Toplum Üzerine Düşünmek

Felsefe

Toplum Üzerine Düşünmek

Fahri ATASOY

Felsefenin ilk çıkış döneminde ilgilendiği problemler sınırlıydı. Zaman içinde pek çok problem alanı düşünmenin konusu oldu. İnsanlar felsefe yoluyla bu alanlarda merak ettikleri konuları anlamaya ve hakikate ulaşmaya çalıştılar. Konu üzerine düşünceler geliştirdiler, görüşlerini eleştirdiler, birbirleriyle tartıştılar. Tartıştıkları konulardan birisi de insan oldu. Felsefe düşünme gücü oranında bütün varlık alanlarıyla ilgilenir. İnsanın kendisi de bu alanlardan birisidir. İnsan üzerine düşünme başladığında ortaya ciltlerce kitap çıkar. Felsefenin uzun yolculuğu burada da devam eder.

İnsan, çok yönlü bir varlıktır. Yaratıcılığı vardır, toplumsallığı vardır, kuralları vardır. İnsan belli bir kültür içinde yaşar ve toplumsal kimlik kazanır. İnsanın belli bir toplumsal hafızası vardır ve adına tarih denir. Belli bir siyasal düzeni vardır ve örgütlü toplum olarak devlet kurar. İnsanın yarattığı gerçeklik felsefenin yakından ilgilendiği konular arasındadır. Kültür, tarih, devlet, toplum, din, sanat gibi gerçeklikler insan türünün yaratıcılığının yansımaları gibidir. Kimisi bunu Tanrı’ya bağlayabilir ama sonuçta karşımızdaki gerçeklik aynıdır. Doğru bilgisine ulaşarak anlamak ve anlaşılır bir yorum geliştirmek felsefenin en önemli hedefidir.

Toplum gerçekliğinin felsefe için düşünme konusu ve bilim için nesne haline gelmesi çok eski tarihlideğildir. Doğrudan doğruya toplum üzerine düşünme faaliyeti daha çok Yeni Çağ sonrasına dayanır. Zaten 19. Yüzyıla gelindiğinde toplumu doğrudan bilim disiplini içinde alan sosyoloji ortaya çıkmıştır. Toplum konusunun bilim öncesindeki ele alınma biçimi, bize konuyla ilgili temel tartışmaları ve önermeleri verir.

İlk Çağ Eski Yunan dönemi (MÖ VIII-III) toplum tartışmaları için bazı ipuçları verir. Normalde bu dönem felsefenin önemli konularının tartışıldığı ve temelinin atıldığı dönemdir. O dönemde polis adı verilen Eski Yunan kent devletleri vardır. Bu devletler aslında örgütlü toplum örneği oluşturur. Sofistler adı verilen bilgeler bu devletçiklerde siyasi elitlere ders vererek geçimlerini sağlar. Bu siyasi elitler aslında o toplumun vatandaşları olan aristokratlardır. Toplumun içinde onların dışında köleler, kadınlar, çocuklar ve yabancılar vardır. Görüldüğü gibi siyasal bir toplumsal yapıdan bahsediyoruz. Bu manzara bize mevcut gerçeklik hakkında bilgi verir. Bu bilgiler yazılı metinlere girdiği için genel kaynak olarak kullanılır. Başka toplumlarda da benzer yapılar olmalıdır.

Sofistler karşısında Sokrates mevcut gerçeklik yerine ideal gerçeklik arar. Olması gereken üzerine düşünceler üretir. Sokrates’in düşüncelerini yazan Platon, toplum hakkında ipucu oluşturacak görüşleri Devlet ve Yasalar isimli kitaplarda dile getirir. Platon’a göre toplum ve devlet diğer varlık türleri gibi doğal olarak vardır. Doğada ve dış dünyada algılanan varlıklar aslında gerçek varlıkların yansımaları yani gölgeleridir. Gerçek varlıklar zihinde (akıl) düşünce (idea) olarak vardır. Devlet ve toplum ideaları bize olması gereken mükemmel tasarımı verir. Devlet ve toplumu bu tasarıma göre düşünmek gerekir. Böylece konuyla ilgili ilk düşünce örneği ütopya olarak literatüre girmiştir.

