Ekmek Kırıntıları Ya da “insan olmak en zor sanat”

Öykü

Ekmek Kırıntıları
Ya da “insan olmak en zor sanat”


Hasan Pekmezci

Ellerindeki küçük bez torbalara masaların üzerinden aldıkları ekmek parçalarını koymaya çalışırken bir yandan da ürkek, korkak gözlerle etrafındakilerin ne diyeceğini, ne yapacağını gözlüyorlardı. Daha birkaç dakika geçmeden ve torbacıklara doğru dürüst bir şey konmadan nöbetçi Turgut öğretmen’nin bağırması yankılandı salonda. Çocuklar ne yapacaklarını şaşırdılar, kaçmak mı, anlatmak mı, yalvarmak mı gerekiyordu, karar veremediklerinden bir an kalakaldılar oldukları yerlerde. Zaten nereye kaçabilirlerdi ki her taraf öğrenci, öğretmen, görevli dolu bir okul, dağın başı. 

Turgut  öğretmen hışımla geldi, üşenmeden çocukların ellerinden torbalarını çekip aldı, masaların üzerine yeniden döktü ekmek parçacıklarını, “defolun buradan, bir daha buralara gelirseniz, sizin ayaklarınızı kırarım” naraları ile kovaladı. Çil yavrusu gibi kaçtılar, dayak yememişlerdi ama, akılları ekmeklerde kalmıştı. Bir yandan can havliyle kaçarlarken, bir yandan da ağızlarındaki ekmek parçacıklarını yutmaya, ellerindekileri ceplerine sokmaya çalışıyorlardı.

Ne güzel ekmekti onlar için, ne güzel yiyecek. Parça marça olsun, onun bunun artığı olsun, yemek bulaşıkları içinde olsun, ıslanmış, hamurlaşmış olsun; pamuk gibi ekmekti onlar için. Kim bilir, evdeki kardeşine, kardeşlerine, annesine, belki de babasına “bakın neler getirdim, ekmekler getirdim, bembeyaz, pamuk gibi, siz de yiyin diye getirdim ha”  diyecekti. Belki arkadaşlarına götürecekti, köydeki, buralara gelemeyen, bu ekmekleri bulamayan, yiyemeyen. “Bakın len sizlere neler getirdim, kar gibi bazaar ekmeği getirdim, yiyin doyasıya”. 

Dedirtmedi, nöbetçi öğretmen, bunları çocuklara. Çok gördü, birkaç ekmek kırıntısını. Onun için hiçbir şey olan, ama çocuklar için çok şey olan, ekmek artıklarını.

Çocuklar gitti, kim bilir ne hayal kırıklıkları, ne kin, ne tür iç yıkımları ile. Görevini başarı ile yerine getirmenin, “bunların burada ne işi var, neden izin veriyorsunuz bunlara böyle; ne biçim nöbetçisiniz, bostan korkulukları, vazifenizi yapmıyorsunuz, sorumsuz eşşek herifler” sözleriyle de nöbetçi öğrencileri azarlamanın; nöbetçi öğretmen olarak okulun  ekmek artıklarının köy çocuklarının  boş midelere gitmesini önlemenin rahatlığı içinde odasına yöneldi.

