Duayenlerin Penceresinden: Hanefi Yeter

Görsel Sanatlar
zorbatv

 


Kevser Kartal

 

Hanefi Yeter “Akademide öğrendiğimden çok fazlasını 
Hocam Bedri Rahmi Eyüboğlu ile çalışırken öğrendim.”

Cermodernde açılan Bedri Rahmi Eyüboğlu sergisi kapsamında düzenlenen paneldeki konuşmasından sonra üstat Ümit Yaşar Gözüm’ün önerisiyle Hanefi Yeter sanatı üzerine yoğunlaşmaya başladım. Hem sanat anlayışı ve topluma yaklaşımı hem de birey olma çabasının onun yaşamındaki derinliğine iz düşümler yapmak gerektiğine inandım. Zorlu bir coğrafyada doğup bir dünya sanatçısı olmaya uzanan yolculuğu, Akademi günleri ve hocası Bedri Rahmi Eyüboğlu ile olan diyalogları da işlemeye ayrıca değer bir durum olarak çıktı önüme. İstedim ki, sanatta yakaladığı evrensel çizgi kadar insan olarak da aktaracak çok yönlü birikimlerini paylaşmasını istedim.

Biliyoruz ki, doğduğu coğrafya zor bir coğrafya. Bu zor coğrafyada doğup Avrupa’nın merkezinde kendine bir yer açmak sanırım ondan da zor olmuştur. Sahi nasıl gerçekleştirdi büyük çoğunluğun düşlediği bu serüveni, deneyimlerini gençlerimizle paylaşmasını istediğimde çok yabancı gelmeyen bu soruyu zaman zaman yüzüne kondurduğu tebessüm, özlem ve hüzünle ama daha çok coşkuyla yanıtladı:

zorbatv

“Bana sıkça sorulan bir soru. Kimileri, ben altı yaşında resim yapmaya başladım diye söze  başlarlar. Ben de böyle bir şey yok. Öyle ki, ortaokulda resim dersinden verilen ödevlerimi eniştem çizerdi. Lise de böyle sürüp gitti. Çünkü doğduğum yerde böyle bir şeyle karşılaşmamıştım. Sonra da Adapazarı’nda okudum orada da görmedim. 

Kitaplarda okuduğumuz Rönesans bize o kadar uzaktı ki, hep kitaplarda kalıyordu. Üniversite sıralarına gelince İbrahim Örs ile Adapazarı’nda aynı lisede okuyorduk. Bir gün İbrahim geldi ve biliyor musun Akademi diye bir yer var, orada ressam, heykeltıraş oluyorlarmış dedi. Ben de e oluyorlar da ne yapıyorlar dedim. Oranın imtihanı ayrı oraya da gidelim dedi. Ben de bırak İbrahim, bu yaşa kadar resim görmemişim, ne olduğunu bilmediğim bir şey dedim. 

İbrahim gitti sınavlara girip yedekten akademiyi kazandı. Ben de İktisadi Ticari İlimleri kazandım. İki yüz, üç yüz kişilik bir amfide harala gürele, kavga dövüş gidiyor. Buna bir de hocaların borçlar hukuku, bilmem ne iktisadı dersleri başladığında anladım ki,  bunlar benim ilgimi çekmiyor. Kalacak ev arayışlarımız sürerken bir gün  Akademiye İbrahim’in ziyaretine gittim. Atölyeye bir girdim, yirmi otuz kişi kızlı erkekli ferah ortam, sanki cennet. Boğazın kenarında medeni bir ortamda çok sayıda kız erkek oturmuş müzik dinliyor, sohbet ediyorlar. Çok hoşuma gitti. 

