
“Gözlerden Kaçan Adalet, Göklerden Gelen Karar”
Bu ülkede adaletin simgesi terazidir derler ama biz biliriz ki terazinin bir kefesi altınla, diğeri vatandaşın umuduyla tartılır. Altın ağır basar, umut ise uçup gider. Göklerden gelen karar varmış gibi gösterilir; kadere bak, kadere. Eğitim masallarla doludur: “Çalışan kazanır.” Ama çalışan değil, çalıştırılan kopya makineleri kazanıyormuş. Kitaplar raflarda kalır, sorular başkalarının cebine gider. Kaybeden gençlere öğüt verilir: “Bir dahaki sefere daha çok çalışın.” Belli ki göklerden gelen karar, kopya makinesinin lehineymiş; kadere bak, kadere. Üniversite sınavlarından tut, burslara kadar her şey bir labirenttir; her köşe başında başka bir kapı, her kapıda başka bir koşul. Çocuklar umutla başlar, hayal kırıklığıyla mezun olur. İş hayatı tam bir tiyatro sahnesidir. Bir işçi hakkını aradığında cop ve gazla karşılaşır, grev yasağıyla susturulur ama patron milyarlık borcunu sildirdiğinde alkışlanır, “ekonomiyi ayakta tutan kahraman” ilan edilir. Burada alın teri kutsal değil, ihale kutsaldır. Zulüm, sanki altın kaplı bir tepsiyle sunulmuş tatlıymış gibi gözükür ama tadı acıdır. Her işe girerken, her zam maaş bordrosuna bakarken, adaletin terazisi sessizce gülümser ama ağırlığını hep seçilenin lehine koyar. Mahkeme koridorları ayrı bir mizah mekanizmasıdır. Bir öğrenci pankart açtı diye yıllarca yargılanır, bir diğeri milyonların hakkını yedi ama mahkeme salonunu görmeden “aklandı.” Suç, dosyada değil, sanığın hangi masaya oturduğunda yazılıdır. Göklerden gelen karar varmış gibi, kadere bak, kadere. Toplumun algısı da ince bir sihirbazlık gösterisidir. Bir tarafın kalabalığı “demokrasi şöleni”, diğer tarafın kalabalığı “provokasyon.” Aynı pankart, aynı slogan, aynı coşku ama sihirbaz parmağını hangi ele değdirdiğine göre alkış dağıtır. Zulüm, bu ince mizahın içinde dans eder, gülümsetir ama düşündürür. Ekonomide mizah biraz daha serttir. Milyonlar açlık sınırında yaşarken, lüks araç konvoyları caddeleri süsler. Halkın vergisiyle yapılan saraylara “milletin evi” denir; milletin tek hakkı bakmak, hayalini kurmaktır. Adalet misafiri ağırlamayı sever, sofraya oturtmayı değil. Göklerden gelen karar varmış gibi. Doğada bile aynı oyun vardır. Bir köylü toprak ve suyunu savunmak istediğinde jandarma önüne dikilir ama maden şirketi dağları deldiğinde “kalkınma” alkışlanır. Ağaçlar bile mizahın içindedir; kimisi korunur, kimisinin kökü dinamitle sökülür. Kadere bak, kadere. Her köşe başına dev harflerle “ADALET” yazıldı. Tabelalarda, nutuklarda, kürsülerde adalet vardı; içeri girenler için ise yoktu. Hak, hukukun terazisinde değil; kimden geldiğine göre ölçülüyordu. Haklı olmak bir değer değil, yanlış tarafta olmak değerliydi. Zulüm de her seferinde farklı kostümler giyer: Bazen “terör”, bazen “disiplin”, bazen “hizmet.” Ama hep aynı maske: güler yüzlü bir sirkte, şapkasını sallayan komik ama acı bir palyaço. Göklerden gelen karar varmış gibi, kadere bak, kadere. Ve biz hâlâ adaletin geleceğini bekliyoruz; ama bu bekleyiş öyle bir suskunlukla sürer ki, zaman bile adaletsizliği seyretmekten yorulur. Göklerden gelen karar varmış gibi… Belki de bu karar kimden olana dokunuyorsa, herkes bir gün aynaya bakar ve kendi adaletinin kefesinin hangi tarafta olduğunu fark eder. O zaman gülümsemek ya da ağlamak, sadece bir seçenek değil, gökyüzüne fısıldanan bir itiraz olur; adaletin görünmez terazisi altında nefes almak, bir yudum su kadar kıymetli hale gelir. Kadere bak, kadere, ama unutma, bazen gülümsemek bile bir direniştir, bazen sessizlik en yüksek ağılıktır ve bazen göklerden gelen karar, sadece bizim gözlerimizi açmamızı bekliyordur. Ve işte tam o anda, adaletin gölgesinde yürürken, her kayıp umut, her çalınan hak, her sessiz çığlık, bir gün yankılanacakmış gibi hissettirir. Bu yankı, belki göklerden değil ama kalpten gelir ve bize hatırlatır ki, adaletsizlik ne kadar maskelenirse maskelensin, er geç herkes kendi terazisinin ağırlığını hisseder.
Yeni yorum ekle