sinema
“Ruhani Ezgilerle Terapi”/ THIS MUCH I KNOW TO BE TRUE :
TOLGA OSKAR
Yönetmen: Andrew Dominik
Görüntü Yönetmeni: Robbie Ryan
Oynayanlar: Nick Cave, Warren Ellis
Ülke: İngiltere
Tür: Müzik, Belgesel
Kurgu: Matthew C. Hart
Süre: 105 Dk.
Vizyon Tarihi: 8 Temmuz 2022 (Dijital Prömiyer, Mubi’de)
Nick Cave, Amerikan müziği yapan Avustralyalı bir rock yıldızı. ‘Nick Cave and the Bad Seeds’ isimli rock’n roll gurubunun da kurucusu. Ayrıca yazarlık ve aktörlük de yapıyor. Andrew Dominik ise, Eric Bana’nın başrolünde olduğu ‘Kasap(2000)’, Brad Pitt’in başrollerinde olduğu ‘Korkak Robert Ford'un Jesse James Suikastı(2007)’ ve ‘Kibarca Öldürmek(2012)’ filmlerinin yönetmeni. Andrew Dominik’in şu sıralar merakla beklenen son filmi: Marilyn Monroe’nun hayatından uyarlanan ‘Blonde’ isimli yapım. Filmde Marilyn Monroe rolünde, Ana De Armas’ı göreceğiz. Bu arada ‘Blonde’ filminin müziklerini yapmayı da ‘Nick Cave and the Bad Seeds’ üstlenmiş.‘This Much I Know To Be True’, Andrew Dominik ve Nick Cave’in birlikte çalıştıkları ikinci belgesel. İlki 2016 yılında çekilen ‘One More Time With Feeling’ isimli yapımdı. O film, on beş yaşındaki oğlunu bir trafik kazasında kaybeden Nick Cave’in, yas tuttuğu dönemde oluşturduğu ‘Skeleton Tree’ albümünü referans alıyordu. Burada ise Dominik, Nick Cave’in şu anki ruh halini anlamaya odaklanıyor ve bunu da Warren Ellis’le birlikte yaptığı ‘Ghosteen’ ve ‘Carnage’ isimli albümlerine bakarak, hatta yeniden icrasına dâhil olarak yapıyor. Bunu yaparken birçok başarılı filmin görüntü yönetmenliğini üstlenen Robbie Ryan’ın yardımını da alıyor. Robbie Ryan, ‘Fish Tank’, ‘American Honey’, ‘Sarayın Gözdesi’, ‘Ben, Daniel Blake’, ‘Üzgünüz, Size Ulaşamadık’ ve daha önce yazdığım ‘Yaşamaya Bak’ adlı filmlerin görüntü yönetmeni. Dolayısıyla kameranın ardında harikalar yaratan bir isim!
Filmin açılışında Nick Cave, söze şöyle başlıyor: “Hükümetin tavsiyesini dinledim ve seramikçi olmak için yeniden eğitim aldım, çünkü artık müzisyenlerin mesleklerini yapmaları mümkün değilmiş. Menajerimi dehşete düşürerek seramikçilik mesleğine geçmiş bulunmaktayım.” Ardından üzerinde beyaz bir önlükle Nick, kendi yaptığı ya da bir yerlerden aldığı seramik bibloları tanıtıyor ve onlara yüklediği anlamları ifade ediyor. On sekiz figürle Şeytan’ın hikâyesini anlatmış. İlk figür, bir ata yaslanarak uyuyan boynuzlu bir bebek. Nick, buna ‘Şeytan Uyanıyor’ adını vermiş. İkinci figür, önündeki büyük topla oynayan boynuzlu bir çocuk. Bunun adı da ‘Dünya Şeytan’a Miras Kalıyor.’ Ardından Şeytan, büyüyor, savaşlara giriyor, âşık oluyor, evleniyor ve çocuğunu kurban ediyor. İşlediği günahlardan dolayı dünyayla olan bağını yitiriyor ve vicdan azabı çekiyor. Sonra yaşlanıyor, son dansını yapıyor ve kan kaybından ölüyor. En son figürde Şeytan, bir yere atılmış ve orada ölmeye, çürümeye bırakılmış. Başında küçük bir çocuk duruyor ve ona el uzatarak affedildiğini söylüyor. Bu biblonun isminin ‘Şeytan Affedildi’ olduğunu öğreniyoruz ve Nick, ekliyor: ‘Henüz bitmedi. Bittiğinde çok güzel olacak.’ Yaptığı bu eserlerin anlamlarını Nick Cave’den dinlemek gerçekten çok etkileyici. Onlara yüklediği anlamlar ile kendi yaşantısı üzerinde bir örtüşme var, belki de… En azından bende uyandırdığı hissiyat bu şekilde oldu.
