Bir Yaz Öyküsü
Ülkü Yalım Günay
Sabah erken, tek başıma yüzmeyi seviyorum.
Kahvaltıdan önce, omzumda havlum, elimde paletlerim, kuş cıvıltıları eşliğinde koşuyorum denize. Gençlerin gece yaktıkları ateşin küllerini ve oracıkta bıraktıkları boş bira kutularını saymazsak, kumsal tertemiz. Islak çakıl taşları suyun içinde pırıl pırıl.
Paletlerimi ayağıma geçirip iskeleden atıyorum kendimi suya. Yumurtadan yeni çıkmış, sırtları gümüşlü binlerce yavru balığın tam ortasına. Tüm koy benim artık. Deniz tam sevdiğim kıvamda, serin. “Yaşamak bu işte” diyorum mutlulukla.
Kıyıdan epeyce uzaklaşınca, sırt üstü dönüyorum. Su beni kaldırıyor, sanki bir su yatağındayım, hafif hafif sallanıyorum. Gözlerimi, yaz sabahının lekesiz mavilikteki gök yüzüne açtığımda, martıyı görüyorum, “günaydın” diyorum bu yaşlı dosta.
Koya doğru yumuşak bir inişle denize ulaşan, zeytin ağaçlarıyla kaplı tepelere bakıyorum. Ilık bir buğu yükseliyor topraktan. Tepelerin kumsala yakın eteklerinde, kucak kucak beyaz kum zambakları açmış. Gecenin nemini içen çiçekler, yüzlerini sabah güneşine doğru kaldırırken, baygın bir koku salıyorlar havaya. İçimi, ta buralara dek ulaşan kokularıyla dolduruyorum.
Zeytinliklerin açık yeşil, pırıltılı dalgaları arasında, derin bir yara izi gibi duran yeni evi gördüğümde içim sızlıyor. Bir- iki yıl önce yapıldı. Ev dediysem, görkemli bir şey, koca bir malikâne. Yüksek duvarlarla çevrili bahçesi, yamaçtan denize kadar set set iniyor. Ahşap kepenkleri hep kapalı. Dışarıya kesin bir dokunulmazlık duygusu yayan bu kepenkler, bir sır mı saklıyor bilemem.
Kocaman bir de iskele kondurdular kıyıya, evin yatı oraya yanaşıyor. Koyun tertemiz havasına, benzin kokusu usuldan karışmaya başladı bile.
İçindekiler, kimseyle komşuluk kurmadılar. Güvenlik görevlileri dışında in cin yok görünürde. İnşaat sırasında, sahipleri hakkında duyduklarımıza bakılırsa burası, düğünü haftalarca magazin malzemesi olan, şu ünlü veliahtın.
Buraların eski sakinleri bizler, bu el değmemiş koyun, kara para tarafından keşfedilmiş olmasından endişeliyiz. Yakında, kuş cıvıltıları, zambak kokuları eşliğinde denize girmek hayal olabilir. Zeytinlikler yok olabilir, paranın gücü, tüm güzellikleri sürüp götürebilir buralardan.
Gözümü evden alıp, yeniden hızlı hızlı yüzmeye başlıyorum. “Hiç bir şeyin, bu mutlu sabahın büyüsünü bozup içimi karartmasına izin vermeyeceğim.”
Koyun bir ucu oldukça geniş bir yay çizen kumsalla sonlanırken, öbür ucu, denize doğru abanan bir tepenin bitimindeki büyük kaya kitlesi ile sınırlanıyor. Dipteki mağaraları balıklara sığınak olan bu kayalıklar, dalgıçların gözdesidir. Gün boyu, sessizliği yırtan, gürültülü arabalarla, motosikletlerle gelip oralarda dalarlar.
Koy gün boyu böyle sessiz değildir. Sabah sessizliği o yüzden altın değrinde.
Kıyıya dönerken, bizim emektar iskelede oturan bir karaltı çarpıyor gözüme. “Benim gibi bir çılgın daha.” Uzaktan, kim olduğunu çıkarmam olanaksız. Denize gözlüksüz giriyorum ve uzağı iyi göremem.
