Kendini İhmal Etmenin Farkındalığına Davet!

Deneme

Kendini İhmal Etmenin Farkındalığına Davet!

Eliz Avaroğlu

-"Buralarda doğduk, buralarda doyduk elhamdülillah, dedi...Gurbet çekmedik...Sen, ben, bizim sokağın ikiz bıçkınları kopmadık hiç, birlikte yaşlanıyoruz…Ne güzel..."
Çayını yudumlarken çapkınca göz kırpmayı ihmal etmeden gülümsedi ; -"Sen, bir de Emine anneden kız aldın da yuva kurdun... Babadan kalma hırdavatçı beni ne oldurdu, ne öldürdü, yetti şükür...Ehh, senin düldül iş görmüyor artık gerçi ama, sen de ona bir ailenin beş boğazı kadar minnettar olmalısın...Bu şehirde düldülünün teker izinin değmediği bir semt, bir sokak kalmış mıdır, bilmem...Çocukların yüzü senin domatlarla, kirazlarla, karpuzlarla allandı valla..."  
Yüzünde, onun da kendi çocukluğundan kalma -yaramazlık sırıtmasıyla- ekledi:  
-"Kapı kapı gezip, milletin bebesine tuzlaya tuzlaya ikram edip, bolca yedirdiğin hıyarlar da boşa gitmedi elbet" dedi...-"Baksana, ortalıkta ipe sapa gelmez, görüntüsü insan lâkin hâl ve gidişi sıfırın altında çakılıp kalmış ne çok adam var..."

Karşısındaki güldü ağız ucuyla...Sessizce dinlediklerini tarttığı akıl terazisinin kefelerindeki "iyiki"lerle/ "oldu da ne oldu"ların dengeye gelip gelmeyeceğini anlamaya fırsat kalmadan, zihnini arkadaşı Rıza'nın gözlerinde sıfırladı...Sevgiyle, neredeyse yarım asırlık arkadaşına, vefakâr arkadaşlıklarına baktı...

Geçen gece yaş gününü kutlarkenden beri içinde bir tuhaf huzursuzluk, tanımadığı ve adını koyamadığı değişik bir rahatsızlık hissi vardı...Minik kızı, neşeyle boynuna sarılıp onu öperken  "Ya sen de Suna'nın babası gibi hep ülke ülke gezseydin?? Ya biz de seni ancak konserlerin bitince görebilseydik??" demiş, o esnada iç âleminde -sanki, ayak parmağında uyuta uyuta varlığını unuttuğu ömürlük nasırı varmış ve de ona fütursuzca basılmış kadar- derin bir kalp ağrısı uyanmıştı da, bu ağrı şimdi onu, günlerdir uykusuzluğa mahkûm ediyordu...

-"Anlatsam"... diye düşündü ve düşünce hızıyla da vazgeçti -günlerdir içinde büyüttüklerini- arkadaşına anlatmaktan...Biliyordu ki, kan kardeşi onu anlayamayacaktı..Hatta belki onu,  şükürsüz, rahat batmış, dert aranan  
olmakla suçlayacak ve kimbilir aklına daha ne soru işaretleri takılıp kalacaktı...

Oysa  -kızının deyişiyle Suna'nın babası-, çocukken onların taktığı lâkabıyla "Yay'lı" (- ki, onun adı Eren'dir)  -sahiden- dert olmuştu içine günlerdir...
Esasen Eren değil, Eren'in erdiği - hem de mücadele ede ede, irade koya koya- Hayattı ondaki huzursuzluğun sebebi…Sanki, onun istediği hayat şimdi Eren'indi ve o da buna içerliyordu...Peki, ruhunu saran ve dahi sarsan bu ağrıdan böylesine muzdaripken, bir de kendini affedilmeyecek kadar suçlu ve bir o kadar da suçundan sorumlu hissetmesi nedendi?

Çok bunaldığını hissetti bir an - ruhu sanki göğüs kafesinde sıkışıyordu- ve uyduruk bir bahanenin arkasına sığınıp dostu Rıza'nın muhabbetine de, yarısı hâlâ bardaktaki çayına da, az sonra başında cebelleşecekleri sedefli ceviz tavlaya da hızla veda edip oradan ayrıldı...

Kendisini çabasızca içinde bulduğu yaşantısına mutlulukla razı geldiği günlerine inat şimdi, hayatın ona hazırca sunmadığı fakat onun aslında çok istediği ama peşine düşmeye de cesaret edemediği -bilinçaltına tıkılmış, gerçekliğine bir türlü kavuşamamış, düşsellikte yitmiş- bir Hayy'at onu huzursuz ediyordu; aslında o -basbayağı- "gerçekleştir(e)mediği kendisi"ne kızıyordu...

Aile, soy-sop, ad-soyad, dil, din, ırk, şehir, düzen, huy, âdet, alışkanlık, öğreti, daha 
bilmem neler, neler...Olsunlar, olmasınlar, o ne dedi, bu ne yaptılar, aman ne gerek varlar, şükür yeterler arasında bir Hikmet vardı oysa...O genç Hikmet'in ne istediğini bir zamanlar biliyordu bu yorgun adam; hatta o isteklerin hülyasıyla heyecanlandığını, bütün varlığını delişmen bir mutluluk sevincinin sarıverdiği günleri bile hatırlıyordu...