Orta Çağ’da devlet ve toplum Tanrı tarafından yaratılmış olgulardır. Tanrı yaratıcı kudrete sahiptir ve kendi dışındaki bütün varlıkları yaratmıştır. Kendisi sonsuzluk, mükemmellik, mutlaklık, zorunluluk özelliklerine sahiptir. Yarattığı her varlık sınırlı, eksik, geçici, mümkün olarak düşünülebilir. Devlet ve toplum da böyledir. Mevcut devletler dünyevi özellikler taşır. Asıl olan Tanrı devletidir. Tanrı devletine ulaşmak insanın görevidir. Dolayısıyla yeryüzünde Tanrı devletine uygun devletler ve toplumlar kurmak için Kilise yetkili kabul edilir. Kilise onayı ve yetkisi ile devlet ve toplum düzeni sürdürülür. Uzun Orta Çağ boyunca kurulan Feodal düzenin sırrı burada saklıdır. Bu dönemde Tanrı devleti olmaya çalışan veya öyle görüntü veren devletler ve toplumlar karşımıza çıkar.

Orta Çağ Avrupa’sı insanlar arasında eşitsizliğe, baskıya ve sömürüye sebep olan bir düzen kurmuştur. Bu düzenden rahatsızlık arttıkça yeni arayışlar ortaya çıkar. Rönesans bu arayışın bir yansımasıdır. Katolik Kilisesi’nin sınırlarını, engellerini, baskılarını aşmanın yolu gökbilim araştırmalarında aramışlardır. Bu arayış çok masum görünse de mevcut düzeni tehdit edecek yeni bilgilere ulaşmayı sağlamıştır. Kilise’nin baskı kurmakta kullandığı dini görünümlü ezberlerini bozacak bilgiler ortaya çıkınca ortalık karışmış ve devreye Engizisyon girmiştir. Bruno Roma meydanında yakılmış, Galileo canını zor kurtarmıştır.

Rönesans sonrası başlayan süreç Yeni Çağ olarak adlandırır. Sebebi her alanda yeni yollar ve yöntemler arama dönemi olmasıdır. Yeni Çağ toplum konusunu eski düzenden kurtulmak için daha çok romantik bir ütopya haline getirmiştir. Thomas More, hayal ettiği yeni toplumu Ütopya olarak adlandırmıştır. Francis Bacon zaten epistemolojik olarak doğru bilgiye ulaşmanın yeni yollarını aradığı için hayalindeki toplumsal düzeni buna uygun tasarlamıştır. Her şeyi bilim ve akıl yoluyla elde ettiği bilgi ile çözen bir toplum hayali bir anlamda geleceği kurma hedefi haline gelmiştir. TomassoCampanella Güneş Ülkesi’nde hayal ettiği toplumu yazar. Buna göre ülkenin yöneticileri aydın kişilerdir. En yüksek yöneticisi filozof bir rahiptir. Her birey, topluma yararlı olacak şekilde bir görev üstlenir. Özel mülkiyet yasak olup, her şey ortaktır. Böylece eşitsizlik ortadan kalkacaktır. Dönemin en önemli problemi feodalizmin yarattığı sıkıntılardır.

Bir toplum hayal ediyorum diyerek yapılan düşünme eylemleri felsefeden çok edebiyatın alanına girer. Felsefe daha çok varlık veya gerçeklik olarak kabul edilen alan ile ilgili sistematik düşünce üretir. Bu anlamda toplum ve devlet ile ilgili ilk sistematik düşünceler sözleşme teorileri ile karşımıza çıkar. Yeni Çağ’ın, insan aklına dayanan felsefe, bilim, hukuk, devlet, ekonomi gibi alanlardaki arayışına ve başarısına paralel olarak gelişen toplum sözleşmesi kavramı önemli bir adımdır. İlk olarak siyaset ve toplum felsefesi bağlamında insanoğlunun toplum haline geçişi için etraflı ve detaylı bir açıklama geliştirilmiştir. Buna göre toplum ve devlet ne doğal bir varlıktır ne de Tanrı tarafından yaratılmıştır. Doğrudan insanlar tarafından tecrübe ile kurulmuştur. Toplum haline geçiş belli bir toplumsal anlaşmaya ve sözleşmeye dayanır. Toplumun varlığının ardında yaşadığı tecrübeler sonucunda insanın akılla ürettiği bir çözüm durumu vardır. Bu yaklaşım modern dönemi anlamak bakımından son derece önemli bir adımdır. Bu anlayışa göre toplum insan tarafından bizzat kurulan, düzenlenen, geliştirilen bir varlık türüdür.

