C. Aytmatov’la Issık Göl’de Söyleştik

Felsefe

 

.

Çolpon Ata’daki Ruh Ordo Kültür Merkezi

 

C. Aytmatov’la Issık Göl’de Söyleştik / İhsan Kurt

Her şehrin kendine özgü bir havası, bir kokusu, bir sesi vardır. Ancak bu uzun gezimde, Kırgızistan’da bambaşka bir yoğunlukla karşılaştım. Orta Asya’nın kalbine yaptığım yolculukta Kırgız bozkırlarının rüzgârında, taşlarında, meydanlarında ve sessizliğinde hep aynı isim yankılanıyordu: Ya ben onu takip ediyordum ya da o benim karşıma çıkıyordu.

Kırgızistan’da adım attığım her yerde, içimde aynı düşünce yankılanıp duruyordu:
“Bu ülke demek, Aytmatov demek.”

Dağların sessizliği, bozkırların rüzgârı, insanlarının gözlerindeki derinlik… Hepsinde Aytmatov’un hikâyelerinden bir iz, bir yankı vardı sanki. Onun kelimeleriyle biçimlenmiş, onun anlattığı insanlarla yaşayan bir coğrafyaydı burası.

Sonra bir gün, Kırgızistan Cumhuriyeti’nin eski Ankara Büyükelçisi İbragim Junusov’un sözlerini okudum:“Cengiz demek Kırgız demek, Kırgız demek Cengiz demek.”

İşte o zaman, zihnimde gezinen o düşüncenin yalnız bana ait olmadığını anladım. Aytmatov, Kırgız halkının diliyle, belleğiyle, ruhuyla öylesine bütünleşmişti ki, onu anlamak Kırgızistan’ı anlamakla eşdeğerdi. Ben, o topraklarda dolaşırken, aslında bir yazarın izinden değil; bir halkın kalbinden geçiyordum.

Görsel kaldırıldı.

Çolpon Ata’daki Ruh Ordo Kültür Merkezinde Cengiz Aytmatov Evi

Bu güçlü bağ nereden doğuyor, neden bu kadar derin? İşte anlatmaya değer olan tam da bu. Kırgızistan'da Cengiz Aytmatov'un izlerini sürmek, bir bakıma ülkenin kültürel ve edebi atmosferine de dokunmak demek olduğunu 27 Ağustos 2025 Çarşamba günü Issık Göl’e gittiğimde anladım.

Bugün Issık Göl kıyısında öyle bir gün yaşadım ki, kelimeler yetersiz kalacak amayine de yazmalıyım, diye düşündüm. Çünkü yazmazsam, yaşadığımı unutacağım. Hatırladığım kadarıyla unutmak, insanın en büyük trajedisidir demişti Cengiz Aytmatov.

Issık Gölün suyu turkuazdan mora dönerken, dalgaların sesi etraftaki ağaçların uğultusuna karışıyordu. Hayallere sınır çizilemiyordu ben de hayal ettim. Fakat karşımda bir banka oturmuş olan Aytmatov gerçekti. Kitaplarından tanıdığım ama şimdi ete kemiğe bürünmüş bir yüz var gibi hissettim. O an kalbim çok hızlı çarptı. Onun satırlarında defalarca gezmiştim, ama şimdi gözlerimin içine bakıyordu. Selam verip yanına oturdum. İstediğim bağ kurulmuştu.

“Buyurun,” dedi yumuşak ama derin bir sesle.

“Sorular insanı büyütür.”

 

Ona ilk sorum, çocukluğunda Manas destanının yeri oldu.

“Manas destanıyla büyüdüm,” dedi. Sesinde hem hüzün hem de gurur vardı.
“Her anlatıcı başka bir gök açardı gözümde. Ben o gökleri kendi hayallerimle doldurdum. Yazdıklarımda hâlâ o destanların nefesi vardır. Kırgız için söz, sadece bir anlatım değil, var oluşun kendisidir.”