İskeleye yanaşınca, paletlerimi çıkarıp merdivenleri tırmanıyorum. Martı, başımın üzerinde son bir tur atıp kayalıklara doğru yükselişe geçiyor. Hemen oracığa bıraktığım havlumun üzerindeki gözlüğümü takıyorum gözüme. Kurulanırken, bir yandan da bu sessiz konuğu incelemeye koyuluyorum. Sabit bakışlarını bir noktaya dikmiş, kımıldamadan oturuyor. Gencecik bir kadın, daha önce hiç görmüşlüğüm yok. “Günaydın” diyorum, yanıt vermiyor. Varlığımdan habersiz gibi.
Sarı, dağınık saçları sabah ışığında pırıl pırıl parlıyor. Üzerinde, dantelli, beyaz şık bir ipek sabahlık var, yüzmeye gelmediği belli. Gözlerini kocaman, koyu renk bir gözlüğün ardına saklamış. Orada öylece kımıldamadan oturuşuna bir anlam veremiyorum. Merakım, doğama hiç uymayan bir şeye itiyor beni. Ayaklarımı, bu tanımadığım kadının, çıplak ayaklarının hemen yanından, denize sarkıtıp oturuyorum yanına. Yeniden “günaydın” diyorum. Beni ilk kez fark ediyor. Usulca dönüp bakıyor yüzüme. Dönünce, dudağını görüyorum. Patlamış, kanamış.
“Sizi daha önce görmemiştim, buralarda yenisiniz sanırım.”
Yanıt yerine hıçkırıklar geliyor. Şaşırıyorum.
“Nerede oturuyorsunuz?”
Eliyle yamaçtaki yeni evi gösteriyor. “Demek orada.” Ne söyleyeceğimi gerçekten bilemiyorum. Bir süre yan yana sessizce oturuyoruz. O hiç bir şey anlatmıyor, yalnızca ağlıyor, benim aklıma gelenlerse hiç iç açıcı değil. En iyisi susmak. Nice sonra sorduğum, “sizi evinize götürmemi ister misiniz” sorusunu, başını iki yana sallayarak, yanıtlıyor. Evin kepenkleri gibi kapalı.
Hızlıca düşünüyorum. İç sesim, “bu işe bulaşma” diyor. Kadın yüreğim ve sezgilerimse tam tersini öğütlüyor. Koltuk altlarından tutup kaldırıyorum, “hadi bize gidelim” diyorum. “Birlikte kahvaltı edelim.” İtiraz etmiyor. Bir elime havlumla paletlerimi alıp, öbür kolumla omzunu kavrıyorum. Titriyor. Öylesine narin ki incitmekten korkuyorum.
İskeleden ineceğimiz sırada, ayaklarımız daha kuma değmeden, birden korkuyla irkiliyor, yüreğinin hızlanan gümbürtüsünü, kendi yüreğimmiş gibi yakında duyuyorum. Kumsalda koşarak bize doğru gelen iri yarı genci o benden önce görmüş olmalı. Elimden kurtulup kayalıklara doğru koşmaya başlıyor. Gözlüğü düşüyor gözünden. İskelenin ucunda çakılıp kalmış olan bana doğru dönüp yardım umar gibi baktığında, aslında tüm yüzünün mosmor, yaralı dudağı ile aynı taraftaki gözünün de tamamen kapanmış olduğunu görüyorum.
Adam hızla önümden geçerken “Kimseyi ele vermedi o” diyebiliyorum yalnızca. Sesim sönmüş, adama ulaşamıyor.
Daha kayalıklara varmadan yakalıyor adam onu. Bileğinden sıkıca tutup kendisiyle gelmeye zorluyor. Kadının bu çam yarmasına direnmesi olanaksız. Geri dönüyorlar, adamın, “Gökhan Bey sizi çok merak etti” dediğini duyuyorum. Sesindeki aynı ürkütücü azarlama tonuyla, bana da yardımlarım için teşekkür etmeyi unutmuyor. Sadık av köpeği.
Yeni evin iskelesine doğru sürüklüyor kadını. Beyaz ipek sabahlığın uçuşan etekleri, gözlerimde kalan son görüntü. Her şey öylesine hızlı olup bitiyor ki, eve doğru yürürken, yaşadıklarımın düş mü, gerçek mi olduğunu anlamaya çalışıyorum. Nemli kumlarda derin ayak izleri kalıyor yalnızca. Bir de gözlük. Bu kanıtları da az sonda deniz siler, süpürür.
