Bir Anı ve Ötesi, 70.Yaş Muhasebesi  

Öykü

Bir Anı ve Ötesi, 70.Yaş Muhasebesi  

Hasan Pekmezci

zorbatv

Yıllar önce küçücük bir arap portremi buldum. Bir zamanların aluminit fotoğraf tekniği. Önce arabı çekilirdi, bugünkü fotoğraf makinalarına benzemeyen bir düzenekle. Kocaman, arkasında siyah örtüsü bulunan acayip bir fotoğraf makinası.  Sonra bu arap yine aynı düzenek yardımı ile normal pozitif denen vesikalık  haline dönüştürülürdü. Ben bu arap görüntüyü de saklamışımB
‘’Benim’’, dedim. Yüzlerini buruşturarak “Bunun neresi sensin ki,” -Gerçekten benim küçüklüğüm. ‘’Sana hiçbir yeri benzemiyor ki bunun’’... * Gerçekten de bir deri, bir kemik, kepçe kulaklı bir oğlan. Ürkek, korkak, bet-beniz soluk mu soluk.  Üstündeki ceket fotoğrafçının, Gömlek fotoğrafçının. (benimkinin yakası olmadığı için kravat takılamadığından, orada değiştirdiler.) Kravat fotoğrafçının, içlik-miçlik zaten yoktu. Vesikalıkta  görülmeyen  Pantolon kim bilir kimin eskimişiydi. 13 yaşıma kadar giydiğim “Köylü Konya” lastiklere alışkın ayaklarımdaki ayakkabı ilk kez  bir iskarpin. Köylümüz olan bir Köy Enstitülü abinin eskimişi, o da emanet.
Çocuklarıma ispatlamam gerek. Ne yapalım, bir büyüteç bulduk, orasını burasını inceliyoruz portrenin, çaktırmadan aradığımız,   aslında benim aklıma gelen yer. Onlar bilmiyorlar ne aradığımızı ama bakıyorlar, ağzıma, burnuma. Sonra bulduk, sol kulağımın memesindeki yırtık. Benim eski öğrencilerim, arkadaşlarım bile unutmuştur, bu yırtık yeri.  Resmî evraklara vesikalık  çekilirken iki kulağın görülmesi gerekliliği burada işe yaradı. Sol kulağının memesi yırtık bir vesikalıktı ellerindeki... İkisi birden sol kulağımın memesine sarıldı, 
-N’oldu babaaaaa? Demek ki o zamana kadar fark etmemişler, dikkat etmemişler, çocukluk bu ya. 
-Buraya n’oldu babaaaa... -Bilmem ki, unuttum... Diyebildim. * Anlatmadım, anlatamam ki onlara. Anamın üvey babası-yani üvey dedem, çekip kopardı, diyemem ki. Kim bilir ne çocukluk yaptım, unuttum gitti. Ceza olarak parçası koparılan bir kulak kaldı bana. Çocukluğumun nişanı. Aylarca yaralı  kulağımla acı içinde kıvrandım. Köy yeri, kim ilgilenecek ki?  
-Demek bu fotoğraftaki senmişsiiiiiin? diyebildiler. Bundan dört ay sonra yeni dikilmiş, gıcır, kruvaze bir  elbise içinde afili bir poz.  Yüzünde tatlı bir gülümseme.  Düğmeler ilikli. Ayaklarında 3-4 numara büyük de olsa, burnu çaputlarla doldurulmuş da olsa. Yürürken bükülmediği için ayaktan çıkı çıkıverse de Beykoz bir kundura. Ama kendinin. Elin biri ceket cebinde. Bir ayağı önde, ayakkabı iyi görülsün diye mi ki...Hafif yana bakan, bir kalçasının üstüne doğru yaslanmış olarak çekilen siyah beyaz bir fotoğrafım daha var. Zaten iki üç fotoğrafım var o yıllara ait. Eşim bir ikisini çerçeveletmiş, evimizin her daim görülebilecek bir yerinde. “Ya bu kim” demeye kalmadı; “AAA bu sensin” Topu topu dört ay geçmiş aradan. İki farklı resim. İki farklı çocuk...
* Ne değişti bu dört ayda. Emanet elbiselerden kruvaze takım elbisesi, gömlekleri, kendine ait kundurası, iç çamaşırları, kendine ait, karyolası, yatağı, nevresim takımları, battaniyeleri. Bunlar mı sadece? Bunlardan çok ötesi... Karnı doymaya başladı. Üç öğün yemek, ne demek. Beyni doymaya başladı, nitelikli mi nitelikli, donanımlı, okul ve öğrenci odaklı, seçilmiş öğretmenler;  kitaplar, kütüphaneler, abiler, piyesler, şarkılı-türküyü Cumartesi geceleri. Cumhuriyet, Atatürk, Vatan sevgisi. Dostluk, arkadaşlık. Daha ilk günlerde öğrendiği bir dev şair Tevfik Fikret; ardından bugün de çok sevdiği Yahya Kemal ve diğerleri. Adam yerine konmaya başladı, “Aslan oğlum” dedi bir öğretmeni; yaptığı ilk resmi görünce... O zamana kadar “gahbenin dölüüüü. Uyuşuuuk. Geberesiceeeee. Sıtmalıııı.. En çok duyduğu, her saat duyduğu sözlerdi.  “Uyuşuk-muyuşuk” neyse de   “Gahbenin dölüüü” çok ağrına gidiyordu. Çok sevdiği, kendisini çok seven anası için böyle sözlerin söylenmesi. 25 yaşında  ölüp gidivermiş, doğru dürüst bir gün görmemiş, bir gün bile karnı doymamış bir ana için söylenen. Dahası üç çocuğuna doymadan gidivermiş... Ardından iki küçük kardeşi de  yokluk, açlık ve ilgisizlik içinde analarının peşinden… Geceleri için için ağlıyordu, bu sözler için, anası için, aklından çıkmayan kardeşleri için. Kimseye sezdirmeden; sezseler bir yığın dayak da vardı...  
Ama bir öğretmeni vardı, İlkokulda, Köy Enstitülü. Bu okulun, bu kurutuluş kapısının, bu binlerce köy çocuğunun umudu okulun yollarını ona hazırlayan. Ona “ASLAN OĞLUM” dedi. Bu yuvada, bir başka Köy Enstitülü öğretmeni.
“Uyuşuk-muyuşuk”, demedi. O kadar babacan, o kadar sevecen söyledi ki yüreğine işledi… 13 yılda, içine çok şey sığdırdığı hayatında ilk kez duyduğu bir sözdü bu. Kaç gece yattığında kulaklarındaydı, “Aslan Oğlum” sözü, gözlerinin önüne geldi, öğretmeninin güzel yüzü. 
Yüzüne kan geldi, can geldi. Ezik-büzüklük gidiverdi... Kendine, ulusuna, yurduna, öğretmenlerine, okuluna  sonsuz güven geldi.  En önemlilerinden biri “Aidiyet duygusu”. “Bir ülkem var, bir devletim var, bir koruyanım-kol kanat gerenim var”. Sınıf takımının kalecisi oluverdi. Basketbol takımının da oyuncusu.  
*
O gündür, bu gündür ne anasına ihanet etti, ne eşine, ne işine, ne öğretmenlerine, ne arkadaşına-dostuna, ne Atatürk ilkelerine, ne yurduna, ne ulusuna, ne öğrencilerine, ne kurduna-kuşuna-taşına-toprağına bu ülkenin. O gündür bu gündür, insanoğlu insan olmanın ne yaman bir erdem; insanı insan yapan ve vicdan denen kazanımın ne büyük bir ahlaki değer olduğunu; sevgiyi, saygıyı, sevmeyi, sevilmeyi iliklerine kadar yaşadı. Alnı ak-başı dimdik.  