Akademinin çok yakınında tepede bir ev gördüm kiralık yazıyor. Gittim sahibi yaşlı bir kadın, beni görünce sen talebesin galiba, talebeye ev yok dedi. Ben de etmeyin bakın Anadolu’dan geldik, orta yerdeyiz, hatta camide yatıp kalkıyoruz dedim. Kadıncağız çaresizliğimizi görünce, yanına kaç kişi alacaksın onu söyle dedi. Ben de iki kişi daha diyerek anlaşıp eve yerleştik. Tabii ben okula Sultanahmet’e gidiyordum. Bazen de Akademinin kantininde yemek yiyorduk. Derken anladım ki, buraya aitim sınava hazırlanıp girdim, beş kişi kazanmıştık. Ancak iki kişiyi almışlar bizi yedeğe bırakmışlardı. Aynı puanı almamıza rağmen biz dışarda kalmıştık. Niçin dediğimizde kadro yok dediler. Israrla gidip geldik ve hakkımızı aradık. O sırada Sabri Berkel resim bölüm başkanı. Bana git askerliğini yap gel bakarız dedi. Israr ettim, yoksa mahkemeye gideceğiz dedim. Ardından Bedri Rahmi Eyüboğlu ile konuştum. Sonra bir toplantı yaptılar ve bir ay sonra bizi de Akademiye aldılar. Böylece sanat maceramız başlamış oldu.

zorbatv

Her insanın yaşamına dokunan bir el mutlaka vardır: Özellikle genç çağlarımızda içimizdeki coşkuyu ve birikimi yakalayan ve onun kaybolmasına engel olmak için yol gösteren birileri! Hanefi Yeter bu anlamda Akademiyi seçmekle kendi yolunu çizmek için geleceğini de belirlemiş oluyordu. Ancak verdiği karar kadar büyük şans, Akademide Bedri Rahmi Eyüboğlu ile tanışması ve Onun atölyesinde öğrencisi olması. Sonrasındaki gelişmeler ise onun insani yönünün yeni kapılar aralaması. Eyüboğlu ailesiyle dostluğu, hatta evlerine taşınması ve uzun süre duvarları ve odaları sanat eserleriyle dolu bir evde sanatla iç içe yaşamış olmanın geleceğinde izler bırakmaması mümkün değildi. Bu anlayışla hocasının sanatta özgürlük ve özgünlük ilkesi onun da varoluş nedenlerinden birisi olmuş. Merak ettik sizler adına, sahi Hanefi Yeter sanatta özgünlükten ne anlıyor:

“Bana sorarsanız özgünlük her şeyden önce işinin başında olmak demek. Bu sürekli fırça elinde dolaşmak değil. Dünyada neler olup bitiyor, sanat tarihinde kimler neler yapmış ve yapmaya devam ediyor. Ustalara bakacaksın nereden nereye gelmiş. Nelerden etkilenmiş ve kendini bulmuş.

Sanatçı dünyaya bakmasını bilecek ve bu işi yaparken çağının sorumluluğunu da üstlenecek. Falan şöyle yapıyor diye aynı şeyleri yapmamalı. Özellikle bilgisayar çağıyla birlikte ipin ucunun iyice kaçtığına tanık oluyoruz. İnsanlar dünyada yapılan sanata çok kısa zamanda ulaşıyor ve onları taklit etmeye başlıyor. Birisi Güney Amerika’da şunu yapmış güzel ben de yaparım diyerek aynısını taklit ediyor. Bir gün yakalanıyor tabii ki. Dolayısıyla önce kendime sonra birlikte çalıştığımız gençlere söylüyorum önce kendi içinize döneceksiniz. Başka yolu yok sanat yapmanın ve özgün olmanın.”

Çalışmalarını incelerken dikkatimi çeken şey, her esere sanki ruhunu kattığı. Sanat adına insan sormadan yapamıyor Hanefi Yeter resminin özgün bir ruhu olup olmadığını:
“Şöyle söyleyeyim, önce dünyadan kopuk yaşamıyorum. Olup biteni alıp irdeliyorum. Bu beni mutlu ediyor. Sürekli sorguluyorum, düşünüyorum. Mesela bahçede otururken elime fırçayı alıp gördüğüm ağacın resmini yapmıyorum. Ağaç nedir diye kendime soruyorum. O soruya cevaplar bulmaya çalışıyorum. Elbette ki, cevabım resimsel olacak. Araştırıyorum, nedir, hangi iklimin ve toprağın eseridir diye araştırıp, kendi fikri zeminimi oluşturuyorum. Ya da aşk, sevgi, yaşadığımız çağın sorunları, bütün bunlarla ilgileniyorum. Bunlara kayıtsız kalmıyorum. Mesela Almanya’ya gittiğimde baktım çok sayıda Türk var. Onların sorunlarının aynısını yaşarken kayıtsız kalmadım, kalamazdım.” 