Ben, çocukluğunda kaybolmuş bir masal dinleyicisi gibi sustum. İçimden, “Benim için de onun cümleleri varlıkla eş anlamlıydı,” demek geçti.

Onu dinlerken içimde bir kıpırtı oldu. Ben de sanki ilk kez kelimelerin ne kadar kök salıcı bir güç olduğunu fark ettim.

 

Sovyet dönemini sordum. Bir süre sustu. Gölün ufkuna baktı.

“İçinde yaşadığım çağ bana birçok şey dayattı. Resmî ideolojinin diliyle yazmak zorunda olduğum zamanlar oldu.“Denge değil, daha çok direnişti bu.  Açıkça söyleyemediğimde sembollere sığındım. Bir devekuşu gibi başımı kuma gömemezdim; insanın trajedisini yazmak gerekiyordu. Kimi zaman köylünün, kimi zaman askerlerin, kimi zaman da annelerin hikâyelerinde sakladım kendi dilimi. Denge değil, daha çok direniş diyelim buna. Yazının görünmez sığınakları vardır. Ben de orada yaşadım. Çünkü ideolojiler geçer, ama insanın kalbi kalır.”

Öyle ki Aytmatov’un kelimeleri, Issık Göl’ün sularında yankılanan taşlar gibiydi.

Gözlerini gölün ufkundan ayırmadan, kendiliğinden konuşmaya başladı:

“Doğa bizim annemizdir. Ona ihanet eden aslında kendine ihanet eder. Dişi Kurdun Rüyalarında, kurt ile insanın karşılaşması sadece biyolojik bir mücadele değildi; insanın kendi vicdanıyla hesaplaşmasıydı. Doğaya duyarsızlaşan bir insan, önce kendi içindeki merhameti öldürür. Bu yüzden doğayı yazmak, aslında insanın özünü yazmaktır.”

Ben gölün yüzüne baktım. O an dalgaların aslında vicdanın çırpınışları olduğunu düşündüm.

Ona bugünün insanını yazsaydın neler yazardın dedim, sakince.

“Bugün insan daha da yalnız,” dedi.

“Makinalar aramıza girdi ama gönüllerimizi birleştirmedi. Bir genç, internette saatler geçirip annesinin gözlerinin içine bakmayı unutuyor. Ben onun hikâyesini yazardım. Çünkü çağlar değişir, ama insanın trajedisi değişmez: yalnızlık, yabancılaşma, değerlerden kopuş.”

Bunu söylerken gözlerimdenbinbir kapı açıldı: Kendi çağımın yalnızlığı. Sanal kalabalıkların gerçek yalnızlığı…

İstersen biraz da roman karakterlerinden bahsedelim, dedim. Cemile’yi, Tolgonay’ı sordum. Gözlerinde bir sıcaklık belirdi.

“Kadın benim hayatımda hep öğretmendi. Annem, kız kardeşlerim, köydeki kadınlar… Hepsi acı çekti ama insanlığın onurunu taşıdılar. Onları yazmak benim borcumdu. Yazmasaydım, ihanet etmiş olurdum.”

Benim de boğazım düğümlendi. Çünkü o kadınların acılarını yüreğimde hissettiğimi hatırladım.

 

“İnsanın en büyük trajedisi unutkanlıktır,” dedi.

“Geçmişini unutur, vicdanını unutur, sevgiyi unutur. Ve yalnız kalır.İşte insanın felaketi budur”

Dalgalara baktım. Sanki göl de kendi geçmişini unutmamak için çırpınıyordu.

“Yazarın ölümsüzlüğü kitaplarının kalbinde yaşar,” dedi.

“Bir gün bir çocuk Gün Olur Asra Bedel’i açıp Sarı-Özek bozkırını düşlerse, ben yeniden doğarım. Eserler yazarların yeniden doğum yeridir.”

Sözleri yüreğime işledi.Bunu söylerken, sanki yüzünde huzurlu bir gülümseme vardı.