Ardından müzik başlıyor ve uzun soluklu performanslara tanık oluyoruz. Nick ve Warren ikilisinin ruhani müziği bu. Otuz yıllık bir arkadaşlık ve müzik ortaklığından söz ediyoruz. Warren’ı, bir piyano çalarken, bir keman çalarken görüyoruz. Bir sihirbaz gibi enstruman ve yer değiştiriyor. İkilinin arkasında bir davulcu da var. Sonra ekibe vokaller, yaylı çalgılar ekibi de katılıyor ve müzik, çok sesli bir yükselişe geçiyor. Filmi teknik olarak değerlendirecek olursak: 360 Dolly üzerindeki kamera çekimleriyle, sahne ve ışık tasarımıyla, renk paletiyle ‘görsel bir şölen’ demek yerinde olacaktır. Film geneli itibarıyla müzik performanslarına dayalı. Yalnızca aralarda kısacık muhabbetler görüyoruz. Zira bu filmi, ‘One More Time With Feeling’ adlı filmin devamı gibi düşünebiliriz. İkisi bir bütün oluşturuyorlar ama ‘This Much I Know To Be True’yu tek başına ele aldığımızda da harikulade bir film! İlerleyen sahnelerde sürpriz bir konuk geliyor. Bu konuk, Nick ve Warren’ın uzun süredir birlikte çalıştıkları Marianne Faithfull. Marianne, hasta ve solunum cihazına bağlı bir şekilde getiriliyor. Burada yönetmen Andrew Dominik de kadraja giriyor. Marianne Faithfull, İngiltere’de çok popüler bir müzisyen ve aktris. Müzik klipleri yayınlayan ünlü televizyon kanalı VH1’in ‘Rock and Roll’un En iyi 100 Kadını’ listesinde yer alıyor. 60’lı yıllarda Mick Jagger’la yaşadığı ilişkiyle adından sıkça söz ettirmiş. Ben Marianne Faithfull ismini ilk kez Metallica’nın ‘ReLoad’ albümündeki ‘The Memory Remains’ şarkısındaki vakoliyle duymuştum. O şarkıdaki ‘La, da, da, da…’ diye giden bölümü ona eşlik ederek söylerdik. Filme dönecek olursak Marianne Faithfull’u oturtuyorlar. Solunum cihazını çıkarıp eline şarkı sözleri yazan bir kâğıt tutuşturuyorlar ve Marianne okumaya başlıyor. ‘Yüce, çetin, uzak yıldızların yolunu açan sen. Şimdi bu ruhu yanına al. Mutlak, soyutlanmış acısını dindir. Huzursuz, sessiz, tertemiz bir nota çıkar. Flüt gibi berrak ve çarpıcı. Netleştir sesi. Çetin, yüce, değişmez şarkıyı çürüyen akciğerden lütfunla çıkaran sen. Mutlak bir biçim ver ona.’ Marianne’in okuduğu bu sözleri Warren kaydediyor ve üzerinde bazı oynamalar yapıp altyapının üzerine yerleştiriyor. Ardından Nick Cave şarkısına başlıyor. Arka fonda Marianne’in sesi hep duyuluyor. Nick ve Warren, yaptıkları müzikte bu tür doğaçlamalar da yapıyorlar.
