Statü ve Rollerden Önce İnsan

Felsefe

Statü ve Rollerden Önce İnsan

Fahri Atasoy

İnsan üzerine düşünmenin birçok boyutu var. Mantık, düşünme esnasında kavramlar kullandığımızı tespit eder. Kavramlar düşünme esnasında gerçekliğin zihindeki yansıması olarak kabul edilir. O zaman gerçeklik alanı farklı özelliklerine göre birbirinden ayrılarak kavramsallaştırılır.

Mesela doğa dediğimiz kavram böyledir. İnsan da böyle bir kavramsallaştırmadır. İnsan nedir üzerine üretilen düşüncelerden insan felsefesi adını verdiğimiz bir alan doğmuştur. İnsanın diğer varlıklar içindeki yerini ve anlamını sorgular, belirlemeye çalışır. Hangi özelliklerin insana has olduğunu, hangi özelliklerin kavramın (insanın) ayırımında yer aldığını anlamak ister. Bunlar insanın ayırt edici ve tanımlayıcı özellikleridir. Bunu yaparken insanı bölmez, parçalamaz, bütünlüğü içinde ele alır.

İnsan bu bağlamda insandır. Kadın, erkek, çocuk, yaşlı, zengin, fakir, siyah, beyaz değildir. Açlık sınırında hayatını sürdüren de insandır, köşklerde saraylarda sefa süren de…

İlk düşünürlerin insan ile ilgili dikkatlerini çeken en önemli özellik insanın ruh veya akıl sahibi olduğudur. Biyolojik varlığı doğadaki diğer canlılara, özellikle hayvanlara çok benzer. İnsanın biyolojisi doğa yasaları içinde çalışır. Farklılığı ruh veya akıl dediğimiz kısım ile ilgilidir. Toplumsal hayatı da bu farklılığa örnektir. Fakat “toplumsallığı bir doğal durum mudur yoksa sonradan oluşturulan iradi bir durum mudur” konusu önemli bir problemdir.

Platon’a göre toplum ve devlet doğal bir haldir. Bazı Yeni Çağ düşünürleri, J.J.Rousseau gibi, toplum ve devleti bir sözleşmeye dayandırır.

Nihayetinde insanoğlunun bir toplumsal gerçeklik oluşturduğu bir hakikattir. Sosyoloji bu gerçekliğin çözümlemesini yapmak için kurulmuş, geliştirilmiş bir bilimdir. Toplumsal gerçekliğin çok boyutlu olduğu ve ilişkiler ağının çok girift olduğu biraz yakından bakıldığında anlaşılır. Artık toplum denilince basit bir kavram akla gelmez. Toplum son derece karmaşık bir gerçekliktir. Anlayabilmek ve çözümleyebilmek için özel çaba gerektirir.

Toplumsal hayat söz konusu olunca, insanların toplum içinde farklı konumlanmaları gözlemlenir. Bu konumlanma biçimi ise zamana ve mekâna göre farklılık gösterir. Konumlanmayı belirleyen ilkeler, değerler, kurallar devreye girer. İlkel toplumlarda bu farklılaşmanın çok olmadığını tahmin etmek zor değildir.

Modern denilen dönemde farklılaşma artmıştır. Aradan geçen uzun asırlar boyunca toplumsal hayata egemen olan ve gelenekselleşen yapılar oluşmuştur. Dünyadaki bütün toplumlarda birbirine benzer yapılanmalardır bunlar.

Özellikle modernleşme çağında bu farklılaşma dikkat çekicidir. Geleneksel toplumdan modern topluma geçişte yaşanan problemler bu konuya dikkat etmeyi gerektirir. Çünkü modernleşme ile yeni bir dönüşüm başlamıştır ve toplumların eski yapılarındaki konumlanmalar köklü değişimler geçirmiştir.

Modern toplumda yeni kurumlar, yeni süreçler, yeni statüler, yeni kurallar, yeni roller devreye girmeye başlamıştır. Bu durum, toplumsal hayatta çok ciddi problemler doğurur. Modernleşmenin ortaya çıktığı Avrupa toplumları bu sancılı dönemi uzun yıllar yaşamıştır ve sosyoloji bu dönemde ortaya çıkmıştır. Durkheim’in anomi kavramı ile anlatmak istediği budur. Bu dönemde Marks’ın yeni sınıf yapısı içinde gördüğü “proleterya” her şeyini kaybetmiş köleler gibidir. Geçiş döneminin çalkantılı ve problemli manzarasını sosyoloji analiz etmeye girişmiştir.

Avrupa’daki gelişmeler bizim tarafımızdan pek anlaşılamamıştır. Biz ilk önce savaş cephelerindeki yeni teknik araçlar ve silahları görünce durmak zorunda kaldık. Sonra onlar bizden ileri geçmişler deyip çare aramaya giriştik.

Yenileşme hareketleri böylece başladı. Çağdaşlaşma, modernleşme, batılılaşma gibi isimlerle devam etti. Bir taraftan alınan siyasi kararlarla, bir taraftan da meydana gelen değişmelerin kendi yarattığı etkiyle değişim ve dönüşüm hızlandı. Artık Türk toplumu da eski geleneksel toplum yapısından çıktı.