Bu tatlı söyleşi sırasında güneş gölün ardına gömüldü. Gökyüzü kızıldan mora döndü. Tanrı dağları renkten renge girdi. Ayağa kalkmadan, ufka uzun uzun baktı.

“İnsan yaşar, eser kalır,” dedi ağır ama net bir sesle.

“Asıl mesele, eserimizin insanın kalbine dokunup dokunmadığıdır.”

 

Eleştirmenler, hakkınızda yazı yazanlardan bazıları sizi “romantik gerçekçi” diye tanımlıyor. Siz bu etiketi nasıl görüyorsunuz?

“Etiketlemeler edebiyatı daraltır. Ama eğer ‘romantik’ dedikleri, insanın değerlerine inancım, ‘gerçekçi’ dedikleri de hayatın acımasızlığını saklamadan anlatmam ise, kabul ederim. Fakat ben kendimi sadece bir Kırgız yazarı değil, insanlığın hikâyecisi sayarım.”

 

Hakkınızda yazılanlardan sizi en çok düşündüreni merak ediyorum.

“Bazen eserlerimi ideolojik okumalara sıkıştırdılar. Oysa ben ideoloji değil, insanın varoluş sancısını yazdım. En çok da, ‘Aytmatov’un eserleri ulusal sınırları aşar’ dediklerinde mutlu oldum. Çünkü hep istediğim buydu: Bozkırdan çıkıp bütün insanlığa seslenmek.”

 

Kişisel olarak merak ediyorum. Yazarken sizi en çok zorlayan eseriniz hangisiydi?

Dişi Kurdun Rüyaları. Çünkü orada insanın zalimliğini, doğaya ihaneti ve vicdansızlığı yazarken kendim de çok acı çektim. Her satırda sanki kendi ruhumu yaraladım.”

 

Eğer yazar olmasaydınız, dediğimde;

“Belki bir öğretmen ya da çoban olurdum. Çünkü öğretmek ve doğayla yaşamak, insana en çok yakışan iki meslek.” Dedi.

 

Ya “Mankurt?” dediğimde yüzünde anlamlı çizgilerin belirdiği görülüyordu:

Mankurt kavramını ben tarihten aldım, ama çağımıza ışık tutsun istedim. Efsaneye göre insanın belleği silinir, annesini bile tanımaz hale gelir. Bu sadece bir efsane değil, insanlık için bir uyarıdır. Çünkü belleğini kaybeden, kökünü unutan, geçmişini yitiren insan, kolayca başkasının oyuncağı olur.

Mankurt, sadece başkalarının zorbalığıyla değil, kendi gönüllü unutkanlığıyla da ortaya çıkar. İnsan, kendi tarihini, dilini, değerlerini unutursa, mankurtlaşır.

Sovyet çağında bu kavram bir metafor oldu; ama aslında her çağda, her toplumda tehlike geçerli. Bugün teknoloji çağında da insan, ekranlara gömülüp kendi kimliğini, kendi hafızasını unutabilir. Annesinin yüzünü tanımayan mankurt ile, geçmişini bilmeyen modern insan arasında büyük bir fark yoktur.

Benim için mankurt, hafızasızlığa, köksüzlüğe ve insanın kendi özüne yabancılaşmasına karşı bir haykırıştır. Çünkü insan belleğiyle insandır. Eğer onu elinden alırsanız, geriye sadece bir gölge kalır.”

 

Alışılageldiği gibi genç yazarlara tek bir öğüt?

“İnsanınızı unutmayın. Çağınız ne olursa olsun, teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, insanın kalbine dokunmayı unutursanız yazarlık yalnızca kelime oyununa dönüşür.”

Ben sustum. İçimde bir göl büyüdü, bir ses yankılandı. O an anladım: Karşımda yalnızca bir yazar değil, insanlığın vicdanı oturuyordu.

Bu günü asla unutmayacağım. Çünkü Aytmatov’un dediği gibi: “Unutmak, insanın en büyük trajedisidir.”

 

 

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.