Bir ara, yönetmen bizi Warren’ın evine götürüyor. Burada Andrew Dominik, kameranın arkasında durmak yerine Warren’la birlikte kamera önüne geçiyor. Performansları izlediğimiz bazı bölümlerde de yönetmeni görüyoruz. Ayrıca performanslar kaydedilirken müzisyenlerin etrafında halka olacak şekilde kurulan şaryoyu, şaryonun üzerindeki kameramanı ve ışıkları da görüyoruz. Yönetmenin bunları gizlemek yerine böyle bir tercih yapması gördüklerimizle hem bağ kurmamız açısından, hem de izlediğimiz şeyin önceden çekilmiş bir filmden çok, henüz yaşanan ve bizim de içinde olduğumuz bir performans algısı yaratması açısından önemli bir faktör. Warren, Amerikalı şair Emily Dickinson’ın 14 yaşındayken biriktirdiği bitkilerle oluşturduğu herbaryumun bir kopyasını elinde bulunduruyor. Bu herbaryum çok hassas olduğu için fotoğraflarını çekip bir kitap haline getirmişler. Bunu kameralara gösterirken ‘Dünyanın en narin kitabı’ diyor.
Nick Cave, on beş yaşında kaybettiği oğlunun ardından bir blog kurmuş ve bu bloğu ‘The Red Hand Files’ olarak isimlendirmiş. Dünyanın herhangi bir yerinden insanlar, yaşadıklarını bu blog aracılığıyla Nick’e iletiyor. Nick de bunların tamamını okuyor, üzerinde düşünüyor, hatta yanıt veriyor. Filmin bana göre en can alıcı bölümü: Nick’in bu mektuplardan bahsettiği anlar. Bu bölümleri yorumlamak yerine, olduğu gibi yazmak istiyorum.
Nick Cave: Binlerce soru var. Yüzbinlerce. 38.065 tane soru var. Hepsini size okumayacağım. Ama göz atıp aralarından birkaç tanesini seçebilirim.
‘Ağabeyim David, iki yıl önce öldü. Daha 24 yaşındaydı, bense 19’dum. Herkesin hayatına devam edip onu unuttuğunu hissediyorum. Öfkemi salıvermekten korkuyorum. Ya öfkem olmadan kendimi tanıyamazsam? Tuttuğum yas, o kadar uzun süredir ayrılmaz bir parçam ki.’ Allison.
Nick: ‘The Red Hand Files’ projesinin en sevdiğim yanı ve aslında projeyi ruhani bir iş olarak görmemin sebebi; bu sorular üzerine bir süre düşünmem gerekmesi ve hemen cevap verememem. Hemen cevap verdiğimde mizacımın daha iyi tarafıyla cevap veremiyorum, diyebilirim. Kişinin ne söylediği üzerine düşünüp soruyu içselleştirmek ve soran kişinin halini anlamak birkaç günümü alıyor. Kolayca yapabildiğim bir şey değil bu. Bu yüzden ‘The Red Hand Files’, mizacımın daha iyi taraflarına yönlendiriyor, beni.
İskoçya’dan Billy,+ ‘Karım beni evden kovdu. İşten atıldım. Hepsi bir hafta içinde oldu. İntihar fikri aklımdan çıkmıyor. İnsan hayatı üzerinde hiçbir kontrolü olmadığı fikriyle nasıl başa çıkabilir?’
Nick: Bu da çok güzel bir soru. Ve çok dokunaklı. Bu sorular çok etkileyici çünkü… Aslında… İnsanın başına bir şey geldiğinde ilk işi buraya yazmak olmaz. Danışabileceği hiç kimsesi olmayan, çaresiz insanlardan gelen sorular bunlar. Bu soruları gönderdikleri yer… Boşluk.