Toplumun geliştiği düşüncesi Yeni Çağ döneminde modernleşme adı verilen süreçte pekişmeye başladı. Artık hiçbir şey eskisi değildi ve insanlık tarihi bakımından önemli ilerlemeler kaydedilmiş oldu. Bilimde, teknolojide, siyasette, ekonomide olumlu yönde çok ciddi değişmeler yaşanmıştı. Bu değişmeler sanki insanlığın olumlu bir hedefe doğru ilerlemekte olduğu düşüncesini desteklemekteydi. Bu düşüncenin modeli aslında Orta Çağ dini düşüncesinde yer alıyordu. Örneğin St. Augustinus zaman görüşüne göre tarih, başlangıç ve sonu olan bir düz çizgi gibi ilerleme süreci olarak kabul edilmekteydi. Sözde dinden kurtulan Batı düşüncesi dinin tortularını yeni sistemlerinde ve modellerinde kullanmaktan geri kalmadı. Böylece sosyolojinin kurulduğu dönemdeki teorilere / kuramlara damga vuran düz çizgisel ilerlemecilik önemli bir toplum felsefesi modeli oldu.

Toplum felsefesinde düz çizgisel ilerlemecilik modeline göre toplum değişerek ilerleyen bir varlıktır. Bu değişme süreçleri tıpkı doğada olduğu gibi birtakım determinist yasalara dayalı düşünülür. Bu alanda kurulacak bir bilim bu yasaları tespit edebilir. Böylece sosyoloji bilimi için temel amaç belirlenmiş oldu. Buna göre toplumsal yapıda ve toplumsal değişme sürecinde egemen olan yasaları bulmak sosyolojinin görevi oldu. Bu anlayışa göre toplumsal ve tarihsel gerçeklik tıpkı doğadaki gibi zorunlu determinist yasalar içindedir. Determinist bir toplum tasarımı bu döneme damga vurur. Toplumsal evrim gibi kavramlar analojik olarak kullanılır. Yapısal işlevselcilik yaklaşımı da çatışmacı yaklaşım da bu çerçevede gelişmiş toplum kuramlarıdır. Bu dönemin önde gelen toplum felsefecileri ve sosyologları toplumsal gerçeğin sırrını çözdüklerini düşünmüşlerdir. Spencer, Comte, Durkheim, Marx gibi düşünürlerin toplum varsayımı bu bağlamda deterministtir.

İnsan, kültür ve toplum üzerine düşünme tek taraflı değildir. Gerçekliğin farklı boyutlarını sorgulamak insanı hakikate yaklaştırır. Toplumsal gerçekliğin doğadan farklı boyutları olduğunufark eden ve uyaran kişi Wilhelm Dilthey oldu. Ona göre insanın düşünme yetisi doğadaki diğer varlıklardan farklılaşmasını sağlar. Dışsal determinist yasalar insan için geçerli değildir. Beden kısmı bu yasalara bağlı olsa da tarih, kültür ve toplum oluşturma özelliği bu farklılığı ortaya koyar. İnsan ruh ve akıl sahibi bir varlık olarak toplumsal gerçekliği yaratmıştır. Bu gerçekliğin farklı boyutları arasında ilk sırayı tarih alır. Tarihte insan toplumsal ve kültürel boyutlarıyla farklı sebeplere bağlı olarak eylemlerde bulunmuştur. Bu eylemleri pozitivistlerin yaptığı gibi yüzeysel sebepler üzerinden izah etmek mümkün değildir. Toplumsal eylemleri kendi şartları ve çok yönlü etkilenmeleri bağlamında anlamak gerekir. Doğa bilimlerinin kullandığı tek sebepli açıklama burada yetersizdir ve anlama yöntemi kullanılmalıdır. Dilthey yeni bilimlerin üst başlığını “tin bilimleri” yöntemini ise “hermeneutik” olarak adlandırır. Doğa bilimlerinin konusu fizik dünyasıdır; tin bilimlerinin konusu insan ve insanın ürünü olan tarihi ve kültürüdür.

