Bazı Kadınlar
Figen Güçlü Davran
Gökten gelen her şeye eyvallahım var. Severim gökyüzünü ve gökyüzüne ait olanları. Maviye bayılırım, bulutların hastasıyım; kuşlara deliririm. Ve bugün işini layıkıyla yapan bir gökyüzü var. Etekleri havalananlar, ters dönen şemsiyeler, havanın huzursuzluğundan iyice kudurmuş dalgalar ve başağrısı. Hoş geldin lodos… Havaya rağmen yürümeye çalışıyorum; insanın aynı anda çantasına, şemsiyesine ve paltosuna sahip çıkmaya çalışması marifet gerçekten. Hele bir de benim gibi kafasının içinde düşünceler cirit atıyorsa. Lodos iyiden iyiye bastırıyor. Hiç sevmem Lodoslu havaları…
Bir de gökten düşen elmaları sevmem… Hiçbirini ne anlatanın başına ne dinleyenin başına ne de iyi insanların başına düşen elmaları sevmem. Elma dediğin ağaçtan düşer; gökten değil… Hay aksi! Tam da topuğumun kaldırıma sıkışacağı zamandı; acelemin olduğu yetmiyor gibi… Lodos bir taraftan, kafamdaki tilkiler bir yandan şimdi de ayakkabım… Kırılmadan kurtarabilsem topuğumu… İnsan hangi dilde ağlarsa ağlasın; gülerse gülsün fark etmez. Ama anadilinde sövmeli; şöyle sunturlu, kallavi bir küfür etmeli anadilinde ki yüreğini örten tortu uçup gitsin de ferahlasın yüreği. Ben böyle yolun diye başlamışken. Hıhh… Kurtarabildim ayakkabımı.
Biraz daha hızlanabilirsem eğer, ama bu lodosta ne mümkün. Bedenim dimdik yürüyor; ama ruhum, çoktan diz çöktü. Ben bu duyguyu biliyorum, ayakta sapasağlamken ruhunun toprağın beş metre altında gitmesini…6 yıl önce öğrendim. Gökten düşen elmaların olduğu bir hayata inandığımda. İnandığım hayata fena halde lodos vurduğunda ve ben kendi hayatımın lodosçusu olduğumda…
Hayatıma girdiğinde henüz üniversitede öğrenciydim. Gümbür gümbür girdi hayatıma. İki dersten uzatmalıydı, hem çalışıp hem okuyordu. Ben daha dur ne oluyor demeden sevgili olmuştuk ve bende kalmaya başlamıştı. Bende okul falan hak getire. Hayatımda sadece O ve O’nun hayatı vardı. Onun seçimlerini yaşıyordum. Zaman geçtikçe koşa koşa geldiği eve ayaklarını sürüye sürüye gelmeye başladı. O evden uzaklaştıkça; ben çevremden uzaklaşmaya başladım ki eve isteye isteye gelsin. Elimde, avcumda, hayatımda sadece O vardı. Onunla çıkar, onunla gezer, onunla yer içerdim. Aman işten geldi, yorgun dinlensin; aman dersi var çalışsın. Gittikçe O olmaya başladım. Evde varlığı önemsenmeyen; fakat yokluğu hemen anlaşılan bir eşya gibiydim. Kahve kavanozu ya da havlu olabilirdim. Ben bu kadar yok olmuşken bir gün hayatıma girdiği gibi gitti. Aynı ışık hızıyla… Uçtu. Ve sorun bende değil ondaydı… Neydi ki bu sorun? Kadın bilgeliği diye bir şey olduğunu da o zaman öğrendim. Kadınlar anlıyordu, sesinin tınısından, nefes alışından biliyorlardı yolunda gitmeyen hayatı. Ben bir şey söylemeden anlamıştı annem de. Ve hemen yanıma gelmişti. Enerjimi ağlamak dışında hiçbir şeye harcayamadığım zamanlardı. Kutu kutu mendil bitiriyordum. Arada kafamı yorgandan çıkarıp ‘’Anneee; benim şu kanepeden hiçbir farkım yokmuş!’’ diye bağırıp tekrar gömülüyordum yatağın yorganın içine. ’’Anne inşallah benden sonra bulduğu, tekli koltuk kadar değerli olur da benim kıymetimi anlar. Şu kapıya gelir yalvarır.’’ Annem; ‘’ Sen koltuk olmayı tercih ettikten sonra üzülme; O ne bulursa bulsun. Sen seni koltuk yerine koyacak birini bulursun.’’ dedi. Kızların en iyi psikologlarıdır anneleri. Annem artık susmayı bırakıp konuşmaya başladı benimle. ’’En büyük yanılgınız şu hayatta; sadece senin değil annelerinin biriciği tüm kızların, birini buldum diye hayattan kopmak niye?’’ ‘’Ama annem beni çok düşünüyordu. Ne olsa; sen bırak ben alırım, sen gitme ben giderim. Yalnız gitme aklım sende kalır. Beni kaybetmekten öyle çok korkuyordu ki!!!’’ ‘’Sen onu benim külahıma anlat. İlişkiniz devam etsin diye; sizi siz yapan bütün değerlerinizi, fazlalık gibi atıyorsunuz. Ve tüm değerlerinizden, hobilerinizden vazgeçince de hiçbir heyecanınız kalmıyor canım benim. Çünkü hepimiz kendimize değer katacak hobileri, meslekleri seçer ona göre de değer görürüz. Ama sen tüm fazlalıklarını atıp hayatı şu pencereden seyretmeyi kabul edersen; sorun sende değil bende olur işte. Sana senden sıkıldım diyememiş, kalbin kırılmasın diye. Ve biz anneler bu işlerin böyle olacağını görüyoruz da, gördüğümüzü gösteremiyoruz işte.’’ Bu fazlalık olayı mühim. Hayatım boyunca uğraşıp didinip sahip olduğum tüm değerleri öyle bir dağıtmıştım ki… Pencereden görüyordum hayat yolunda gidip gelenleri… Ben niye pencerenin iç tarafındaydım ki? İnsanın dışarıyı benim gibi izlemesi için iki sebep varmış: Ya kendinden çok sıkılması ya da benim gibi kendini tüm fazlalıklarından sıyırması. İzlediği hayata karışması için tek bir sebep kendini bulabilmesi! Tam altı ay, koskoca altı ay didikledim kendimi; ama kalktım. İçim ekşiyordu, yaşamayı, öğrenci olmayı unutmuştum. Ama inadım vardı. İnşaat mühendisliğinden önce kendi mühendisliğimi yaptım. Anlamak harika bir şeydi ve ben kendimi anlamaya başlamıştım yavaş yavaş. Eğer O olmasaydı; ben bugün bu kadın olmayacaktım. İçimde ki yaralara o tohumları ekmeseydim, şimdiki ben olmayacaktım. Benim bu kendinden mutlu, her şeye rağmen kendinden memnun insan olmamın sebebidir kendisi. İyi ki beni bırakmış…
İşte böyle bir lodostan kurtardım kendimi, kişisel tarihimin tüm kıymetlerini topladım. Temizledim, parlattım ait oldukları yerlere tek tek yapıştırdım. Fakat bu zamanları hatırladığımda ihtişamlı bir varoluş değil, bir çamur deryasından kendini kurtarmaya çalışan bir hayat acemisi geliyor aklıma. Şimdi de sevgilime gidiyorum, fena bir şey oldu iki gün önce. Benim için o ayrılık bir yeniden doğuş demekti ve bunu kutlamak için her sene o adama teşekkür çiçeği gönderirdim. Bu seneki çiçeği Mert gördü ve her şey berbat oldu. Şimdi Mert’i toparlamam lazım, kalbinin kırığını gözünde gördüm Mert’in. Çok canım yandı. Tekrar anlatacağım…Geldim Mert’in evine.
