Herkes Kendi Hikayesini Anlatır…
Ümit Yaşar Gözüm
O sabah Tike, erkenden uyanmış, kekik kokulu koyda üstadın kendisine katılmasını beklerken geçmişe içkin bir yolculuğa çıkmıştı. Düşünceli hali onu verandadan izleyen üstadın dikkatinden kaçmamıştı. Saçlarına bir öpücük kondurduktan sonra “söyle tanrıçam seni derinlere götüren nedir, anlatmak ister misin”, diyerek sokulmuştu aşkına.
Tike, bir an düşlerini kuşatan bu aşkın en büyük şansı olduğunu söyleyerek konuşmaya başladı. Anımsıyor musun, ilk karşılaşmamızda, ben bir tanrıçayım dediğimde, büyük şaşkınlık içerisinde “Herkes kendi hikayesini anlatır bu dünyada Tike, sen de inanabileceğim hikayeni anlat” demiştin.
Biliyor musun üstat bir daha dönmemek üzere ant içtiğim topraklarda bırakmıştım yüreğimi…Dayanamadım, çok geçmeden yine döndüm…Nedenini sorma, çünkü benden daha iyi biliyorsun. Hep söylediğin gibi, bilmediğimiz maceralara atılmak ancak yüreğin işidir ki, onu ürkütmemek gerekir aşktan yana. Ben de ürkütmek istemedim.
Her gün aynı köhnemiş ritüeller, alışılmış koşullar yüreğimin daralmasına sebep oluyordu. Ben sıradan yaşamların mücadelesine tanıklık etmek istedikçe, her nimetin ayağımıza geldiği daha sofistike bir yaşama hapsedildiğimizi düşünmeye başlamıştım. İşte öylesine bir dönemde dünyaya ve içinde bulunduğumuz duruma farklı perspektiflerden bakma isteğiyle dolmuştum. Kendi dışımdaki dünya ile yüzleşme isteği, değişimin bu topraklar için kaçınılmaz olduğu savımı temellendirmek amacıyla yola çıkmıştım. Bu aynı zamanda kabuğumu kırma emek vermeden yaşamanın anlamsızlığına da bir başkaldırıydı.
Komşu tanrıçaların tarihi kentlerinde gezerken göz göze gelmiş, bir rastlantının sonucunun nereye varacağını düşünmeye başlamıştım. Bir yanda kültürel ayrılıklar, öte yanda tanrıçaların kutsanmışlığı, ölümlü bir yaşam… Hepsi o günün akşamında kafamda dönüp duruyorken kendime seslendiğimi hatırlıyorum. Heyy Tike büyümek mi istiyorsun, olgunlaşmak mı artık bir yol ayrımındasın. Zamanın dışına çık. Hayal kurmazsan umut sana asla yaklaşmayacaktır. Biliyordum ki, vazgeçebilmek büyük bir erdemdir. Bir çok şeyi geride bırakmayı öğrenmelisin. Çocukluğumdan hatırladığım bizi yoranın aslında ardımızda bırakamadıklarımız olduğu iyice yer etmişti belleğimde. Ansızın gerçekleşen bu karşılaşmanın bana ilham olduğunu söylersem seni şımartmış olmam üstat!
Ertesi günün sabahına yükümlülüklerinden kurtulmuş, bağımsızlaşmış, zincirlerini kırmış bir kadın olarak uyanmıştım.
Hatırlıyor musun, o gün uzun bir sohbetin ardından kendi yollarımıza düşmüştük. Sohbetin hararetlendiği anlarda “ Yetme, yeterli olma ile yetinde birbirinden farklı şeylerdir . Yeterlilik evrensel bir ölçüttür, yetinme ise insani bir zorunluluk. Yeterliliğe kendine hakim olma, üreterek daha fazlasını gerçekleştirme ile ulaşılırken, yetinme haline kurtarıcı bekleyerek. Yeterlilikte çoğunlukla öteki olarak düşünüp kendini gerçekleştirirken, yetinmede her şartta öteki olarak kalırsın. Kişinin kendisini onarmayı başarması ile kendiyle barışık olmayanların, iç sesine kulak kabartmayanların mutlak ihtiyaç duyacağı şey bir kurtarıcıdır ki, onun da gerçeklikteki varlığına tanık değiliz.” demiştin.
Aslında hiç kimsenin, hatta tanrıçaların bile kendine yetmediğini anlamıştım. Ölümden sonrasından korkarak, dünyayı kendine zindan etmek hiç de akıllıca bir davranış değildi. Herkesin, herkes olduğu, gidip de bir türlü dönmediği bilinmez cehennemin zebanileri dolaşıyor yeryüzünde. Onların hoyratlığına bırakamazdık sevgiyi, kabalığına teslim edemezdik aşkı.
