmen. Öğretmene yardımcı olan üst sınıf öğrenciler, ağabeyler, ablalar. Onlar da öğretmen gibi temiz, bakımlı giysileri içinde güleç yüzleri ve kendilerine güvenli tavırları ile.
Sınava giren öğrenciler birbirleri ile konuşmaktan, birbirlerinin çalışmalarına bakmaktan çekinen tavır içinde. Herkes kendi derdinde, kendi beyni ile hayalleri ile cebelleşmekte kuşkusuz. 

Desen ve boya resmi çalışmaları bitti. Ertesi gün mülakat sınavları var sırada. Herkes birer birer içeri alınıyor, aynı salona. Sınava giren aday, çıkar çıkmaz önceden okula gelen arkadaşları, hemşerileri etrafını sarıyor. Yeni sınava girecekler de onların sorularından ve yanıtlarından kendilerine bir şeyler çıkarmaya çalışıyor. Sınav salonunda bir masa etrafına oturmuş üç dört öğretmen var. Sözlü sınavına giren aday bu öğretmenlerin karşısına oturtuluyor. Nereden geldiği, öğretmenlerinin kimler olduğu, bu güne kadar neler yaptığı veya bundan sonra yapacaklarının, ideallerinin neler olduğu gibi sorular soruluyor, yeri geldikçe ve değişik öğretmenlerce. Daha önce her öğrencinin gönderdiği dosyasından çalışmalarına bakılıyor, öğretmenler tarafından. Onlarla ilgili, tekniklerle ilgili sorular. Yeni deseni ve renkli resmi ile ilgili karşılaştırmalı sorular. Bütün gözlerle iyi bir incelemeden geçiriliyor tepeden tırnağa. 
Sınav bitti bir süre sonra. Herkes sonuçları beklemekte ki geleceğine ilişkin, hayallerine ilişkin ne karar çıkacak merakı. Kimler kazanacak, kimler kaybedecek. Yemekte, yatakhanede konuşmalar cılız, sessiz. Kimsenin canı konuşmak, gülmek, şakalaşmak istemiyor. Oysa sınav öncesi kimilerinin neşesinden, coşkulu konuşmalarından birbirlerini duyamıyordu insanlar, şimdi sessiz. Yüreklerin sesi neredeyse dışarıdan duyulacak.

Sonuçlar açıklanıyor, bir süre sonra. Bir yanda içi coşku ile dolu ama kaybeden arkadaşlarına ayıp olmasın diye, kendini sıkan, frenleyenler; bir yanda kaybedip, geriye nasıl döneceğinin sıkıntısını yaşayanlar. Ortalık yine sessiz, coşku moşku kazananların yüreğinde daha çok ve gülümseyen yüzlerinde ve ışıldayan gözlerinde. O saatlerden itibaren kazanamayanlar ayrılmaya başlıyor, kazananlar okulda yerleşmeye. Sınavın geçici yerleşmesi kalıcı yerleşmeye dönüşmeye; kendine güvenli tavırlar içinde.
*
İşte bunlardan biri, kazananlardan biri, geri dönmeyenlerden biri, geleceğin merdivenlerine sıkı sıkı tutunmaya çalışanlardan biri  de o idi. O böylece,  günlerdir yoğun olarak yaşadığı, somut olarak yaşadığı ama  gerçekte  birkaç yıldır sınırsız hayallerini kurduğu bir yaşamın ilk günlerine başlamanın tarifsiz mutluluğu içinde. Sınavı  kazanan diğer arkadaşları ile birlikte hayatını biçimlendiren güzel günlere başlıyordu İstanbul’da.
İstanbul ve o. Sanat ve o. Öğretmenleri ve o. Arkadaşları ve o. Hepsi birer öykü, hepsi birer hayat okulu. Tarih çok net: Ekim ayının ilk günleri, yıl 1962. 

İlk seçime göre kazananlardan 9 öğrenci resim, 9 öğrenci müzik alanında Hasan Pekmezci, İsa Sevinç, Zeki Şahin, Abdurrahman Kaplan, Nevzat Ekiz, Ali Çetinkaya, Durmuş  Kılınç gibi birkaç isimden oluşan gruba sınıfta kalanlardan resim-müzik karışık bir grubun Murat Kılınç, Hüsnü Kılınç, Nevin, Fevziye Toker gibi arkadaşların eklenmesi ile  15/16 kişilik bir seçkinler sınıfı.
Bir ay geçtikten sonra bir grup öğrenci daha alındı sınavla. Bu kez gelenlerin tümü kız öğrencilerdi. Böylece  geçen yıldan sınıfta kalanlarla birlikte  20 resim 20 müzik grubu öğrencisi olarak 40 kişilik bir sınıf oluştu. Tarihi Çapa binasının girişten sağa dönülen koridorunda, sağdaki ilk sınıfında. Gelecekte her biri alanında bu ülkenin eğitim, kültür ve sanatına imza atacak olan, yurtsever, ideal ve umut yüklü.


*Prof.E.Akademisyen-Sanatçı, Yazar

Yorum

Yavuz Ali Sakarya (doğrulanmamış) Pt, 16 Mayıs 2022 - 22:20

Yürekten yüreğe taşınandır, insandan insana aktarılandır. Yıllar yılları kovalasa da saygıdır, sevgidir, gözünden anlamadır, halden anlamadır, gereğini yapmadır. Edeptir, görgüdür, onurdur, büyüğün küçüğü kucaklamasıdır. Öğretmenin öğrencisine sarılmasıdır. Paylaşımdır, sahiplenmedir. karşılık beklemeden destek çıkmadır. Güzel olanı, yakışanı yaşamaktır, işin özü insan olmak, insan kalmaktır. Muzaffer öğretmen de, Pekmezciler de saygı duyulası güzel örneklerdir. sağlık esenlik dileğiyle.

Necati Yalçın (doğrulanmamış) Pt, 18 Temmuz 2022 - 17:19

Efsane okul, efsane isimler.
Keşke hepsini tanıyabilseydim ama ikisini tanıyorum ve pek severim.
Yüreğine, kalemine sağlık Sevgili Hocam.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.