Kahveli Kafa

Öykü

Kahveli Kafa

Meliha Yıldırım

Gece gece bu meseleyi daha fazla uzatmanın gereği var mı, diye söylenerek çıktım daldığım yerden. Neyse ki yatmadan okuduğum Fatih Kerimi, yetişti imdadıma. Uzattığım konuysa artık kırklara karışmış, oğullarının bile düşününce akıllarına zor getireceği büyük halamın ta kendisiydi. Tekrar Fatih Kerimi’ye dönmemse ilk ısırdığım vanilyalı keki soktu aklıma. Hani doktorumun küçük bir dilimle ödüllendirdiği, kendinden önce limon kabuğu kokusunun geldiği o keki. Ne saçma bağdaştırmalardı bunlar. Şimdi bu tuhaf vakitte onun kederli hayatını üstelik neye benzetmiştim. Ensesinde sürekli KGB ile dolaşan birinin acısıyla nasıl aynı hazzı duyuyorum, diye suçlandım bir taraftan. Zihnimin köşelerini tutmuş, benden çözüm bekleyen onca sıkıntılı işi bırakıp kaçak adımlarla yürüdüm Kerimi’ye.

Aslında, İdil Urallı’nın ülkesi için dişe diş gösterdiği mücadelesi de değildi onu beğenmeme sebep. Sebep. Bize göre basit bir olaydan fazlaca etkilenmesi hatta gücenip üzüntü duymasıydı. Konunun aslıysa topu topu bir cenaze merasimiydi. Evet, uyuyamama nedenim buydu. Ahmet Mithat Efendi’ye yapılan vefasızlığa gösterdiği tepki. Daha çok da ölümüyle gelen yok sayılışına. Hiçbir çalışmada doğru dürüst rastlamadığım, yazarın cenazesinin kaldırılışını uzun uzun anlatışı yok mu? Okudukça ben de onunla birlikte kızdım. Bu genç gazeteciyi, onun kırılgan kaleminin inceliğiyle yazdıklarını düşünürken, eskiden ne insanlar varmış, dedim hasretle. İdil-Ural’dan hatta Dünya’dan böyle Kerimi gibi yüreği sağlam birinin geçtiğini bilmenin şaşkınlığıydı sadece bendeki.

Ahmet Mithat’ın tabutunun başında oğlundan, birkaç dostundan ve Darüşşafaka öğrencilerinden başka kimseyi görmemiş. Haber vermeden, sessizce defnetmişler. Sanki bizim değil de o taraflardaki Tolstoy’un cenazesinin kaldırılışınaydı isyanı. Ertesi gün İstanbul gazetelerinin üçüncü, dördüncü sayfalarının alt sütununda, herhangi bir ölüm ilanıymış gibi yayınlanmasına duyduğu öfkeyi de atlamamış. Yazmış. Kırım’daki gazetelere ölüm haberini acil koduyla servis edişini ilk okuduğumda hissettiğim neyse, şimdi yine yattığım yerden tavana bakarken aynı kızgınlığı duyuyordum içimde.  

    Son içtiğim kahvenin attığı tokatın sersemliğiydi bunlara neden. Aklımda birbiriyle ilintili, ilintisiz bir sürü hayali konuyla cebelleşiyordum. Arada esnesem de o derin dalışa geçmeme yetmiyordu hiçbiri. Uykusuzluktan ağırlaşan gövdem yatağa mıhlanmış, kıpırdamıyordu yerinden. Altımda toplanan geceliğin bunaltısı da cabası. Kalkıp düzeltmeyi dahi düşünmüyordum. Sadece hayaletin gözlerini arar gibi karanlığa bakarken, uykumun gelmesini bekliyordum. Boş boş durmak yerine ertelemekten unutulmaya yüz tutmuş, hiçbir makaleye girememiş, yıllarca sırasını beklemiş, konuları düşündüm isteksizce. Hepsini yeniden aklımın süzgecinden geçirdim. Olur ya içlerinden biri ilgimi çekerse, diye. Değişen bir şey yine olmadı.

Sonra gündelik, sevimsiz olaylara takıldım bir zaman da. Söz cambazlarının insanı yoran, tüketen gevezelikleri yok mu? Sabahleyin görmezden geleceğimi bile bile şimdi yine beynime dert olmuştu bazıları. Fakat hiçbiri o an Kerimi gibi değildi. Arada aklıma gelip giden halam bile.

