Havva’nın Çürük Elma Hikâyesi

Öykü

Havva’nın Çürük Elma Hikâyesi

Serap Gökalp

 

İnsanın aklını başından alan sıcak hava, beyinleri salamurada unutmuş peynire çevirmişti. Dayanılır gibi değil… Üstüne üstlük Zeynel Çorbacı’nın zayıflama girişimlerinden birinin daha şekerci dükkanını kasıp kavurduğu günlerden biri. Yüz yirmi sekiz kiloyu eritmek için çok çaba gösterir, hakkını yememeli. Gösterir göstermesine de ortaya çıkan, eziyet ettiği insanların zayıflaması, onunsa öfke bahanesiyle diyeti bırakıp şiştikçe şişmesidir.

Dükkânın girişindeki yazıhanesinde elinin ulaştığı yerdeki çerez ve çikolataları gün boyu atıştırırken, içim ezildi, deyip günde beş kez yemek söylerken, “Stresten abicim, bu iş beni mahvediyor,” diye anlatmaya başlar.

Nikah salonunun alt katındaki bir uçtan bir uca bu imalathanede-kendisi dükkân denmesini ister- dokuz kişilik personeliyle, gece demeden, gündüz demeden, tatil demeden hastalık demeden- bu da onun lafıdır-ha babam çalışmaktadırlar.

“Amaç? Müşteri memnuniyeti. Peki memnun olur mu müşteri? Asla ve kat’a! Bu düğün işlerinde parayı saçıp savururlar da sıra nikah şekerine geldi mi iş Çingene pazarlığına döner. Son dakikaya bırakanları mı ararsın, ikide bir fikir değiştireni mi, karar veremeyeni mi? Bir de siparişi verip sonradan beşer onar durmadan ilave yapıp aynı paraya dahil etmek isteyen uyanıklar vardır. Yetişti, yetişmedi ayrı dert. Bak mesela şu deniz kabukları asla zamanında teslim edilmez. Tülü var, kurdelesi var, şekeri var, e bunlar hep stres… Gel de yeme, oğlum bana oradan pide söyle, her zamankinden, içim ezildi. Sen ne yersin abicim?”

“Sağ ol, bu sıcakta bir şey canım istemiyor benim,” diye elini göğsüne koydu müşteri.

Aylardan Temmuz ve termometre bile terlemişken Zeynel Çorbacı’nın tasarruf tedbirleri nedeniyle soğutucu kapatılmışken… “Açın camları, karşılıklı essin püfür püfür…” Çalışanların vücudundan ter fışkırıyor, en küçük ses çatlaması kavgaya dönüşüyordu. Şimdi saat üç buçuk olmak üzere. Dükkânın üst katındaki nikah salonu, kapının önü hıncahınç dolu. Saat dörtteki nikaha yetişmesi gereken nikah şekerleri yüzünden tüm elemanlar dişini tırnağına takmış çalışıyor. Aksi gibi oyuncaklı bir sipariş. Ceviz kabuğu büyüklüğünde, kırmızı elma şeklindeki şeker, gümüş rengi minik bir kutuya konuyor, gümüş rengi tüle sarılıyor, gümüş rengi kurdeleyle bağlanıyor. Bir de etiket; gelinle damadın adı ve nikah tarihi… Üç yüz kırk ikinci nikah şekeri bitmişti ki sıcaktan ve yaklaşan teslim saatinden daralmış dükkânı Zeynel Çorbacı’nın bağırtısı kapladı. Yazıhanedeki müşteriyi bırakmış nedense çay ocağına gitmişti. Oradan saçılan bağırtı, bin bir çeşit boncuk, kurdele, şeker, biblo, tül, ıvır zıvırın üstüne salya gibi yapıştı. Böyle durumlarda çalışanlar, masa altı mı, malzeme dolabı mı, koli içi mi sığınıp sağırlaşmayı dilerler ya, imkânsız bir dilek!