Filmin ilerleyen bölümlerinde Nick, bu soruya şöyle yanıt veriyor; Sevgili Billy, ‘The Red Hand Files’a gelen mektupların çoğu esasında farklı şekillerde aynı soruyu soruyor. Senin sorduğun soruyu. ‘Hayatım üzerinde hiçbir kontrolüm olmadığı fikriyle nasıl başa çıkabilirim?’ Bu soruya çoğu zaman ihanet, öfke, içerleme ve umutsuzluk duyguları eşlik eder. Gerçek şu ki, hepimizin hayatı tehlike ve risklerle dolu, her an facianın eşiğindeyiz. Hayatındaki düzenin pamuk ipliğine bağlı olduğunu fark ettin. Varoluşun en basit gerçeği bu ve hepimiz için geçerli. Zamanla hepimiz kontrolün bizde olmadığını anlıyoruz. Kontrol hiç bizde olmadı. Hiçbir zaman da olmayacak. Ama güçsüz de değiliz. Hayatın önümüze çıkardığı şeylere nasıl tepki vereceğimiz bize bağlı. Çöküp iyice dibe batabilirsin. Yaşadığın talihsizlikler yüzünden hissizleşip hayata küsebilirsin. Ya da hayatın sana sunduğu fırsatlara doğru ilerleyebilirsin. Değişim ve yenilenme fırsatlarına doğru. Hayat sana daima alternatif bir yol sunacaktır, Billy. O yolu bul ve o yolda ilerle. O yolu seçmek, hayatın hepimize yaptığı kötü sürprizler karşısında güçlü bir başkaldırıdır. Sevgiler, Nick.
İrlanda’dan Kev ,‘Yazdığın sözlere ve müziğine, zor zamanlarımda akıl sağlığımı koruduğu için müziğine minnettarım. Merak ediyorum, tüm bunların ardında, müziğin, sözlerin, takım elbiselerin, kederin, şefkatin, utancın, suçluluğun ve neşenin ardında sen kimsin?’
Nick: Bilmiyorum. Sanırım birkaç yıl önce sorsaydın, kendimi farklı bir şekilde tanımlardım. Önceden kendimi bir müzisyen veya yazar olarak tanımlardım. Mesleğimle ilgili olan bu tanımlardan uzaklaşmaya çalışıyorum. Ve kendimi bir insan olarak görüyorum. Bir eş olarak, bir baba olarak. Müzik yapan ve bir şeyler yazan bir eş, baba, arkadaş ve vatandaş olarak görüyorum. Tam tersinden ziyade.
The Red Hand Files’, Nick Cave’i tanımamız, duygu dünyasını görebilmemiz adına önemli bir oluşum. İnsanlar yaşadıklarını onunla paylaşarak, cevap alarak belki de kendilerini daha iyi hissediyorlar. Tabii bu tek taraflı bir durum değil. Aynı şey Nick Cave için de geçerli. Karşılıklı bir iletişim ağı bu. Birbirlerinin acılarını paylaşarak, sorunlarına çözüm bulmaya çalışarak büyük bir aile olmuşlar. Bu durum Nick Cave’in yaratıcılığına, dolayısıyla yazdığı şarkı sözlerine de sirayet ediyor. Nick, Warren, Marianne, ekibin diğer üyeleri ve üretilen bu müziği dinleyerek kurdukları dünyanın parçası olan tüm bu insanlar, yaşanan ve iz bırakan acılarla baş etmenin yolunu müzikte arayan, belki de bulan insanlar. Bu belgesel yayınlandıktan birkaç ay sonra Nick Cave, büyük oğlunu da kaybetti. Böylesine hassas bir insanın üst üste böyle kayıplar ve acılar yaşaması çok zor ve üzücü bir durum. Bu zorlu yas sürecinde kendisine dayanma gücü diliyor ve kapanışı müjdeli bir haberle yapmak istiyorum: ‘Nick Cave and the Bad Seeds’, 21 Ağustos’ta İstanbul Parkorman’da bir konser verecek. Müziklerini seven ve bu ruhani olayı onlarla birlikte deneyimlemek isteyenler için büyük bir fırsat bu!
tolga_oscar@hotmail.com
Yeni yorum ekle