İstanbul, İstanbul

Edebiyat

İstanbul, İstanbul

Sibel Ünal

İstanbul’a yeni gelen biri, onun iki katmandan oluştuğunu anlayamayabilir kolaylıkla, ama öyledir; yerüstü ve yeraltından oluşur kent. Bu enine yırtılma aslında bir fay hattı kadar serttir. İnsanlar arasında depremlere neden olur, çatlağında öfke, kin büyür de büyür. Kenar mahallelerde biriken bu hınç kimi zaman merkeze kadar aksa da etki etmez. Kulaklar tıkalıdır onlara. Duyan olmaz. Kent hepsini emer, sükûnet örtüsünü serer üstüne. Unutulur bir süre sonra, sakinler her şey. Nasılsa öyle. Ne işsiz dolanan, gelecek korkusuyla yaşayan gençlere ne de bir parça ekmek için gün boyu dişini tırnağına takıp çalışanın imdadına yetişir. Parlatır kendini kent, parladıkça altın sanılır. Ta uzaktaki duyar da koşup gelir buraya. Gördüğü ise bir avuç aldatıcı parlaklık olur.

İstanbul burası!

Eskinin üstüne camekanlar giydirilen kent. Alt katmanlarında Osmanlının, Roma’nın, Bizans’ın izleri saklı olan kent. Işıltılı vitrinleri sabaha değin yanıp sönen, düşler kurduran kent burası. Soran var mı ışıltısını parlatan nedir diye. Yıkıntıların altındaki ölüler ve o ölülerden beter yaşayan alt kesim yoksullarıdır elbet. Bunların üstünde yükselir İstanbul. Yükselir de yükselir…genişler de genişler.

Zindanları, tek gözlü evleri ile açlık içinde yaşayan bir canlı ölüler mezarlığıdır kent. Onların kokuları, tükenmez düşleri ile göçmüş gitmişlerin iskeletleri, kemikleri, solmuş bedenleri birbirine karışmıştır. Toprağı kadar havası da onlarla doludur. Bu yükle yaşar İstanbul. Göğünde her daim acıyla, kederle dolanır bulutlar. Görünmez bir kent vardır İstanbul’un içinde. Görünmez bir kahrın onulmaz bir ıstırabı dışa taşar onda. Milimetrik alanları dolduran ayakların tepisi altında, ağırlaşır. Yine de kayıtsızdır. Gökdelenlerin arasında zor seçilebilen sivri minareli camilerin yankılı sesleri cam giydirilmiş duvarlara çarpıp geri döner beş vakit. Geniş kubbeli kiliselerin çanları, sinagogların gonkları ise hiç duyulmaz olur.

Yeşilliğe anca mezarlıklarda rastlanır bu kentte. Denizse rengini yitirmiştir çoktan. Su çürür hızla. Bütün bu keşmekeşin içinde dolanır da dolanır insan. Bir labirentte dolanırcasına…

Üsttekinden gizli altta başka bir kent uzanır; kendini dışardaki bu şeylere kapatan, ırak, sırlı, izbe, eski, köhne… Görünür ya da görünmez bu kent. Yoksulluğu çeker üstüne, hırpaniliği, harabeliği… Fareler, haşere, türlü türlü kuş ölüleri, insan artıkları, pislikleri, çöplerle örtülüdür bu saklı kent. Terkedilmiş yaşlılar, soğuktan ve açlıktan büzüşen sokak çocukları, pezevenkler, orospular, kerhaneden kaçan kaçkınlar, mafyanın uyuşturucuya alıştırdığı garibanlar, kaçaklar, hırsızlar... Sokakları dar, duvarları yüksektir bu yeraltı kentinin. Üst sınıftan kimse dolanmaz buralarda. Ola ki bir oğlanın peşine takılıp gelen, hayvani dürtülerine gem vuramamış geçkin bir zengin veya yanlışlıkla yolunu yitirmiş bir varsıl. Demem o ki; hasbelkader yeraltından sıçrayıp yerüstüne çıkmışsa birileri ona kuşkuyla bakmalı; ya yalıda yaşayan yaşlı kadının elinden demans raporuyla malına el koymuştur ya da zifiri karanlıkta Kapalıçarşı’da kuyumcu soymuştur!

Burası İstanbul!

Büyük mü büyük. Yılanvari surlarla çevrilidir. Bağırsaklarından safralı, zehirli sular dökülür denizlerine. Bir zamanlar aşıkların aynasında kendilerini seyrettikleri sularında şimdi metan gazı parlamakta. Karanlıktır kuyuları.Ölülerin koynunda, irinli cerahatler akar içlerine. Ağulananı, sarhoş olanı, darlananı da var kentin.

Kısaca hikâyesi çoktur İstanbul’un.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.