Sesin kaynağı, penceresiz çay ocağı, ne olacağına karar verilemediğinden boş bırakılmış ölü alanlardan biri. Çaycı kadın, iki metrekarelik bu yercikte duvarlara çarpıp sıçrayan bağırtı altında, ocağın buharı içinde, iş elbisesi, sımsıkı başörtüsü ile buram buram terlemekte ve egzamadan yarılmış elleriyle gözlerini baktırmaktaydı. Ama gözyaşlarını geri itemezsiniz, hele omuzlarınız var gücüyle sarsılarak onları fışkırtıyorsa… “Ama,” diye hıçkırdı. “Geçen hafta kimse ellemesin diye dolapta bıraktığınız hıyar- şey salatalık- çürüdü, size kaç kere hatırlattım. Dursun alacağım, dediniz, almadınız. Sonra onu Melih Bey gördü. Bana bu dolap buzdolabı mı çöp dolabı mı, sen ne pis bir kadınsın, eğer bir daha görürsem seni kovdururum, bilmiş ol, diye bağırdı. Ona hıyarın-salatalık yani- orada niçin durduğunu anlatmaya uğraştım, yalan söylüyorsun, dedi. Hep eğer, eğer, diye bağırdı. Bu hafta da elma getirdiniz, onu da çürüttünüz, ben derdimi kime anlatayım?”

Zeynel Çorbacı, uyanık bir idareci, kül yutmaz patronun tekiydi. “Sen baksana benim gözüme! Patronun pişmiş tavuk butlarını cebine koyup evine götürmeye çalışan şoförü unuttum mu sanıyorsun? Kime kül yutturuyorsun sen? Bu hizmetçi, temizlikçi takımının ne yalancı ne iki yüzlü olduğunu bilmez miyim ben?” O but hırsızı, ne yapayım Zeynel Bey, yenmemişti, çöpe gidecekti, demez mi? Sersem, parası yokmuş da, çocuklara diye almış da… İki aydır aylıklarını alamamışlarmış. Tamam, biliyoruz aylıkları. Biz alacaklarımızı alıyor muyuz? Borç al Allahın kulu! Borç isteyecek kimse kalmamışmış. E, sen kenara kara gün parası ayırmazsan… Hangi parayı kenara koysunmuş? Avans çekmekten geriye kalanla, bir açık kapatmaktan kenara ayıramıyormuş. Hangi kara gün içinmiş? Günler hep karaymış… Bak, bak şerefsize! Baştan ayıracaksın. Sondan but çalmakla olmaz ki! Sondan adamı böyle….

“Tövbe , tövbe… Yine aynı riyakarlık, aynı yalandan bükük boyun! Elma yenmiş bal gibi! Çürümüş de çöpe atmış da… Külahıma anlat! Sensin çürük! Hepiniz çürümüşsünüz!”

Kadın, kanıt bulma çaresizliğiyle çöp bidonunu karıştırmaya koyuldu. Gözlerinden ip gibi yaşlar, göğsüne, çöpe, yere aktı durdu. Üzüntü ve gözyaşından körleşmiş olduğundan çürük elmayı bulamadı. Zeynel Çorbacı’nın hakir gören bakışları altında, çöpün korkunç kokusuna bulanmış, uğraştı didindi durdu. Bulamadı ve yine şu elma; Havva’nın cennetten kovulmasına neden olan elma, Havva Çakmak adlı bir temizlikçinin işinden kovulmasına neden oldu.

Tanrı odasına dönüp ağzına birkaç çikolata attı, klimayı açtı, tepsi içinde gelmiş iki porsiyon karışık pidesini yemeye koyuldu. Ağzını tam doldurmuştu ki misafir aklına geldi,

“Müşteri nereye gitti?” dedi ortaya. Muhasebeci kapıdan başını uzattı,

“Bir işi varmış, halledip gelecekmiş abi.”

“İyi. Gönder şu kadını gözüm görmesin.”

“Peki abi.”