zorbatv

Sanatçı çağının tanığı olmalıdır diyor Bedri Rahmi Eyüboğlu. Sanat ve de düşünce tarihi bir sıkışmışlığın yansıması olarak çıkıyor karşımıza. Skolastik Çağda kilisenin emrinde olan sanat, sonra ki, yüz yıllarda tam da özgürlüğünü ilan etti derken bu defa ideolojilerin esiri oluyor. Bu anlamda sanırım geçtiğimiz yüz yılı kasıp kavuran sosyalizmin farklı toplumlardaki biçemleri bunun en kötü örneklerinden. Oldukça yetkin sanatçılar inanmadıkları halde ideolojik eser üretmek durumunda kaldı ya da serüvenin bir parçası oldular. 

İdeolojilerin sınırları vardır. Oysa biliyoruz ki, sanat sınır tanımaz ve sınırlar ötesidir düşünce gibi! Bir de kendi toplumuna, içine doğduğu kültüre bigâne/yabancı kalanlar var ki, hallerine ağlayalım mı gülelim mi! Bedri Rahmi Eyüboğlu üstat sanatçı köken kültürden beslenmeli diyerek bunlara en yerinde cevabı vermiş oluyor. Ama Hanefi Yeter bundan neyi anlıyor ve ne anlamak gerektiğini düşünüyor.
“Hoca bunu söylerken ekmek yediğin, büyüdüğün yere bakacak, kendi kültüründe neler olup bittiğini bileceksin. Önce kendi kapısının önünü süpürmeyi bilmeli sanatçı, bunu bilmezse, hayranlık duyduğu kültürden git önce kendi kültürünü öğren yani kendi kapının önünü süpür diye bir tavırla, tepkiyle karşılaşır. Hoca sanat yolculuğunda yerelden evrensele gidileceğini vurgulardı, evrenselden yerele gelemezsin demektir bu. 
Türk resim ve heykel sanatında benim takıldığım bir şey var. Bizim sanatımızın geride bıraktığımız yüz yılına baktığımızda başlangıçta asker ressamlar, sonrasında da bürokrat sanatçılar vardır. Böyle olunca akademik kadrodaki hocalarda bu içeriğe bağlı kalıp, konuları belirlediği için, toplumsal ve sosyal konulara neredeyse hiç değinmemişlerdir. Manzaralar, natürmortlar vb. Hiç kimse kapının önünde simit satan adamı görmek istememiş. Ama oturup falanca kitapta filanca sanatçı şunu yapmış ben de yapayım diyerek yol almış. Bu akademik eğitimden kaynaklanan büyük sorunlardan birisidir.

Hocaların, Avrupa’yı görüp özellikle de Fransa’yı buraya taşımalarından kaynaklanan eklektik bir akım oluşmuştur. Akademide hocaların büyük bölümü Avrupa Avrupa diyorlardı ama bunu söyleyenlerin ekseriyeti Akademinin dışına bile çıkmıyor, çıkamıyorlardı.”

Kendi toplumuna sırtını dönerek sanat yapanların bu tavrını kıracak olan eğitimdi. Bu anlamda Hanefi Yeter’in  birçok ülkenin eğitim modellerine tanık olduğunu biliyoruz. Bizim sanat eğitimimizi de yakından biliyor. Karşılaştırmalı bir mukayese yapmasını istesek. Sahi neden sürekli bir bocalama yaşıyoruz. Eğitimini tamamlayıp sanat ortamına katılan gençlerin azımsanamayacak bölümü, hocalarının veya en az birinin kopyası. Oysa eğitim sisteminin teknik alt yapıyı oluştururken özgün yaratının önünü de açması gerekiyor. Bunu neden başaramadığımıza yönelik düşüncelerini sorduğumda: 

“Bizim sanat eğitim kurumlarını kışlaya benzetiyorum: Bunun sebebi genç bir asistan alıyorlar, belli sürelerde, doçent yardımcısı, doçent, sonrasında profesör olarak atıyorlar. Bu süreç ekseriyetle hiç aksamadan ve atlamadan böyle sürüp gidiyor. Kısaca sürekli terfi ediyorsun, rütben artıyor, ancak dünya değişiyor, sanat gelişiyor, değişiyor. Oysa o asistan aynı kurumun içinde onlarca yıl geçirip terfi ediyor. 