Boynu hep bir omuzuna doğru eğri dururdu, bu yüzden “eğri boyundu” adı, öğrenciler arasında, bu öğretmenin. İdarecilerin odalarına giden koridorla yemekhane arasındaki kapının önünde durdu, eğik boynu ile zor taşıdığı kafasını zorlayarak yemekhaneyi, masaları, hepsinin neşesi kaçmış, yüzleri asık nöbetçi öğrencileri sert yüz ifadesi ile iyice süzdü. Kendine en yakın ve olay karşısında çok etkilenen en çelimsiz nöbetçi öğrencinin bakışını ve yüz ifadesini beğenmemiş olacak ki bir tokat patlattı yüzüne. Yan duvarı  boydan boya kaplayan ve  Nuri Hiçler öğretmenin yaptığı atın üzerinde azametli, heybetli duruşuyla her gün bizi izleyen, her bakışımızda bizim yüreğimizde ışıltılar yaratan, Atatürk resmine bakmadı bile; çıkıp gitti. Tokatı yiyen öğrenci önce arkadaşlarına ve ardından her gün hayranlıkla seyrettiği, kaç kez resmini kopya yapmaya çabaladığı  bu devasa Atatürk tablosuna baktı, Arkadaşları bir yana Atatürk’e karşı mahcup olduğunu hissetti bir an. Hiç bir şey diyemeden yüzünü yıkamaya koştu.

Nöbetçi öğrenciler, ellerindeki kirli bezlerle masaların üzerindeki ekmek parçalarını, kırıntıları kirli karavanalara sıyırdılar, anlatılmaz bir duygu, bir kırgınlık, bir kızgınlık içinde bildikleri bütün küfürleri sıraladılar. Nedenini, niçinini anlayamadıkları bu davranışı içlerinden, yüreklerinden sorgulayarak. Ama kendilerinden birileri olan bu köy çocuklarının azarlanmasının, kovulmasının, o minik yüreklerinin zedelenmesinin ne olduğunu bilerek. Sonra da istemeyerek, karavanaları kedilerin içinde cirit oynadığı çöp kutularına döktüler. Akşama doğru Arabacı Ali bu çöp bidonlarını at arabasına yükledi, bulaşıkçıların yardımı ile; genel çöplüğe döktü, geldi; olanlardan habersiz, her günkü gibi.
*
Aradan zaman geçti, hatta yıllar. Mutfakla bahçe duvarı arasına, köşeye dökülmüş ekmek-yemek  artığı yığınını karıştırdı, bir genç. Bir yandan da etraftan onu görenler olur  tedirginliği içinde, yüreği lime lime. Üstlerinde kedilerin ve belki de kediler yokluğunda farelerin cirit attığı bu yığının içlerine doğru eşeledi, iri ekmek parçalarından birkaçını aldı. Bahçe sulama musluğunun altında yıkayıp, temizlemeye çalıştı. Üst kısımlarını bir kenara sıyırdı, içlerindeki temiz kısımları ıslatarak yedi. Arada bir, akan sudan eliyle alıp ekmeğine katık. Tam dördüncü gündü bugün, bu ekmeklerden yemeye başlayalı. Dört gündür bundan başka hiçbir şey yeme olanağı bulamadığından. Sadece kuru, kirli ekmek artıkları…

Günlerdir yayan-yapıldak iş aradı, bulamadı, Gimediği gazette ilanı, çalmadığı kapı kalmadan. Tophane İş ve İşçi Bulma Kurumu’nu aşındırarak. 

Bahçenin arka tarafında büyük büyük binalar. Önünde çok geniş bir cadde. Vızır vızır otolar, arabalar, otobüsler. Burası büyük bir kent, Türkiye’nin en büyük kenti. En büyük kentin içinde yapayalnız, arkasız, çelimsiz,  çaresiz bir genç insan ve ekmek kırıntıları.
*
Aradan yine zaman geçti, yine yıllar. Samsun’da tüm Türkiye’deki Öğretmen Okulları’nın müdürlerine hizmet içi eğitim semineri veriliyor, bir salonda. Seminerin ilk günü, eğitim, öğretim sorunları, ülke sorunları, konuşmalar, genel tartışmalar. Mikrofonda  bir okul  müdürü konuşuyor, hararetli, ateşli el, kol hareketleriyle, eğik boynu ile kasılmaya çabalayarak, boğazını yırtarcasına, “Türk Milliyetçileri olarak, vatanın, milletin geleceği olan çocuklarımızın, aşırı uçların, komünizm gibi kötü ideolojilerin tesirinden...” 