Havva, elleri titreyerek katladığı son haftalığını cüzdanına yerleştirdi. Hâlâ iki gözü iki çeşme dükkândan çıkarken nikah salonuna girmeyi bekleyen kalabalığın içinde kaldı. Ağlamasını, nikah törenine katılan kadın duygusallığına yoranlar, ilkin ona aldırmadılar. Ama sonra kadının rahatsız edici, itici ve zavallı bedenini tam da gelinle damadın yoluna çıktı diye dirsekleyiverdiler. Az önce yaşadığı üzüntü bu itişmeyle birleşince içinde bir sıkıntı, başında bir ağırlık oldu, dengesini yitiren Havva kendisini yerde buldu. Durumu kavramaya çalıştığı sırada, süslü arabadan henüz inen damadın dikkatini çekti. Koşarak yanına gelen damat, Havva’yı kaldırmaya çalıştı. Havva ise hortlak görmüş gibi bembeyaz, vücudu kaskatıydı. Fark ettiği her neyse onu hem sevindirmiş hem ürkütmüş olmalıydı. İçinin derinliklerinde bir diken batması hissetti. Kalbinin olduğu yerde. Herhalde. Çünkü şimdi bununla uğraşamazdı, oğluna bakıyordu.

“Sağol çocuğum, sağ ol Memedim. Damat tıraşını elma ağacının altında olaydın, bereket getirir, mutluluk getirir,” diye mırıldandı. Söylenebilecek en olağan sesle ama titreyerek söylenmişti. Sesi hoş bir şekilde yayılıp kalabalıkta eriyiverdi. Daha fazla konuşmalarına fırsat vermeden damadı gelinin yanına gönderdiler. Misafirlerden ikisi Havva’nın kollarına girip, doğrulmasına yardım ettiler. Kadın titriyordu ve ince bir çift kağıt gibi salonun kapısından içeri süzülen müstakbel karı kocanın arkasından baka kalmıştı.

Kalbine dokundu. Demek Tanrı dualarını kabul etmişti.  Bu dualardan, adaklardan kimseciklere söz etmiyor Havva. Onun aklını yitirmesini bekliyorlar zaten. Oğlu şehit olduğundan beri, iyi saatte olsunlara karıştı, dediklerini kulaklarıyla duymadı mı? Mehmet’in asla teskere alamayacağını bilmek yüreğinde ağır mı ağır bir taş, kim anlar? Eşikte durup bembeyaz gülmesi uzun mu uzun bir bekleyiş, kim dayanır? Bir kerecik dünya gözüyle görsem diye az mı yakardı, az mı adak adadı… Oldu işte! Hem de damatlığını gösterdi Yüce Rabbim!

“Ne oldu Havva abla?”

İrkildi.

Nikah salonu önünde kartpostal satan Ali. “Çorbacı’nın bağırtısını duydum da…” dedi.

Bir insanın dörtte biri bedene, iki misli yüreğine sahip Ali. Tekerlekli iskemlenin içinde, kendini bağlayarak ancak dik durabilen, iki ayağı olmayan, yaşı olmayan Ali… Çoğu gün kartpostal satışından simit parasını zor denkleştiren Ali…

“Üzdü mü seni Havva Abla?” dedi.

Havva’nın gözü, gelinle damadın girdiği kapıda ve kapının ötesindeki sesler giderek yavaşlayan nabzına eşlik ederken, “Tanrıya inanır mısın Ali?” dedi yavaşça.

Ali köz tutmuşçasına avucunu açtı. “Onun bana inancını daha çok önemsiyorum, Havva Abla,” dedi. “Çünkü yaşamayı başaracağıma inanmış olmalı ki beni böyle gönderdi yeryüzüne.” Altı parmaklı elinin tersiyle terini sildi. “Sen nereye böyle, bu saatte?”

“Beni işten attı,” dedi Havva, Tanrıya inanır mısın Ali, dediği sesle. Çenesiyle şekerci dükkanını gösterdi. Garip hiç üzülmemiş gibiydi. Yürüyüp gitti.

 

 

 

 

 

Yorum

Kezban T. Bozkurt (doğrulanmamış) Sa, 15 Ağustos 2023 - 11:04

Serap hanımcım o çürük elma ne işler açtı insanlığın başına. Öyküsü bile ye diyor çürük elmayı

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.