Hasan Pekmezci-Ankara.2015
 
*

YAŞAM BİR SERÜVENDİR
 Hasan Pekmezci Ocak 2011, Ankara


Zaman ve yaşam bir serüvendir bütün insanlar için. Süresi ne olursa olsun. 92 yıl yaşayan II. Ramses için de, topu topu 19 yıl yaşayan Tutankamon için de. Başlangıç ve bitiş çizgisi arası ne olursa olsun. Bunu sanat alanından birkaç örnekle de anlatmak mümkün. Mahmut Makal “Bizim Köy” romanını yazdığı zaman 19 yaşındadır. Bugün seksen yaşına rağmen Mahmut Makal adı “Bizim Köy” adıyla özdeşleşmiştir. Fransızların ünlü yazarlarından biridir, Raymond Radiget; Türkçeye de çevrilen romanları var. 1903’te doğmuş, 1923’te ölmüş. Kimine göre daha çocuk. Radiget’nin kısacık yaşam serüveninden geri kalan eserleri hala yaşıyor, dünya edebiyatında. Ressamlar var, gencecik; ressamlar var yüzyıla yaklaşmış yaşamları. Dünyadan, Türkiye’den böylesi binlerce örnek verilebilir kuşkusuz. Her meslek alanının, her ilgi ve tutkulu yaşamın çeşitli serüvenler yaşaması kaçınılmazdır ve doğal sayılır. Ancak herkesin bunu niteliklerle donatması; dile getirmesi, yazması, çizmesi, belgelemesi ya da görselleştirecek, somutlaştıracak eserlere dönüştürmesi konusu eğitim dediğimiz; her gün dilimizden düşürmediğimiz alanın temel sorunu. İnsan denen canlının kendini, yetilerini, cevherini, gizil güçlerini keşfetmesinin, bunu toplumla paylaşmasının nitelikli eğitimcilerle ve nitelikli bir eğitim sistemi içinde mümkün olduğu gerçeği bugün tartışılamıyor artık. 

