SANAT/HAYAT ÜZERİNE ELEŞTİREL NOTLAR...
Abdurrahman Kaplan “Geleneksel Geçmişin Körü Körüne Aktarılması Değildir!”
Söyleşi: Korhan Naci Tezcan:
Ortalama sanat kültürüne sahip bir insan, dekoratif bir resimle sanat değeri taşıyan doğru bir sanat eserini birbirinden nasıl ayırabilir. Çok önemli olduğunu düşündüğüm bu ayrımın çalışmalar üzerinden saptanabilmesi olası mı? Kısaca bunların neler olduğunu bize anlatabilir misiniz?
Abdurrahman Kaplan: “Sanatta dekoratif üslupla sanatsal olanı iyi seçip bunları birbirine karıştırmamak gerekir. Söylediğiniz gibi bu çok önemli. Çünkü bu değerli olanla hiçbir değeri olmayanı birbirinden ayırmak demektir.
Dekoratif üslupta resim yüzeyinde çoklu tekrarlara başvurulur. İşi çeşitli oyunlarla süsleyip güzelleştirmeye çalışmak, allayıp pullamak vardır. Süsleme amacıyla çalışmanın yüzeyini çeşitli şekillerde tezyin etmek, (motifleme) süslü bir üslup yaratmak için özellikle çabalamak esastır.
Bağlantılar, büyük küçük biçimlerin aralarındaki ilişkiler, denge unsurlarının hesaplanmaları yoktur. Her şey kopuk kopuk ve bütüne hizmet etmeyen bir şekilde düzenlenmiştir. Kişiliksizdir ve etkisi zayıftır.
Gerçek sanat değeri taşıyan bir çalışmada ise; bir dizi yaratıcılık ve yenilik vardır. Yapılagelenlerden farklıdır. İlk etkisi çarpıcı ve etkileyicidir. Doğru eser yapıldığı yerin tarihi ve toplumsal değerlerini duyumsatır.
Eser üzerinde mevcut teknikler dışında yeni teknik araştırmalar ve buluşlar görülür. Çalışmada öz ile biçim ilişkileri dengeli ve iyi düşünülerek çözülmüştür. Öteki evrensel kültürlerle ve güzelliklerle ilişkileri vardır. Bu doğru bir tutumdur.
Gerçek sanat yapıtları; renk, biçim ve kompozisyon zenginlikleri içerir. Özgür olduğunu her haliyle duyumsatır. Sanatçısının kendi özgün üslubunu yansıtır. Kendine özgü bir teknik ve boya olayı vardır. Çağının bilimsel ve teknolojik tüm olanaklarını kullanır. Yeni malzemelerden yeni biçimsel zenginliklerle var olur. Tüm bu değerleri gerçek sanat eserini dekoratif olanlardan ayıran önemli özellikler olarak gösterebiliriz.
İyi bir desencinin çizgilerinin net ve yalın olması gereği açıktır. Ünlü sanat eleştirmeni Charles Baudelaire, “Katıksız desenciler doğanın cevherini damıtan filozoflardır” der. Renkçiler için ise: “Destansı şairler” deyimini kullanarak; bir sanatçının hem iyi bir desenci hem de iyi bir kolorist olabileceğini ifade ederek, her iki tutumun da birbirine zarar vermeden yürütülebileceğini vurgular.
Evet. Bu saptamayı bazı kafası karışık düşünceleri berraklaştırmak için belirtiyorum. Bugün de her iki disiplini iyi kullanabilen birçok sanatçı görüyoruz. Bazı sanatçılarda belki bunlardan birisi biraz daha ön alabilir diyerek sözü noktalıyorum.
Heğel: “Sanatın dünyası doğa ve tarihin dünyasından daha reeldir.” diyor. Bir bakıma sanat eserindeki güzelliğin doğadaki güzellikten (estetikten) daha üstün olduğunu söylüyor. Bizler de iyi bir sanat eserini izlerken ondaki konsantre/yoğun güzelliğin gerçek güzellik olduğunu ve bunun doğadaki güzellikten daha öte bir şey olduğunu fark ederiz.
