Benim Denizlerim
Sibel Ünal
Su
Bu denizin ortasındaki adaların en büyüğünde, en tepesindeyiz. Etrafımız servilerle çevrili. Daha aşağılarda mavi etekleriyle kıyıyı saran sular. Tanıyoruz o denizi, o da bizi. Aşinayız birbirimize. Sevinçlerimiz kadar, acılarımıza da tanık. Şimdi, şu anda olduğu gibi. Mevsimler boyu fırtınasına, dalgasına tutulmuş, lodosunda bunalmışız. Gün olmuş tuzuyla kavurulmuşuz, gün olmuş suyuyla kesmiş yolumuzu. Donup kalmışız iskelelerinde. Yumuk ellerimize hohlayarak saatlerce beklemişiz o soğuk ve yalnız banklarında. Havaya karışan tuzu ergen sivilcelerimizi yakmış, uçmaması gereken saçlarımızı rüzgarına dolamış. Uğuldayan yelin içinde özlemler yüklenip, korkular biriktirmiş, aşklar yaşamışız. Büyütmüş, esnetmiş, genişletmiş bedenimizi o deniz. Kıyılarını yonttuğu ada ile iç içe olduğu kadar bizi de tanımakta. Sevincimizi mutsuzluğumuzu da bilmekte. Taktığımız duvağa da giydiğimiz kefene de tanık…
Toprak
Toprağa karışmayı bekleyen bedenin ve sonsuza uzayan gölgesinin çevresinde bunları düşünüyorum. Ölümün kuşatması altında. Zaman döngüsünün beni de kapsayan kesinliği içinde, onun varlığını duyumsayarak kalıyorum öyle. Mezar taşlarındaki şu tarihler ve isimler bizden öncekilerin yeryüzüne ayak bastıklarının açık delili. Bir zamanlar bizler gibi nefes aldıklarını, berrak havaya kahkahalar saldıklarını dolaysız ve doğrudan imleri. Gördüğüm, algıladığım her şeyi onların da yapıp ettiğinin göstergesi. Dinliyorum usulca. Soluğumu dinlediğim gibi, kıpırtısını duyduğum daldaki yaprak gibi, oyuna dalan çocuğun sükûn içindeki yumuşaklığı gibi, öyle eşsiz.
Çamların, servilerin çağıltısı ve sessizliği içinde kayboluyorum. Kendi kendimi tavaf edercesine. Şimdinin içinde tutsak olan geçmiş ve gelecek göz ucumda. Varlık ve hiçliği içeren her şeyle birlikteyim. Her gün, her an, her saniye mutlak olan o sona yaklaştığımın idraki içinde. Varoluşun bütün o görüngüleri, sesleri içinde bu isimler, tarihler gibi geride bir parça bırakarak koşuyorum ölüme.
Suskunun Eşsizliği
Dünyadan kopmamak demek sadece yaşamı seçmek midir? Ölümü kucaklamak değil midir? Oysa her anımızda var o. Solan bir yaprakta, yol ortasında ezilen minnacık bir kedinin bedeninde, çöpü karıştıran evsizde, yol kenarına yığılmış sarhoşta… Her anımızda bize geçiciliğimizi bağırmakta. Ölüm ki sabahta, akşamda, zifiri karanlıkta saklı. Dünyanın dört bir yanında bize kadar gelen ölüm çığlıklarına sağır oysa kulaklarımız. Yüreğimizin derinlerinde sonsuzca uzayıp giden mutlu yaşamları, günbatımlarını, bitimsiz aşkları arzularız çünkü. Bu umutla sürdürür, doldururuz anları. Ölümsüz bir yaşama tutunarak, ona demirleniriz.
Umut yaşamı süsleyen bir illüzyon olsa gerek. Hakikati renklerle boyayan bir kandırmaca. Ölümü öteleyen bir umut ancak yaşamı bozguna uğratır. Dingin ve kabullenişte olan bir yaşam ancak geçiciliğe ‘evet’ demekle mümkündür. ‘Her canlı ölümü bir gün tadacak’ yazar mezar girişlerinde. Yazı, korku salar içimize, ürkütür. Neden mi? Yaşamdan ölümü çıkarıp aldığımız için. Yoksa neden yaşamdan içrek olan ölüm hatırlatılsın ki! Ölmeyecekmiş gibi yaşa diye salık verilir. Sözün sakatlığı yaşamı değerli kılan ölümü yok saymasında. Başkasının ölümünden öğreneceğimiz çok şey var. Unutmak yerine hatırlamak mesela. Ölmeyecekmiş gibi yaşamak yerine, dolu dolu yaşamak için ölüme evet demek gibi!
Bir ruh bütünlüğüne ihtiyaç var kısaca. Dünya ile kendimiz arasında ve yaşam ile ölüm arasında. Bir dengeye ihtiyaç var. Hiçbir bozgunculuğa başvurmadan zorunlu olanı olduğu gibi kabul etmek gerekir. Bu cesareti gösterme gerekliliğini. Yazgıya evet demekteki kasıt bu! Sonsuzda içrek olan sonlu yaşamı yaşamak…
Denizle kuşatıldığım bu yükseklikte, adanın bu mezar taşları arasında bütün bu düşünceler akıyor. Kendimi kâinatın denizlerine bırakma yürekliliği gösterebilecek miyim? Benim olan denizi keşfedecek, ona kavuşabilecek miyim?
Yeni yorum ekle