Sınıfta bütün öğrencilere suluboyalar, fırçalar ve resim kâğıtları dağıtıldı. Resim öğretmeni köyünden, kasabasından geçen ay gelen ve doğal olarak analarının-babalarının, sevdiklerinin ve doğdukları yerlerin hasretini çekmekte olan çocukların bu özlemlerini önce sözel olarak, birer öykü gibi, herkese anlattırdı; duygusal bir atmosfer içinde. Sonra “Şimdi Köyünüzle ilgili bu anılarınızı istediğiniz gibi çizelim, boyayalım ve resimlerle ifade edelim” dedi. Bir önceki hafta kâğıtların, boyaların, fırçaların nasıl kullanılacağını; atölyenin duvarlarında asılı olan ünlü sanatçıların resimlerinin hangi teknikleri kapsadığını anlatmıştı. Ayrıca geçmiş yıllarda değişik sınıflardan öğrenciler tarafından yapılan ve bir dosya içinde saklanan resimleri tek tek göstererek anlattığından herkes ne yapacağını az çok biliyordu. Bu nedenle bütün öğrenciler sessizlik içinde, kendi âlemlerine ve hayal dünyalarına daldı. 

Sınıfın en çelimsizlerinden ve sıskalarından; köyünden neredeyse kemik torbası gibi gelen bir öğrenci de yemyeşil orman ve ağaçlar arasında bir kurt resmi çizmeye ve boyamaya çalıştı. Bir orman köyü çocuğunun yapayalnız çobanlık yaptığı dağda-bayırda en çok korktuğu şey yabani hayvanlar olduğu için. Özellikle kurdu fırça ile tekrar tekrar boyayacağım derken kâğıt tiftiklendi, delinecek hale geldi. Bunu görecek diye göz ucu ile bir yandan da öğretmeni takip ediyordu. Birden öğretmen ona doğru gelmeye başladı, sıraların arasından. Yüreği yerinden fırlayacak gibi oldu; “ya şimdi kızarsa, ya döverse”. Köyde her gün bir araba dayak yiyor ve itilip kakılıyordu çünkü. Öğretmen öğrencinin resmini kendine doğru çevirdi; dikkatle inceledi ve babacan bir sesle “Ne kadar güzel bir resim yaptın, aslanım” dedi. “Götür, bunu pencerenin içine koy, orada kurusun, sonra panoya asalım, sana yeni bir resim kâğıdı vereyim”. Azar işiteceğini ya da ensesine bir şaplak yiyeceğini düşünen çocuk afalladı, inanamadı. Kısacık ama karma karışık yaşamında yaptığı bir iş ilk kez beğeniliyor ve bir ses ona “aslanım” diyordu. Telaş içinde resmi Köy Enstitülü öğrencilerin yaptığı geniş duvarlı pencerenin içine yerleştirdi. Çok geçmeden sınıfın resim panosunda asılıydı bu resim. O günden sonra etütlerde, akşamüzerlerinde, Pazar günlerinde işi gücü resim yapmak oldu bu öğrencinin. 
*
 Aradan yarım yüzyıldan fazla zaman geçti, bu anı belleğinden hiç silinmedi. Ya o gün öğretmen, “Aslanım” sözcüğü yerine; “böyle resim mi olur, kâğıdı kirletmişsin, kerata” diye bir şaplak indirseydi ensesine. Bunca zaman resimle/sanatla tutku halinde, içli-dışlı olur muydu ve şimdiki yerinde bulunur muydu?  
Bu anı önemini, etkisini, tazeliğini hiç yitirmedi bunca yıl. Yaşam serüvenimiz içinde önemli bir ilke halinde devam etti. Bu ülkenin sorumluluk duygusu taşıyan yurtsever bir eğitimci bireyi olarak, sanat tutkunu olarak. Eğitim ve sanat alanında elinden geleni içtenlikle ortaya koyma çabasıyla geçen uzunca bir serüven. Ülkenin, toplumun, toplumsal serüveni ile paralellikler gösteren; kültüründen, ikliminden, atmosferinden, bilgi, kültür ve düşün kaynaklarından sürekli beslenen ve bunları kendi potasında harmanlayan bir serüven. Sanat matematik değildir. Bu nedenle sanat alanında her zaman her koşulda, çaba harcayanlarca yapılanlar şöyle ya da böyle tartışılır, tartışılacaktır. 