Elimi kaldırmadan kaç dakikadır çalıyorum zili, evde değil galiba. Neyse merdivende oturup bekleyeyim biraz. Yakınlardaysa gelir belki. Belki de gelmez; kafa dağıtmaya gittiyse ya da başka bir randevusu falan varsa… Olmasın ama lütfen. Belki de markete kadar gitmiştir. Telefonla arasam? Ama dünden beri kaç kez aradım açmadı; yine açmaz. Ufff! Yarım saattir buradayım. Gelmeyecek. Fotoselli ışık yandığına göre biri geliyor demek ki… İşte O; Mert. Sevgilim! Gelmene çok sevindim. ‘’Alya napıyorsun kapımın önünde?’’ ‘’Kapımın önümü oldu şimdi? Bir günde kapımızdan, kapına geçiş mi yaptık Mert?’’ ‘’Alya; hiç laf oyunu yapacak halim ve konuşacak takatim yok.’’ ‘’Hayır, var Mert; beni dinlemek zorundasın; daha doğrusu anlamak zorundasın. ’’Zorla girdim içeri; davetsiz. Pat diye.
Mert; ben yokmuşum gibi davranıyor şimdi. Dağını, taşını, deresini, denizini talancılardan korumaya çalışan direnişçi edasında. Birlikte yarattığımız tüm güzel anıları; benden korumaya çalışıyor sanki… Sanki ne olduysa… ‘’Konuşmamız lazım; daha doğrusu benim anlatmam lazım. Tek başıma burada oturup anlatamam ya konuşmak karşılıklıdır Mert.’’ ’’Eee; sen iki gün önce konuşmuştun zaten Alya‘’ dedi, o uzak sesiyle. ’’Bak; tatlım. Son iki buçuk yılın hatıralarını birlikte yarattık. Bak bu mühim… Benim için bir tohum gibi kıymetlisin… Hayatı yeniden başlatan o tohum. Ben baştan anlatacağım. Sonuna bakarız bitanem.
‘’Bazen böyle olur sevgilim! Bazı kadınların ışıl ışıl parlayabilmesi için önce sönmesi lazımdır. Fena sönmüştüm. Sönmek sevgilim bak; bu çok kötü… Nerden, nasıl yanacağını bilmiyorsun tekrar. Her yer sıkı sıkı kapalı ve ışığın hangisinin, hangi kapıdan süzülüp gireceğini bilmiyorsun. Çok beter bir histir sevgilim. Sanki mülteci kampında yaşıyorum da üzerime peri tozu üfleyecek nefesi bekliyorum. O karanlığın içinde yüzerken fark ettim elimi kullanıp ışığı açabileceğimi. O peri tozunu üfleyecek nefesin sahibi bendim; kendi karanlığımda kendi sihirli değneğimi yarattım. Acıyan her yerime değdirdim değneğimi, her acıma üfledim nefesimi. Baharla bahçeyle çıktım girdiğim mezardan. Yolun başında henüz bir koltuk gibi hissediyorken kurtardım kendimi daha ileri gitmeden. Saklambaçtım ben mesela, ebeleyen de ben, ebelenen de ben!
Hem biliyor musun sevgilim; her kadın bir kere ölür. Aklıyla, kalbiyle, işiyle, gücüyle ölür bir kere ve hep bir adamda gömülüdür ölüleri. Adamlar sevgilim yürüyen mezarlık gibidir!!! Gökten düşen o üç elmaya inanmazsa bir kadın, yemyeşil bir ormanda upuzun uyurken mesela o sihirli öpücüğün sahibi olabilir, kendi kendisini sağaltabilirse bir kadın… İşte o zaman bir daha doğabilir kadınlar; anlarlarsa sihrin sahibinin kendisi olduğunu. İşte o kadınlar hep gülerler sevgilim!’’
Gördüm gözünde Mert’in ben o ışığı. Anlamıştı beni, en kötü anlamaya başlamıştı. Anlamasaydı üzülürdüm, çok üzülürdüm hem de… Ya da çaba göstermeseydi. Çaba göstermek değer vermektir çünkü. Bir saniyeden daha kısaydı ışık yandı gözünde… Anlaşılmak, muhteşem… Devam ettim konuşmaya. ‘’ İşte; benimki mezar ziyareti gibi sevgilim!’’ Mert gözüme baktı; ’’ Hepsini anladım Alya, anlattıklarından zerre şüphem yok. Ama çiçekler?’’ ‘’Çiçeksiz mezar ziyareti olmaz ki sevgilim!’’
Yeni yorum ekle