Toplum içinde birçoğu batıda gelişmiş kurumlar, alet ve araçlar, kültürel unsurlar yer almaya başladı. Sanayileşme sonrasında ortaya çıkan yeni işçi sınıfı burada da çoğaldı. Köylerden kentlere göç bağlamında kentleşme hızlandı. Eski toplum yapısındaki kültürel normlar sürdürülemez oldu ama yenileri de toplumsal hayata uyarlanamadı. Kuralsızlık (anomi) sayılabilecek boşluklar doğdu. “Önce insan” anlayışı gelişemedi. Çoğu zaman fonksiyonunu kaybetmiş eski statülere bağlı roller ve normlar ayak bağı oldu. Sosyal ilişkilerde ciddi sıkıntılar doğdu.

Modernleşme sürecinde bir yandan birey bağlamında akıl sahibi insan merkeze alınırken, diğer yandan statüler ve gruplar içinde baskılanan insan ciddi bir paradoks oluşturdu. Hem Batı toplumlarında hem de Türk toplumunda bunun çarpıcı örnekleri yaşandı. Hâlâ da etkisi sürmekte…

Modernleşme Avrupa’da önce felsefede görüldü. Descartes’in doğruluğundan şüphe etmeyeceğim açık-seçik kesin doğru bilgi olarak şüphe ediyor olma halini, yani düşünüyor olma halini ontolojisinin temeline koyması, Yeni Çağ’ın dönüm noktası olmuştu. Artık her şeyin ölçüsü ve temeli Katolik Kilisesi ve temsil ettiği teoloji olmayacaktı. Merkeze Tanrı değil insan yerleşecekti.

Hümanizm akımı buraya dayandı. Aydınlanma felsefesi aklı merkeze koymayı böyle öğrendi. Bilim, teknoloji ve sanayi devrimleri buradan hareketle orta çıktı. Modern devlet, modern ekonomi, modern insan böylece şekillenmeye başladı. İnsanlar arasında eşitsizliğin kaynağı bu dönemde sorgulandı. Bütün insanların temel haklar bakımından eşit olduğuna dair İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi bu sürecin içinde gelişti.

Avrupa medeniyeti kendi arasında bu iddiaları teorik olarak dillendirirken, pratik hayatta uygulamalar maalesef tam tersi istikamette gelişti. Sömürgecilik, ırkçılık, ayırımcılık azalmak bir tarafa yükseldi. Önce insan yerine önce ırkım, devletim, çıkarım diyenler öne çıktı ve insanlığa utanç olacak uygulamalara imza attılar. Dolayısıyla Avrupa toplumlarının iyi niyetle başladıkları modernleşme süreci kendi içinde çelişkiler barındırarak büyük bunalımlara (krizlere) yol açtı.

Bizde ise İslam öncesinde bile insanlar arasında büyük uçurum olabilecek ayrıcalıklar yoktu. İslam dini zaten bu tür ayrıcalıkları reddetmekte ve bütün insanları Allah katında eşit görmekteydi. İslam Peygamberi Veda Hutbesi’nde “Ey insanlar!” diyerek seslenmekteydi: “Biliniz ki rabbiniz birdir, atanız da birdir.

Bütün insanlar Âdem’den gelmiş, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur.” Bu beyan, Türkler arasında da hüsnü kabul görmüş ve farklı milletlere saygılı davranmışlardır. “Bütün insanları Allah’ın emaneti olarak kıymetli görme” ilkesi Türk kültürünün değerleri arasında yer almıştır.

Bu durum Türklerin birbirine davranışlarını ve yabancılara karşı Türk misafirperverliğini de etkilemiştir. Buna göre insanlara statülerine göre değil insan oldukları için değer vermek gerekir.

İnsanı merkeze alan bir kültürel yapıya sahip olan Türkler, zaman içinde pek çok farklı unsurun etkisiyle kendi aralarındaki eşitlikçi ve saygılı ilişki tarzını kaybetmişlerdir.

Toplumların yaşadıkları süreçler birçok değişmeye de sahne olmuştur. Günümüz Türk toplumunda modernleşmeyle başlayan süreçte artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Aile ilişkilerinden komşuluk ilişkilerine kadar pek çok alanda değişimler yaşanmaktadır.

Bir yandan eskiden bugüne intikal eden geleneksel formlar varlığını hissettirmekte, diğer yandan yeni şartların değiştirdiği kurumsal yapılar içinde yeni formlara ihtiyaç duyulmaktadır. İnsanların büyük kısmı bu ikilem arasında sıkışmış durumdadır. Bu sıkışmışlığın yol açtığı birçok problem vardır. Örneğin geçmişte yaşanan komşuluklar ve sosyal kontrol mekanizmaları işlevini yitirmiş durumdadır.

Yine en çarpıcı örneklerden birisi aile içindeki üyelerin geleneksel tanımlanmış statüleri ve rolleri sarsılmıştır. Toplumsal cinsiyet ile ilgili problem burada düğümlenmektedir. Önce insan anlayışının yerleşmediği toplumlarda insanların karşısındaki insanlara anlayış göstererek saygı duymaları zordur.

Günümüzde Türk toplumunda bu anlayışa dayanarak, değişmeyi fark edip yeni duruma uyum sağlayan bireylerin sayısı az değildir. Lakin töre cinayetleri, aile içi şiddet, şiddetli geçimsizlik, kadına zarar verme, baskı, tehdit ve öldüren saldırganlıkların temelinde bu yeni duruma uyum sağlayamama çok güçlü bir etkendir. Tek sebep değildir ama çok önemli bir kaynaktır.

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.