Bu bilinç içinde sanatı, aktarma, taklit etme, yansıtma eylemi değil, yeniden yaratma etkinliği olarak gördü. Bu eylemi aynı zamanda sanatçının kendini, gizlerini, sezgilerini, yaşama, topluma, doğaya ve dünyaya bakış felsefesini sanat aracılığı ile anlatması, gizlerini başkaları ile paylaşması olarak değerlendirdi. Bu nedenle sanatçı sorumluluğunu, içinde yaşadığı doğayı, ortamı, toplumu, ülkeyi, dünyayı ve geniş anlamıyla evreni gözlemlemeyi, incelemeyi, irdelemeyi, sorgulamayı, yargılamayı gerektiren bir dünya görüşü olarak ilke edindi. Sanatçının sezgilerini, duyumlarını, imgelerini yepyeni bir sanatsal düzen içinde sunabilmesinin doğal bir kimlik oluşturacağı inancını taşıdı. Sanatın, yüzeyselliği, yapaylığı reddeden; nesnelerin, konuların özüne inmekle, nüfuz etmekle, özümlemekle ve yoğun bir birikimle yapılan tahliller sonucu gerçekleşen yönü, onun tarz saplantılarına düşmeden içinden geldiğince kendini ifade etmesine fırsat yarattı. Sanatın salt görsel bir yanılsama olmadığı; duyumsamanın ve düşünsel boyutun sanatın içeriğini oluşturduğuna inandı. Bu nedenle de içeriksiz, duyumsamadan yoksun ve yaşam felsefesiz bir sanatın kof bir biçimsel oyun ve teknik gösteri olmaktan öte gidemeyeceği inancı içinde oldu, sanat yaşamı boyunca... Yukarıda anı demeti içinde değinildiği gibi, 1950’li yılların sonlarında başlayan çizme/boyama-betimleme tutkusu aralıksız olarak bu günlere gelebilmiştir. 1960’ların, 1970’lerin, 1980’lerin, 1990’ların, milenyumların kaotik yapısı, gelgitleri, coşkuları, hayal kırıklıkları, canların-cananların kıyımları dâhil olmak üzere; duygudan, insaniyetten; etten/kemikten mamul her insan gibi bu satırların yazanını da kimi zaman karabasanlar halinde etkilemiştir. Bu kaotik ortamda pek çok sanatçı gibi sanat serüveninin böylesi bir atmosferden yoğun olarak etkilenmemesi söz konusu olamazdı. Bu katalog bir anlamda böylesi bir serüvenden izleri, örnekleri kapsamaktadır. Her resmi ve her resmin görselini izleyenlerin yaşı, başı, ilgi alanları elverdiğince bu toplumsal serüvenleri yaşayanlarla anı ve duygu paydaşlığını hissedeceğini ummak dileğiyle. İyi ki vardı sanat, İyi ki yüreğimizin sesi biçimlendi, renklendi, boyandı bir bir, İyi ki beni biz yapan yaşam vardı. 

 

Yorum

Zeliha Doğan Yeşil (doğrulanmamış) Cu, 23 Eylül 2022 - 23:10

Hasan Pekmezci hocamın yaşam öyküsünü okudum. Kocaman bir hikayeyi yaşaması ve buna rağmen dünya güzeli bir yaşamı devam ettirmesi kocaman bir yiğitlik olmuştur. Güzel ve kıymetli siz Pekmezci Hocalarım saygıyla selamlıyorum.

Şükran Şahin (doğrulanmamış) Pt, 01 Nisan 2024 - 22:56

Nasıl bir yaşam süreci. Bir hikaye olsa 'hocamızın çocukluğu' için buda olmazki, abartılı derdim ve fakat ilk agızdan anlatilanlar. Bir kişisel gelişim mucizesi gibi ve sonrası. Cumhuriyetimizin köy enstitülerinin hediyesi siz ve sizin gibi insanlar🙏Çok anlamlı dokunaklı bir hayat. Size sağlıklı uzun ömürler diliyorum tüm ailenizle, Sevgiler, teşekkürler ilham verici hayat hikayeniz için 🙏

Mustafa Karaaslan (doğrulanmamış) Sa, 02 Nisan 2024 - 16:01

Geçmişe götürdünüz. Şipşak fotoğrafçılık !
Çok merak ederdim. Şimdi dijital fotoğrafçılık. Nereden nereye.
Mahmut Makal'ı da öbür dünyaya yolcu ettik. Işıklar içinde uyusun.
Herhalde yazı çok önceleri yazılmış olsa gerek.
Saygılarımızla,

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.