Sonunda kalktım yataktan. Geceyi öylece bıraktığım yere. Salon kütüphanemin yanındaki emektar koltuğuma gittim. Oturdum. Tekrar açtım, İstanbul Mektupları’nı. Dikkatim sıfıra epey yakın bir noktadayken. –ki öyle olunca işe yaramayacağını bilirdim- Tek satır okumadan kapatıp bıraktım kitabı yandaki sehpaya. Bu kadar vefasızlığa canım sıkılmıştı. Hayal âleminin dalgacı kafaları hiç mi değişmezsiniz, diye söylendim.  

    Bırak gitsin, dedim. Çünkü biliyorum, devamında Kâtip Çelebi’ye yapılanlar da vardı. Büyük halamı düşünmek bile bunlardan daha keyifliydi. Yaz yağmuru nasılsa ona da hazırlıksız yakalandım oturduğum yerde. Bir anlık boşluğumdan, aklımın başka yönlere savrulmasından yararlanıyordu sanki. Beynim, bu gece zamansızların uğrak yeriydi ya sonuçta.

Büyük halamı anmam biraz iyi gelir gibi oldu, kahveli kafama. Her çağa birkaç tane ya düşer ya da düşmezdi onlardan. Neyse ki geçimsiz kocalarıyla geçinen torunlarının torunlarını görmemiş, diye söylendim.

Yürekli büyük halam benim, derken içimi çekmişim. Ahmet Mithat Efendi’nin ideal kadınıydı onlar. Sunulan hayata rıza göstermeyişleri hiç mi değişmezdi? Kadınlıkları her şeyin üstündeyken. Tüm çaba onu korumak içindi, demek ki. Nasıl da güzel bilmişler, uyanmayan duyguların zamanla yitip gideceğini. Yarım yamalak sevmelerin kime ne faydası olmuş ki? Küstüm çiçeği gibi bir de gönülsüzse. Dokundurtmaz o zaman kendine. Daha o anda kapatıverir yaprağını. Bir de kızarsa küstüm çiçeği. Hiç açılmaz o yapraklar. Öylece kurur gider.

İçeriden mi, yoksa oturduğum yerden mi geldiğini anlamadığım bir ses duydum. Allak bullak olmuş beynime güvenmediğimden, kulağıma gelene de bir anlam yüklemedim önce. Fakat bu sessizlikte bir yere sıkışmış da, çıkmaya çalışan birinin tıkırtısını andırıyordu daha çok. Titrekçe, −Kim o diye, seslendim daha fazla bekleyemeden. Gece gece yolunu şaşırmış gaspçısının biriyle burun buruna gelmek de vardı. Kazara bile olsa kalp uğrusunun gelecek hali yoktu ya bu eve.

Evladım, ne çağırdın durdun beni, diyen tiz bir kadın sesiydi bu. Köşedeki konsol çekmecesine yakın bir yerden geliyordu. Anında kapmışım bardağı ben de, vişneçürüğü renkli sehpanın üstünden. Elimin hızıyla dökülen su, örtüye hemen yayıldı. Kendimi zor tuttum kaçmamak için. O arada bile ıslanmasın, diyerek kitabımı çektim aldım akıntının içinden. Kafamı kaldırınca benden tarafa ufak tefek birinin yürüdüğünü gördüm. Kendi kalıbımı bilmesem onu da ben zannederdim. Öyle ki holdeki aynaya baksak ikimiz de şaşar kalırdık, bu benzerliğimize. −Benim için hiç üzüntü duyan olmamıştı bildiğim, dedi. Ne helak ettin kendini, a kızım. −Büyük hala sen misin, diyebildim kısık sesle. −Benim ya kızım, Turna halan, dedi biraz da dalgınca. Demek benim torunlarımın torunları, geçimsiz kocalarıyla mı geçiniyor? İçine yer etmiş gibi söyledi bunu.

Bunca yıl nasıl anlatılırdı ki Turna halam gibi kafası her çağın önünde giden birisine. Sadece o torunların da değil, desem. Ben de gidemedim, hep benden gittiler, desem. Düşündüklerimi anlamış gibiydi. Yüzüme mi, yoksa geceliğimin kapatamadığı hantallığıma mı baktı? Bir şey de söylemediği için ne düşündüğü pek belli olmadı.