“Jandarmaya gitsem mi?”
“Bunun ne yararı olur ki?”
“Büyük olasılıkla başım belaya girer”
***
Kocam, çayı demlemiş, mutfağın önündeki küçük taşlığa kahvaltıyı hazırlamış bile. Masa, insanın yüzüne gülüyor. “Tam zamanında geldin” diyor, ben onun yanağına tatlı bir öpücük kondururken.
Duş yapıp dönüyorum, kızarmış ekmek kokuları eşliğinde çayları dolduruyorum. “Deniz güzel miydi?” diye soruyor. “Şahaneydi” diyorum. “Martım da bana eşlik etti yine.” Lâfı uzatma gereği duyuyorum nedense, “kum zambakları coşmuş, mis gibi kokuyorlar. Biliyor musun, geceleri gizli gizli soğanlarını çalıyorlarmış.” Kocam anlamamış gibi bakıyor yüzüme. “Kum zambaklarının soğanlarını” diyorum. “Allah Allah, bu insanları anlamakta giderek daha çok zorlanıyorum” diye hayıflanıyor adamcağız.
“Öğleden sonra birlikte gider miyiz denize?”
“Elbette” diyor.
İskelede olanları anlatmalı mıyım, bilemiyorum. Yüreğimde bir eziklik, yok martıydı yok zambaklardı, düşünmek için zaman kazanmaya çalışıyorum sanırım.
Anlatmazsam, yakama yapışıp derinden derine içimi kemirmeye başlayan suçluluk duygusu çoğalacak. Anlatırsam kocam, “hadi yürü hemen jandarmaya gidiyoruz” diyecek.
“Neden hiç bir şey yapmadın?”
“İç sesimi dinledim”
“Korkağın tekisin sen”
Çayımı yudumlarken çevreme bakıyorum, alışageldiğim düzenin sürdüğünü, her şeyin yolunda olduğunu görmek içimi rahatlatsın istiyorum. Yediveren gülümüz, saksılardaki sardunyalar sabah nemiyle mutlu gülüyor yüzümüze, çam ağacımız gölgesini yaymış. Arı vızıltıları, kuş cıvıltıları, her şey her şey yolunda işte...
“Ama, olmuyor olmuyor, keyfimi kaçıran sesi susturamıyorum.”
Denize giderken içimi dolduran sevinç, yerini koyu bir hüzne bırakmış, boğuyor beni.
“Daldın” diyor kocam.
Başımı çayımdan kaldırıp ona gülümsemeye çabalıyorum. Suç işlediğim için utanıyorum.
Doğanın kucağındaki bu evin dingin ortamında, içinden az önce çıktığım denizden gelen meltemi ciğerlerime çekerek kahvaltı ederken, sabahki olayın yoğun etkisiyle ruhum bir başkalaşım geçiriyor sanki. Lokmaları yutamaz oluyorum.
Benden çok da uzak olmayan bir yerde, bir başka kadına yapılanları görmezden gelerek nasıl bir adama suç ortaklığı yapıyorum ben? Dışarıdan bakıldığında özenilen o görkemli varsıllık, ses geçirmez yüksek duvarları, sıkı sıkı kapalı kepenkleriyle, nasıl bir zindan acaba? Kaçak mahkûm yakalanıp gergi götürüldüğünde, cezası nasıl infaz edildi? Benim yüzümden de sorguya çekilmş olabilir mi?
“Sahibi kızdığında yerden yere vurulacak, tüller danteller içinde bir yapma bebek mi o?” diye bağırmak geliyor içimden.
Derken, her gün gazetelerin üçüncü sayfalarına konu olan tüm öteki kadınlar sökün ediyor belleğime. Kaba gücün altında çaresiz katlandıkları yazgılarıyla.
Küçücük şeyleri, erzak dolabına dadanan karıncaları, bahçedeki köstebeği, ayrık otlarını, ya da almak isteyip de alamadığım bahçe şezlongunu kendime dert edip mutsuz olmanın, çocukça şımarıklıklar olduğunu yüzüme vuruyor her şey.
İpek sabahlıklı kadını aklımdan çıkaramıyorum.
Sabahın ve günü büyüsü bozuluyor.
Yeni yorum ekle