Eren'in dedesinden armağan olan kemanına ve -arkadaşlarının muziplikleriyle- zamanla lâkabına dönüşecek olan -en az Eren kadar incecik, nağmeler üretmekte pek mahir olan - 3/4 keman yayına mukabil, çocuk Hikmet'in de kitapları vardı küçücük avuçlarının arasında...Okumayı, okuduklarını düşünmeyi çok severdi çocuk Hikmet...Bu şehirde büyümüş ve yaşamış "yazar adamlar"ın yazdıklarını merak edip okurdu en çok; " -demek ki bu şehirde onlara ilham veren bir tılsım var; ben de o tılsıma kapılsam da öyküler, romanlar yazsam...Yazsam, yazdıkça kanatlansam uçsam... Sözlerim ve gözlerim nice kentlere, farklı insanlara değse... Gezsem, görsem, sezsem, sevsem dünyayı ve bir tek buranın değil, yedi bölge dört iklimin, kıtaların, okyanusların Hikmet'i olsam" diye coşar, aklından geçirdiklerini de -köpürte köpürte destekleyen bir diğer hayalperest- Eren'le mutlaka paylaşırdı...

Ben kemancı olacağım diye karar veren ve omuzuna taktığı keman kutusunu ağlayan annesinin gözyaşlarına yeğ tutup, babasının öfkeli karşı çıkışlarına da kalkan yapan Eren, birgün bu Mevlana şekerli şehirdeki ağız tadını yok saydı ve gitti sahiden...

Hikmet'in ailesi, komşular, bütün öbür çocuklar herkes onu çok ayıpladı, hatta kınadılar...Eren'in ana-babasına acıyanların, kadercilerin, tahtını yapıp bahtını yapamıyorsuncuların sözleri sardı etraflarını aylarca...Hikmet'in vazgeçişi o günlerde miydi acaba?, pek hatırlamıyordu...Korkup sindiğini hatırlıyordu ama...Bir de,  hayal kurmasından korkan annesini, elindekiyle yetinmeyenin her şeyini kaybedeceğini söyleyen babaannesini, okuya okuya alim mi olacağını soran babasını hatırlıyordu...

"Kendilik" sorumluluk almayı gerektiriyordu oysa; kendi hayatını diriltme mücadelesinin sonucuydu "kendilik"....Kendini gerçekleştirmek, kendi Hayatının diriliş hikâyesini yazmak, ayağa kalkmak - ve hatta gerekirse/çoğu zaman- ayaklanmaktı; içine doğduğu ne olursa olsun, içine sindire sindire içinde yaşayacağını  seçmekti, özgürlüğe kanat açmaktı "kendilik"...
Payına düşenle dostluk kurup, yine de hayâllerini ıskalamamak, Varlıktaki oluşlara varlığındaki renkler ile katkı sunmaya niyet etmek, potansiyellerinin çağrısına kulak tıkamayıp, hatta biraz da "olmaz!" deneni oldurmaktı...

-"Kimliğimiz belli" dedi kendi kendine Hikmet , - "Kişiliğimizi de gerçekleştirdik; fena bir insan değiliz, bize bel bağlayanları aç- açık koymadık, utandırmadık da çok şükür" diye düşüncesine bir zincir daha ekledi sonra... -"Amaaa" dedi....Uzunca göğüs geçirdi - "Kendiliğimizi" ıskaladık... Hay-huy içinde savrularak yürüdüğümüz bu yolda, Hikmet'in yaradılışındaki asıl hikmeti, ışığı, sevinci kaybettik be..." 
Ezilen ruhu, üzülen vücudu - sanki pişmanca aşağı bıraktığı omuzlarından bile - derin bir nefes daha verdi...

Ahhh, sevgili dostum...Kabus deyip korkulmamış, gerçekleştirilmeye azmedilmiş hayallerdir oysa kentleri, ülkeleri, insanları, hayatları, olayları güzelleştiren ve iyileştiren yegâne tılsım...
Hayalini "Hayy" eden (dirilten, ol'duran)  "Hayy'at Mimarları, Yaşamak Ustaları"dır ki onlar; seni ve beni, bugün daha çok düşünmeye, daha bilinçle yaşamaya, daha incelikli davranmaya, daha derin kavramaya, daha güzele sevdalanmaya sevk ederler, bizlere umut ve ilham verirler...Kimi kaleminin ucunda, kimi bir kemanın yayında, kimi bir projenin başında, kimi bir mermerin yontusunda, kimi bir mikroskobun camında, kimi bir sahnenin tozunda bulur "kendiliğini" ve Hayatının bütün neşesini...

Peki ya sen!
İçinde kendini kaybolmuş, yorulmuş, tükenmiş, hissizleşmiş hissettiğin, hiçbir şeyi ile ruhunu besleyemediğin, renkleri solgun neşesiz gri kentinde  "kendiliğin" için sarfetmeyi ihmâl ettiğin çabanın pişmanlığını yüreğinde hiç hissettin mi?

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.