Demek oluyor ki zihnimizde ürettiğimiz güzellik bize tabiattaki güzellikten daha yakındır. Çünkü üretilen sanat eseri zihnin bir yaratımıdır ve zihinde üretilen güzellik bize özgü gerçek güzelliktir.
Kişinin hayalleri ve hissettiği bireysel duyarlılık doğadan daha zengin ve daha yetkindir. Bireysel duyarlılık ve yorumlarımız bizi bitmez tükenmez sonuçlara götürebilir. Bu da bizim ‘üstün estetiği’ özgürce arayıp bulmamıza yardım eden bir durum oluyor diyebiliriz.
Plastik sanatlarda gelenekten yararlanma düşüncesi kafası karışık kimi sanatçılar ve sanat çevreleri tarafından endişelere neden olmaktadır. (Örneğin ulusçuluk, içe dönüklük, yerellik, tutuculuk vb.) Kanımca üzerinde yeterince düşünülmemiş bu meselelerin yarattığı endişeler nelerdir ve ne kadar doğrudur. Gelenekten yararlanma nasıl olur ve nereye kadar gidebilir?
Bu coğrafyaya ait çağdaş bir sanatı varolan bir sanat geleneği üzerinden gerçekleştirmeyi kendi yaşamımıza, kültürümüze ve sanatsal formlarımıza uygun şekilde ifade etmeyi Çağdaş Türk Resim Sanatının vazgeçilmezlerinden saymalıyızı. Sanatçılarımızın yaşadığımız coğrafyanın zendin ve farklı kültürlerinden yola çıkmaları gereği açıktır. Geçmişi olmayan bir sanat, geçmişi olmayan bir topluma benzer. Yapay, acemi, temelsiz ve yetersizdir.
Doğaldır ki, burada geçmişin körü körüne tekrarının ve aktarımının bir anlamı yoktur. Geçmiş üzerinden söylemek yeni yollar ve yeni yaratıcılıklar denenmelidir.
Büyük Batı Sanatı geçmişte kendilerine ait zengin bir birikimi kullanmalır sonucu ortaya çıkmıştır. Gelenekten yararlanma düşüncesi bizi tutucu ve salt kendi coğrafyamızla sınırlı bir sanat yapacağımız endişesiyle yüz yüze bırakacağı hususu hezeyandır. Yersiz bir endişedir.
Bu durum sanatın evrensel değerlerinin ihmal edileceği ve onların dikkate alınmayacağı anlamına gelmez. Yaptıklarımızda kendi değerlerimiz üzerinden yeni yaratıcılıklar varsa, kendi özel alan disiplinlerimizi duyumsatabiliyor ve onları evrensel bir çerçeveye doğru oturtabiliyorsak soruna doğru yaklaşıyoruz demektir.
Mesele altında Türkçe isim ve imzaların olduğu, tamamen Batı anlayışına dönük çalışmalar yapmak değildir. Zaten çok sık yapılan bu türden çalışmalar Batılı eleştirmenlerden ciddi tepkiler almakta ve ‘Bunların daha iyilerini biz yapıyoruz. Siz kendinize özgü ne yapıyorsunuz?’ diye haklı olarak sormaktadırlar. Anadolu’da binlerce yıllık Hitit, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı vb. kültürel zenginliklerimizden, yeni form ve söylem deneyimlerine gidebiliriz. Veya tüm dünyayı enterese eden olguları ve kültürleri kendi anlayışımıza uygun formlarla çözümleyebiliriz.
Birikimlerimizi evrensel değer ölçülerinin disiplinleriyle ezdeşleştirebilirsek, o zaman “geleneksel, yerel, ulusçu” gibi gereksiz endişeler kendiliğinden ortadan kalkar. Yaptıklarımız evrensel çerçeve içerisinde dam da yerini bulur. Tabii ki, tüm bunları çağdaş düşünce ve estetiğin (güzelliğin) gereklerine uygun bir şekilde çözümleyebilirsek doğru olanı başarabilir sözümüzü ve yaptıklarımızı tüm dünyaya gururla ve doğru olarak sunabiliriz!
Yeni yorum ekle