Biliyoruz ki, her kurumun kendine özgü kuralları, kuralların oluşturduğu şartları var. Her birinin üstünde disipline eden birileri var. Sürekli bir uyarı mekanizması. 

Ben Berlin Akademisinde okuduğumda gördüğüm şey şuydu; her yıl başka ülkelerden veya dışardan profesörler davet edip bir yıl ders verdiriyorlardı. Önce akademinin hocalarına dünyada neler olup bittiğini, kendilerinin sanat eğitimini nasıl verdiklerini anlatıyorlardı. Sonra da öğrencilere. Böylece sürekli bir karşılaştırma şansı doğuyordu. Kendi hocalarının anlattıklarının dışında farklı şeyler anlatıyorlardı. Gerektiğinde hocanın yarattığı heyecana göre bu süreyi bir yıl daha uzatarak farklılığın algılanmasını sağlıyorlardı.

Oysa bizde bu mümkün mü! Akademinin kapısından içeri kimseyi sokmuyorlar. Şayet hasbel kader birisini sokmuşlarsa da birbirlerinin gözlerini oyuyorlar. Dışardan gelen birisine nefes aldırmıyorlar. Farklı seslere kulaklarını kapatmış bir eğitim sistemimiz var. Çünkü kurum kapalı bir kutu gibi çalışıyor. İçine dönük  bir sistem ve gelip geçen talebeler! Gelen gidiyor bu çark içinde ve çark böyle işliyor. İstisnalar hariç öğrencilerini alıp bir sergi gezdirmiyorlar ya da önermiyorlar bile.”

zorbatv

Bu sorumuzu desteklemek adına hep tartışılan Akademi üzerine düşüncelerini öğrenmenin zamanı gelmişti. Birazda Akademideki eğitimden, izlenimlerinden ve anılarından bahsetmesini istiyorum Hanefi Yeter’den:
“Akademide benim en büyük şansım Bedri Rahmi Eyüboğlu Atölyesi’ni seçmem oldu. Seçmenin ötesinde fakir bir talebe olmamdan dolayı bir gün dedilerki hoca evinde talebe çalıştırıyor ve ücret ödüyor.. Bir gün kalkıp hocanın Kalamış’taki evine gittim. Çalışmak zorundaydım Ne istiyorsun, kimsin söyle bakalım, neler yapıyorsun diye sordui. Galeride çalışmak istiyorum dedim. Sen daha yeni başlamışsın bu işlere yapamazsın dedi. Biraz durgun ve üzgün bakınca anladı yoksulluğumu, tamam geç başla bakalım dedi. 
Başladım çalışmaya, uygulamalı çalışma insana çok şey katıyor. Ben sadece yanında çalışmakla kalmadım, dört yıl hocanın evinde kaldım. Bütün işlerinde yanında bulundum. Bonn’daki çalışması dahil. Birçok projede neyin Türkiye’de yapılıp neyin yapılamayacağını görünce. Kalkıp Almanya’ya gitti, benim gidişime de zemin hazırladı. 

Oysa ben gitmek istemiyordum. Çünkü 1971 de Frankfurt’a gittiğimde burada insanların yüzünün gülmediğini, sürekli anlamsız bir koşuşturma olduğunu görmüştüm. Biz bir arkadaşla Venedik’e gittik, orayı görünce bir daha Almanya’ya dönmemeye yemin ettik. Ancak insan büyük söylememeli. Akademide sınavı kazanınca Hocam Almanya’ya gideceksin dedi. Ben de hocam yeminliyim dedim. Ben İngiltere ve İtalya’yı yazdığımı söyledim. Ya Almanya ya da istediğin yere git ama bana gelmeyeceksin dedi. Gönülsüzce dışarı çıktım, antredeki heykelin düz zemininde onları silip Almanya yazarak yeni bir serüvene daha başlamış oldum. Sonra anladım Hoca haklıymış bu tercihi yaptırmakla.
 

zorbatv

Hocayla çalışırken Akademide öğrendiğimden çok fazlasını öğrendim. Bunların başında da bir sanatçının bir yaşam biçiminin olması gerektiğiydi. Hoca bir yaşam biçimi yaratmıştı. Sabah erken kalkıp atölyesine geçiyor, orada resim, seramik vb. çalışmalar yapıyor elinin boyasını temizleyip eve geçtiğinde orada dolu duvarlarda asılı kilimler, halılar, resimler birçok farklı objenin eşliğinde entelektüel sohbetler yapıyordu. 