Konuşmasını bütün müdürler, bakanlık yetkilileri dinliyordu, içlerinden kim bilir neler geçirerek, kendi eğilimlerine ve dünya görüşlerine göre. 
*
Başını elleri arasına almış, bir iki parmağı ile alnına doğru dökülen, önden beyazlaşmaya başlamış saçları ile oynayan biri vardı ki müdürler ve müdür adayları arasında; zaman tüneli içinde gidip gidip gelmekte; yıllar öncesinden başlayarak. Beyni karıncalanmakta, midesine kramplar girmekte konuşanı dinledikçe. “Anıdır bu, silip atamazsınız, kazıyamazsınız beyninizden, yüreğinizden, kanınıza işlemiştir” dedi kendi kendine. “Sizi insan yapan, sizi siz yapan, belleğiniz, aklınız, beyniniz, kimlik tarihiniz.”

Torosların yamacında, bir avuç toprağın zor bulunduğu, bu yüzden adı “Hakvermez” olarak bilinen bir yerde insanüstü çabalarla oluşturulmuş, yemyeşil ağaçlarla cennete çevrilmiş, bir aydınlık ocağında, bir yemekhane nöbetçisisiniz.  Küçük, çelimsiz, sıska bedeniniz burada gelişmeye,  karnınız burada, bu yemekhanede doymaya başlamıştır. Pek çok yemeği ilk kez burada görmüş, burada tatmışsınızdır. İnsan olduğunuzu, birey olduğunuzu burada hissettirmiştir içinde bulunduğunuz atmosfer. Dahası yüzünüze kan, beyninize bilinç yine burada. 

Sizin gibi köylü, yakın köylerde yaşayan birkaç köy çocuğu kapıdan girmiş, masaların üzerindeki ekmek kırıntılarından istemiştir. Sanki köydeki kardeşiniz, kardeşleriniz gibi, daha bunları yiyemeyenler gibi.  Onlar ve onlar gibi binlercesi aklınıza gelivermiştir birden. Başta siz ve arkadaşlarınız da “alın, toplayın” demişsinizdir. Az sonra atılacağını, kediye, köpeğe gideceğini, çöp olacağını bildiğinizden.”Ekmek nimettir” inancınızdan.”Çöpe gideceğine, aç insanların midesine gitsin” düşüncenizden. Tam o sırada nöbetçi öğretmenin tiz,  berbat sesi yankılanır kulaklarınızda. Onun girdiği-çıktığı  kapıya en yakın siz olduğunuzdan ani bir tokat yiyorsunuz körpe yüzünüze. Ne diyeceğinizi, ne yapacağınızı bilemeden. Çocukları kovalayan, sizi inciten, haşlayan o ilkel insan ve o çirkin, tiz ses. Yıllar sonra aynen bu ses. Aynı yaratık, insan sıfatıyla…
*
Yüzünüzü ateşler basıyor. Elleriniz terliyor, ne yapacağınızı ne düşüneceğinizi bilemeyecek haldesiniz. Kafanız, beyniniz, duygularınız karmakarışık. Beyniniz oradan oraya atlıyor, zıplıyor. Bir yokluk içinde köydesiniz, bir İvriz’desiniz, bir İstanbul’dasınız. İstanbul’un orta yerindesiniz, açsınız günlerdir, bir an o ekmek yığınlarını kedilerle, köpeklerle birlikte karıştıransınız. 
O sizsiniz.