Gülmezsen bir sırrımı paylaşmak isterim seninle. Genç kızken bin bir renkte, hazırlamaya başladığım çeyiz sandığımın ayrı bir yeri vardı bende. Dış yüzeyindeki oymaları arkaik çağın tanrılarından büyük babamın oyduğunu söylemişti tanrıça annem. Arada bir onlara dokunurdum. Çeyiz sandığına gömdüğüm masumiyetimi, sandığı her açtığımda yeniden giyiniyordum. Sokağa karşı sıkı bir duruşum vardı her kadın gibi.
Düşlerim öylesine yayvandı ki, koca hava alanında uçak inecek yer bulamıyordu adeta. Öylesine yayılıyordum yaşama!
Bizim dağlarımıza da bahar gelirdi: Mor salkımlar açardı bahçemizde, taş evimizin ahşap pencerelerinden seyrederken, ahşap kapının çalmasını beklerdim. Hatırlıyor da tanrıçalar vardı gözlerini denizden, bakışlarını kartaldan almış. Çekip gittiler bir bir hayatımızdan….
Yağmurun bıraktığı çiğ taneleriyle ışıldayan koca çınarın önünden yasemin kokulu kadınlar geçerdi çocukluğumuzda. Evkaf memurluğundan kalma kolçaklarıyla kapıya yaslanırdı erkekler. Onlar salına salına ilerlerken önümüzde, içleri geçerdi gözlerine bakmaktan.
Kırlangıçlar uçardı limon kokulu sokaklarda. Sağnak sağnak karla karışık yağmurlar yağardı üstümüze. O yağmurlarda ıslanmayı seçerdik, yetişkinlerde aşkta yıkanmayı!
Mahzun bir ruh, kıyısız deniz gibiydim. O halimi görünce delikanlılar yapraksız ağaca dönerlerdi. Onları umursamadan süzülürdüm kentin taş kaplı caddelerinde.
Annemin öğütleri çınlardı kulaklarımda Bir keresinde, su kuyusunda gün ışığının gücü kadardır, geceye düşen ay ışığı demişti. Şimdi anlıyorum ki, hepimizin düşleri ötekinin varlığında yansıdıkça gerçekleşiyor.
Hatırlıyor musun mahcup mahçup bana adını söyler misin dediğimde; ömrünü adayacaksan neden olmasın, demiştin. Tarifsiz naifliğin karşısında ben ömrümü adadım sen de aşkını! Lirik bir hançer saplamıştın duygularıma, derleyip toplamak bir ömür sürsün istiyorum. Bugüne gelene kadar ne sen elini çektin yüreğimden ne de ben şikayet ettim halimden. Unutmak için, sonsuzu hatırlamayı seçmiştim. Sandığından uzun kalacaksın yüreğimde.
Bir keresinde asırlık sedir ağaçlarının arasında yürürken aniden hidayete ermiş müritler gibi; sen diktin bunları bana göstermek için değil mi_? Diye sorduğumda, yüzümdeki mutluluk halesi yok olmasın diye, asırlık olmayı bile kabul etmiştin. Çok gülmüştük. O zaman dedim ki, işte aradığım bu doğa tutkusu bilgisiyle mukayese edilemeyecek ölçüde yüksek bir aşktır tanrıçalara yakışan.
Seninle soluksuz sabahladığımız çok gecelerimiz olmuştu. Hiç birisinden şikayetçi değildim. Aksine yeni günle birleştirdiğim için ömrümün uzadığını düşünüyordum.
Köklerine yolculuğa çıktığında, senin yürüdüğün yollardan geçerken ayak izlerimizin öpüştüğünü düşündüm. Yağmur sonrası toprakta bıraktığın ayak izlerini gördüğümde kaybolmasınlar diye kıyısından köşesinden geçmeyi yeğledim. Ancak en son oturak taşındaki ayak izinin tam üzerine basmadan yapamadım. Öylesine tutkulu bir aşk bizimkisi. Yolları ve yolculukları özgür saymamın nedeni sanırım buydu.
Alaca karanlığı yaran saf ışık gibi düşerdin gözlerime! O anlarda kendi ışığıma yabancılaşırdım.
Gün; gök kubbede dönen güneşti sanki, akıl; güne düşen şimşek, bakışların özlem akıtan bir nehirdi! Öylesine özlem doluydun ki, yanağını okşadığımda gözlerin ağlıyordu sanki. Dayanamayarak gözyaşlarından öptüğümde bir daha asla ağlamadın!
Senin toprağında yetişmiş bir kiraz ağacı sanıyordum kendimi, her bahar gelinliğimi giyinip karşına çıkıyordum. Ama sen farkında olmuyordun. Güneşe bakıp; “beni anlamıyor sanırım artık sevmiyor” diye fısıldadığımda, güneşe taptığımı düşünmüştün. Öylesine büyük kıskançlık doğmuştu ki içimde, seni anlamayı ve kendimi sana anlatmayı ödev saydım.
Tike, soluksuz konuşmanın ardından yeni bir iç aydınlanması yaşadığını fark etmişti. Başını sevgilisinin göğsüne bastırarak onunla bütünleşmenin mutluluğunu yaşamaya ve anın tadını çıkarıyordu.
Yeni yorum ekle