Görsel olarak ev dolup taşmıştı. Hoca mesleğinin bir uzantısı olarak yaşamını da öyle şekillendirmek gerektiğini öğretmişti bana. Dönem arkadaşlarının birçoğunun evine gittiğimde, bunun böyle olmadığını görüp biraz üzüldüm. Sonra Avrupa’ya gittim oradaki sanatçıların evlerine ve atölyelerine girip çıktım. Her şey bilgiyle ve birikimle oluyor. Yoksa oturup beklemekle olmuyor. Bodruma gelip bu atölyeyi yaptığımda hemen Bağla’da sürekli akan suyun başında bir kilise vardı. Onu gezdiğimde müthiş bir ışık olduğunu gördüm. Tam istediğim gibiydi. Böyle bir atölyem olsa dedim ve aynı ışığı yakalamak istedim. Bunu yaşam biçimine dönüştürmüştüm.

Bir de üstat Bedri Rahmi Eyüboğlu ile Mavi Yolculuk maceraları var. O deneyimlerini ve o günün Türkiye’sinde ufuk açıcı özgün fikirlerden birisi olarak, bunları da atlamamalıydım:

“1972 Avrupa sınavını kazandığım yıldı. Hoca İbrahim Örs ve bana sizde katılın bu yolculuğa dedi. Meşhur bir Vosvosu vardı. Eren hanımla kendisi önde biz arkada İstanbul’dan düştük Datça yollarına. 
Hoca ben söyleyeceğim siz not edin geçtiğimiz viyadüklerin adını dedi. Şaşırmıştık ama not ettik tabii. Datça’ya geldik. Denizde büyük bir şambrelin içinde birisi yatmış, elleriyle kürek çekiyor. Bu bizim Fakir dedi. Tabii biz nereden bilecektik Fakir Baykurt’u, orada tanıştık. Sonra Karadeniz takalarına benzeyen bir tekneye bindik. O zaman büyük bir tekne vardı Bodrum o da bir Almanınmış. Sonra yenileri eklendi bunlara, bizimkiler de yaptılar.
Mavi yolculukta hoca denizden çıkma lifler, çakıl taşları toplayıp sürekli resim yapıyordu. Biz de seyrediyorduk. Bütün koyları gezme şansı bulmuştuk. O da güzel bir deneyim olmuştu bizim için. Hocanın turizme katkısını söylememe gerek yoktur sanırım.”

Sanat dünyasında bitmeyen bir tartışma, piyasa ve sanat bağıtını kurduğumuzda karşımıza zorunlu olarak çıkan paydaşlar var. Bunlar bir zincirin halkaları gibi birbirinin tamamlayıcısı aslında. Bir ayağın eksikliği ya da yetersizliği sanat piyasasının temel sıkıntılarının da kaynağı oluyor. Hanefi Yeter’e göre bu paydaşların karşılaştırmalı konumunu dikkate alarak, bir sanat eserinin değerini kim belirler sorusuna yanıtı ne olurdu:
“Dünyada bir sanat eserinin değeri şöyle ortaya çıkıyor. Kurumlar var, Kültür Bakanlıkları var, eleştirmenler, müzeler, koleksiyonerler ve bunların bütçeleri var. Bütün bunları yan yana getirdiğinizde sanatçının kim ve değerinin ne olduğunu belirliyor. Bunlar koordinasyon içindeler.

Sanatçı kendi kendine ortaya çıkamıyor. Ben bunu bizatihi yaşadım. Bir örnekle açıklamak isterim. Yeni ekspresyonistler. Bunların ikisi benim arkadaşımdı. Bunların ortaya çıkması için Alman hükümeti iki milyon mark destek sağladı. Sanatçıların tek tek seçtiler, Bunlardan 1,2 metre boyunda resimler yapacaksınız dediler. Sonra Zamanın Ruhu diye bir sergi açtılar. Bütün koleksiyonerleri davet ettiler ve bunların gelecekte meşhur sanatçılar olacağını söyleyerek eserlerinin satılmasını sağladılar.