*
Bir öğretim üyesisiniz şimdi, isminizin başında en üst akademik   unvanınız var; sizi siz yapan, size kimlik, size statü veren bu ülkenin tutkunusunuz, görev fedaisisisiniz. Derslerinizi, konuşmalarınızı izlemek isteyenler çok. Yaratmaya çalışanlardansınız, elinizden geldiğince; sergileriniz var, yurt içinde ve dışında. Beğenen  de sağ olsun, beğenmeyen de. Karşınızda gençler, anlatıyorsunuz, yaşamdan örneklerle. Afaki, havalarda gezen, yaşamdan, toplumdan, gerçeklerden uzak değilsiniz. Aklınız var,  anılarınız var ve yaşam deneyimleriniz. Konuşuyorsunuz, Dr. V. E. Frankl’dan bir alıntıyla: 

“Yaşam yiğitçe, onurlu ve özgecil olabilir. Ya da  keskin, kendini koruma kavgasında kişi; kendi insan onurunu unutup, bir hayvan düzeyine inebilir. Burada, insanın, zor bir durumun sunduğu ahlakî değerlere ulaşma fırsatlarından yararlanma ya da vazgeçme arasındaki seçimi yatmaktadır... Ancak az sayıda insanın böylesine yüksek ahlakî standartlara ulaşma yetisine sahip olduğu doğrudur.”  Bir küçük cümle ile devam ediyorsunuz: “Kuşkusuz, insan soylu bir varlıktır”(Victor Frankl). Ama…İşte bütün sorun bu ama’da düğümlenir.  İnsanoğlu bu soyluluğu bireysel ve toplumsal etik davranışlara ve insanî birikime dönüştürdüğü zaman hak eder. Genel anlamda vicdani sorgulamanın, sevginin, insan sevgisinin olmadığı yerde soyluluktan söz edilemez. Bu vicdani duyumsama ve sevgi mayası yüreğinize, beyninize işlediğinde, kuşların cıvıltısından senfoniler yaratabilir, çiçeklerin yaprakları arasında bir tüy gibi uçabilir, yaşamın tüm kötülüklerini güzelliklere çevirmenin yol ve yöntemine yelken açabilir, rüzgar olabilirsiniz.

Konuşuyorsunuz, yazıyorsunuz, çiziyorsunuz, boyuyorsunuz, aklınızda her zaman anılarınız: Sizin rehberiniz, sizin yurt ve ulus sevginiz; sizin mihenk taşınız. Sizin insanlık ölçütünüz, sizin duygularınız, sizin sevgileriniz, tutkularınız.

İşiniz gücünüz, temel uğraşınız hep sanat ama biliyorsunuz ki insan olmak en zor sanat !


 

Yorum

Irfan özlü (doğrulanmamış) Cu, 25 Şubat 2022 - 18:20

Sevgili hocam, çok güzel yazılmış akıcı bir tarz. Sıkılmadan okudum. Etkilendim, duygulandım. Ikinci dünya savaşı hemen sonrası bir kuşak için anadoluda biraz da yaygın olarak yaşanan bir öykü. Kelimelerin arasında kendimizden kesitlerde vardı... Hiç yadırgamadım. Selamlar saygılar sevgiler.

Cahit Koçak (doğrulanmamış) Ct, 26 Şubat 2022 - 00:11

Sevgili Hocam ,
Okudum.
Bir yerim acıdı .
Tam bilemedim ,nerem ?
"Eğri boyunlar " azlıyor mu , artıyor mu ?
Onu da bilemedim ...
Günler ,yıllar geçtikçe bilemediklerim azlıyor mu artıyor mu ?..
Onu da bilemedim ..

Elinize , yüreğinize sağlık .
Enerjiniz daim olsun...
Sevgi ve saygı ile ...

Cahit Koçak (doğrulanmamış) Ct, 26 Şubat 2022 - 00:18

Sevgili Hocam ,
Okudum.
Bir yerim acıdı .
Tam bilemedim , nerem .
"Eğri boyunlar" azalıyor mu , artıyor mu ?
Onu da bilemedim ...

Yıllar geçtikçe bilemediklerim azalıyor mu artıyor mu ?
Onu da bilemedim...

Elinize , yüreğinize ,zihninize sağlık.
Enerjiniz daim olsun ..
Sevgi ve saygıyla ...

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.