Dilthey, tarihsel ve toplumsal gerçekliğin farkını ortaya koymuş ama bu yaklaşımın sosyolojiye uyarlanması Max Weber’e düşmüştür. Weber ilerlemeciliğin etkisinden kurtulamamıştır. Toplumların modern adını verdiğimiz karmaşık yapıya doğru gelişmesini sosyolojik olarak izah etmeye çalışmıştır. Fakat tarihsel süreç ilerlemenin bütün toplumları kapsayan ortak bir determinist yapıda olmadığını göstermektedir. Hatta ilerlemenin Batı toplumları için de devam etmediğiyle ilgili ciddi iddialar vardır. Örneğin Oswald Spengler Batının Çöküşü (TheDecline of the West) ismiyle yazdığı iki ciltlik kitapta (1923) olumsuz gelişmeleri anlatmıştır. Pitirim A. Sorokin ise içinde yaşadığı çağı Bunalım Çağı (TheCrisis of Our Age 1941) olarak adlandırmış ve ardından Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri (SocialPhilosophies of an Age of Crisis) kitabını yazmıştır. Bu tartışmalar yeni toplum felsefesi yaklaşımları ortaya çıkartmıştır.

Toplumsal gerçekliği anlayabilmek için insanlık tarihine bütün olarak bakmak gerekmektedir. Bütün toplumlar için geçerli ortak yasalar ve süreçler olup olmadığı tartışması önemli bir dönüm noktasıdır. Düz çizgisel ilerlemeci ve evrenselci paradigma Batı dışındaki toplumları açıklamakta yetersiz kalmıştır. Hatta Batıda bile pozitif öngörüleri gerçekleşmemiş ve Batı medeniyetinde sıkıntılar başlamıştır. Sorokin bunları dile getiren yaklaşımları ve düşünürleri ele aldığı eserinde,döngüsel yaklaşımın ilk habercisi olarak İbni Haldun’u görür. İbni Haldun’dan sonra 18. yüzyıl düşünürlerinden Giambattista Vico tarihte farklı medeniyetler ve döngüler olduğunu yazmış ama kendi döneminde pek itibar görmemiştir. Fakat görülmektedir ki dünyada farklı toplumsal birimler vardır ve her toplumun kendi hikayesi-tarihi söz konusudur. Dünya tarihinde farklı toplumların kendi döngüsel süreçlerini yaşadığını kabul eden bu görüş, ilerlemeciliğin karşısında farklı bir paradigma sunmuştur. Bu paradigmaya dayanarak üretilen toplum felsefeleri kültür, toplum, tarih ve medeniyet farklılıklarını temellendirmektedir.

Toplum felsefesinin önemli konularından birisi de milletlerin varlığını olgusal temelleri içinde açıklayabilmektir. Modern dönemde milletler, siyasal meşruiyetin yeni dayanağı olarak ilerlemeci paradigmaya uygun açıklanmıştır. Fakat ilerlemeciliğin evrenselci yönü milletler ve kültürler farkını izah etmekte yetersiz kalmaktadır. Buna göre milletlerin açıklanması döngüsel paradigma çerçevesinde daha gerçekçi açıklanabilmektedir. Tarihte farklı milletlerin kendine mahsus özellikleri ve hayat hikayeleri sosyal gerçekliğin biricikliği bağlamında değerlendirilir. Milletler de toplum felsefesinin önemli tartışma konuları arasında ele alınmaktadır.

 

 

 

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.