Bunlardan birisi benim gece kulübünde çalışan bir arkadaşım ve benim atölyemde çalışan bir başka arkadaşımdı. Bir gecede bütün çalışmaları satıldı. Sonra bunlar için katalog hazırladılar, yeni ekspresyonizm nedir, zamanın ruhu nedir onun altını doldurdular. Böylece bir akım çıktı ortaya. Yoksa desteksiz olmuyor. Sonra o sanatçıların Amerika’da sergilerini açtılar ve tamamı satıldı. Böylece dünyaya tanıttılar. Bunlardan bir kısmı sanat tarihine mal oldu. Bir kısmı yok oldu. 

Bize gelince çağdaş sanat müzesi kavramı henüz yerleşmiş değil, eleştirmen yok denecek düzeyde. Olanların büyük çoğunluğu da parayla yazı yazıyor. Onlar da yok hükmünde sayılır. Öte yandan bir kültür, sanat politikası olmamış hükümetlerin. Oysa kentlerin eyaletlerin, kültür sanat bütçeleri var. Jürileri var ve sergileri geziyor. Gelecek vaat eden gençlerin eserlerini alıp müze koleksiyonlarına katıyorlar. Sonra da meşhur olduklarında ciddi bir koleksiyona sahip olmuş oluyorlar.
Biz de böyle bir şey yok. Piyasayı belirleyen İstanbul’da birkaç galeri var o kadar. Onlar da birkaç sanatçı ile çalışıyorlar. Türkiye dışına adım attığımızda yokuz. İddia edenin alnını karışlarım. 

zorbatv

Önce biz değer vermiyoruz sanatçımıza. Birkaç sanatçıyı biz parlatıp dışarıya açamıyoruz. Bunu yapamayınca nasıl var olacaksın. Mesela ben Berlin’de otuz yıl yaşadım birçok sergi açtım. Hepsini Almanlar yaptı. 
İlginç bir örnek Köln’de bir sergi açmıştım, galeri sahibi bir Fransız kadındı.  Köln’de meşhur Ludwig Müzesi vardır. Benim sergimle eş zamanlı olarak o müzede Roy Lichtenstein’ın sergisi açılıyordu. Fransız galerici hanım, açılışa gidelim, sizi o müzenin sahipleriyle tanıştırmak istiyorum dedi. Ben bir an paniklediğimi hissettim. Bir kompleks içerisinde, bizi orada ezmişler bunu sonradan daha iyi yorumladım. Birlikte müzeye gittik, bir hanımefendinin etrafının ziyaretçilerce sarıldığını gördüm. Yaklaştık galericimle bunlar tanıştığı için selamlaştı ve yeni açtığımız sergimizin sanatçısı diye tanıştırdı. Ben korkarak elimi uzattım. Sonra anlatmaya başladı. Bunların sanat danışmanı Wittenstein’a gençliğinde sergi açmış ve bundan eser alın demiş. Bir tane alalım diyorlar, hayır 20 tane alın, bu gelecekte çok tanınmış bir sanatçı olacak diyor. Bunlarda yirmi eserini alıyorlar. Şimdi bir eserini satsak tüm ödediğimiz tutarı karşılıyor. İşte sanata ve sanatçıya yatırımın yolu bu olmalı.”

Yorum

Incilay Türkmen (doğrulanmamış) Cu, 16 Aralık 2022 - 09:42

Teşekkürler Kevser Hanım.
Kendisini Almanya'daki çalışmalarından tanırım.
Ancak hakkında bu kadar derin bilgi veren sanatsal bir yazıyla ilk defa karşılaştım. Daha yakın buldum kendime . Kaleminize sağlık.

Konuk (doğrulanmamış) Cu, 16 Aralık 2022 - 09:45

Hanefi Yeter entelektüel düşüncenin önemli bir siması. Bedri Rahmi tezgahında pişmiş olmanın disiplinini hayatına yansıtmış bir sanatçımız. Sağlıklı ömürler.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.