Turna halamın kararlı sessizliğinin verdiği cesaretle, içimde birden anlamsız bir coşku peydah oldu. Birikmiş suskunluğum, vakti gelmiş saatin alarmı gibi durmadan çalıyor, ona baktıkça kendime olan kızgınlığım katlanarak artıyordu. Neden tartışmamış, kavga etmemiştim de kolayca bir kenara sinmiştim? Ahmet Mithat’ın romanları için yazdığım makaleye, “feminist edebiyata hizmet,” diyerek ödenek ayrılmayışını üzüntüyle seyretmiş, peşine düşmemiştim. Sahiden, mezara girmeden yok sayıldığı doğruydu. Ancak o makaleyi ben değil de, başkası yazmış olsaydı, şimdi çoktan hak ettiği değeri almış olmayacak mıydı? Acaba varlık gösteremeyen hangimizdik? Arka rafın görünmez kitabı gibi kimsenin bakış açısına girmeyen ben mi, bedeni toprağı görmeden unutulan, Ahmet Mithat mı? Peki, kibarca gidenin ardından bakakalışımı nasıl açıklardım, Turna halama? İşte içimde kopan bu gürültü, beni hesaplaşamadıklarımla tek tek sorgulatmaya, daha doğrusu kendimle yüzleştirmeye başlamıştı.

Ayakta hiç oturmadan epeyce süzdü yüzümü. Kızgın insan bedeni nasılsa hali de öyleydi. Her bir organı kalp atımı gibi ayrı ayrı atıyordu. Bir o gözüme bir diğer gözüme aralıksız, kıpırdamadan bakarken, aklından ne geçirdiği belli olmuyordu. Kesik kesik soluyor, birden bir şey söyleyeceğe benziyordu. Uygun sözcüğü aradığı kesindi. –Git, hesabını sor, dedi birden. Aradığını bulmuş gibiydi. −Giderken ardında kilitlenecek hiçbir kapıyı da aralık bırakma bundan sonra. Onu kırar gibi kapatmazsan yeni kapılar açılmaz, a kızım, dedi sonunu çektirerek. −Çok geç değil mi, hala diyebildim sadece. −Asla, dedi. Öyle çarp ki, bir daha kimse açamasın. Hem herkesin gözü görmüş, kulağı işitmiş derecede. Seni terk ediyorum diyeceksin, göğe bağırarak.   

Hadi gidip kapatalım şimdi, dedi. −Anlamadım, dedim. Onun yüzünde kendi şaşkınlığımı gördüm bir anda. Fakat benimki olmayacak bir işin sersemliğiydi. Üstünden geçmiş yirmi yıl. Artık yabancısı olduğum kapıya dayanmak da neydi? Ne kadar çaresizsem, −Tamam, dedim yine de. Sonra, aklım eski bir meseleye takılmıştı ya. Sabırsızlığımı belli etmeden düşünüyormuş gibi yaptım. Bekledim bir süre. −Hala, dedim sonunda. Neden sevmedin ki kocanı, çok mu kötüydü? Derin bir nefes aldım. Nihayet, ilk ağızdan öğrenecektim. Yüzündeki donukluk hiç değişmedi. Beklediği bir sorunun sorulmasının rahatlamasıymış gibi gevşedi sadece. Gözünün önüne yaşadıkları gelmişti sanki. −Sen hiç yılan gördün mü evladım, dedi. −Televizyonda görmüştüm, dedim ansızın gelen soruya. −İşte o yılana sarılmak gibiydi, dedi.

Yılana sarılmak mı, demişim ben de. Akşamdan çıkardığım pantolonumu giydim. Bir taraftan da dolaptaki raftan yeni bir tişört çektim. Üzerime hızlıca geçirerek hazırım, dedim incecik büyük halama gülümseyerek. Bir hevesle düştüm yanına. Dışarı çıktığımızda boz renkli gün yeni aydınlanıyordu. Bu saatlerde, ıssız olan sokakta kendi ayak sesimi duydum. Benim kırk numara spor ayakkabılarımın gıcırtısı, halamın kuzu derisi siyah pabuçlarını bastırmıştı.

 

 

 

 

Yorum

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.