Türkiye’yi Anlamak

Felsefe

Türkiye’yi Anlamak

Fahri ATASOY

Sosyoloji terimi Türkçe’ye toplumbilimi olarak çevrildi. İlk olarak Auguste Comte tarafından kullanıldı. Yeni Çağ’da bilim alanında büyük başarılar elde edilmiş ve doğanın sırları çözülmeye başlanmıştı. Bilim dendiği zaman genellikle doğayı ve gökyüzünü inceleyen bilgi disiplini ifade edilmekteydi. Bu anlamda bilim doğadaki olguları deney ve gözleme dayalı özel bir yöntemle ve sebep-sonuç ilişkisine dayanarak yapılan araştırma faaliyeti olarak kurumsallaştı. Akıl bilimin en büyük destekçisi olarak kabul edildi. Bilim ve akıl bilgiye ulaşmada birlikte anlam kazandı. Auguste Comte felsefi görüşlerini bu gelişmelere dayanarak geliştirdiği için pozitivizm akımınıbenimsedi. Doğadaki olguları temel gerçeklik olarak kabul etti.

Pozitivizm, Comte döneminin bilim felsefesi olarak öne çıktı. Doğa olgularının yanında toplumsal gerçekliği oluşturan olaylar ve olgular da açıklanmayı bekliyordu. Toplumlar, kültürler, dinler, tarihler, devletler, savaşlar, devrimler gibi pek çok konu tıpkı fizikte olduğu gibi bilimin konusu olabilirdi. Öyleyse olgusal (pozitif) bilim toplumsal gerçekliği de açıklayabilir, çözümleyebilir, yasalarını ortaya çıkartabilir. Böylece toplumun pozitif yöntem ve ilkelerle incelenebileceği düşünüldü. Sosyoloji ilk yıllarında pozitivist bir yaklaşımla doğdu. Sonra farklı bilim felsefeleri devreye girdi ve toplumsal gerçekliği anlamak için yoğun çalışmalar başladı. Sosyoloji tarihinebaktığımız zaman bu çalışmaları görürüz.

Türkiye’de sosyolojiyi ilk tanıyan ve ülkede kurumsallaşmasını sağlayan Ziya Gökalp oldu. Türkiye’de sosyolojinin kuruluşunda rol alan ikinci isim Prens Sabahattin, Türkiye’nin toplumsalyapısını çözümlemek-anlamak için sosyolojiye baş vurmak zorunda olduğumuzu anlattı. Cumhuriyet kurulduktan sonra yapılacak çok iş vardı. Bunlardan birisi de modern bilimleri ülkede geliştirmek olmalıydı. Üniversite’de sosyoloji kürsüsü zaten kurulmuştu. Bu alanda yeni isimler çalışmaya başladı. Mehmet İzzet, Hilmi Ziya Ülken, Ziyaettin F. Fındıkoğlu gibi isimler ikinci nesil sosyologlar olarak yer aldı. Türkiye’nin toplumsal yapısını anlamaya ve açıklamaya yönelik çalışmalar böylece başladı.

Türkiye’yi anlamak için ilk adım Gökalp’ten geldi. Gökalp sosyolojisinin merkezine kültür (hars) kavramını koydu ve tespitini halk zemininde yapabileceğimizi ifade etti. Bizzat kendisi çalışmaya başladı. Türk milleti olgusunun delillerini yaşayan halkta ve tarihte yaşanan kültürde bulabileceğimizi gösterdi. O dönemde Osmanlı’da insanların toplumu anlamak gibi bir problemi yoktu. Geleneksel yapıdaki Osmanlı bilim sınıfı (ulema) sadece dini konularda aktarma bilgiler ve yüzeysel şerh (yorum) seviyesinde idi. Yeni konulara sıcak bakmıyorlardı. Doğa bilimleri zaten gündemlerinden düşmüştü. Takiyüddin Rasathanesi’nin yıktırılması ibretlik bir örnektir. Toplumu, tarihi, kültürü, devleti anlamaya yönelik bilinen bir çalışma maalesef yoktur. İbni Haldun Osmanlı dışında İslam dünyası için bir istisnadır. Bu bağlamda Gökalp son derece önemli bir yere sahip olmuştur. Türklerin modern toplumsal bilimlerle tanışmasına öncülük etmiştir.

Türk milletini keşfetmek ve anlamak için ilk adım görüldüğü gibi kültür araştırmalarıyla başlar. Önce Türklerin konuştuğu dil araştırmaya konu olur. Kamusu Türki ortaya çıkar. Sonra Türklerin Türk diliyle ortaya koydukları eserlerin araştırılması, tespiti ve incelenmesi gündeme gelir. Orhun Yazıtları’ndan itibaren Türkçe yazılmış eserler Türklerin varlığı için adeta şahitlik etmektedir. Çünkü Türklük (milliyet) bir oluşum, bir inşa, bir hak ediş sürecidir. Bunlar bilimsel araştırmalar için belge niteliğindedir. Yazılı olmayan kültür edebiyat ürünleri de son derece kıymetlidir. Gökalp bunların tespitini ve derlenmesini de milleti anlama bağlamında önemli kabul eder. Ona göre bir ferdin Türk olması terbiyeye bağlıdır. Terbiye ninnilerle başlar, masallarla, destanlarla, halk hikayeleriyle, türkülerle devam eder. Türkleri anlamak için bunları bilmek gerekir.

Türk milleti Türkiye kavramına göre daha geniş bir varlık alanına tekabül eder. Bu yazıyı sadece Türkiye üzerinde yoğunlaştırmak için odaklanmayı buraya yapacağız. Selçuklular tarafından ele geçirildiği çağlardan beri Anadolu toprakları Türkiye olarak anılır ve bilinir. Öncesinde farklı devletler ve topluluklar bu topraklarda yaşamış ve tarih sahnesinden silinmişlerdir. Ortada ne Hititler ne Frigler ne Likyalılar vardır. Türklerin bu topraklardaki yerleşikliği bin yılı geçmek üzeredir. Bugünkü Türkiye’yi anlamak için bu coğrafyada yaşanan tarihi tecrübeyi bilmek gerekir. Hanlar, hamamlar, kervansaraylar, şifahaneler, medreseler, külliyeler, ulu camiler, kentler, köyler Türkiye’yi simgeleyen değerlerdir. Türkiye, Türkler tarafından vatan yapılmış ve imar edilmiş bir ülkedir. Türk egemenliği esnasında herhangi bir yabancı medeniyetin bu topraklarda eser verdiği görülmez. Ermeniler ve Rumlar gibi farklı dine mensup topluluklar Türkiye’nin toplumsal sisteminin bir parçasıdır. Müslüman olan farklı etnisiteler zaten yabancı olarak görülmez.

Türkiye’yi doğru anlayabilmek için yakın dönemlerdeki meydana gelen olaylar silsilesi iyi analiz edilmelidir. Avrupa’da artarda meydana gelen devrimlerin yol açtığı ilerleme karşımıza parlak bir medeniyet çıkartmıştır. Avrupa devletlerine göreceli bir üstünlük ve başarı sağlamıştır. Bu gelişmelerin karşısında Osmanlı Devleti birtakım yenilikler yapmaya başlar. Böylece modernleşme veya batılılaşma adına bir süreç başlar. Türkiye için bir dönüşüm süreci olan bu gelişmeler bize önemli ipuçları verir. Örneğin Orta Asya döneminde Türklerin devlet yönetimi han veya hakan olarak anılırken, Osmanlı’da sultan veya padişah şekline dönüşmüştür. Son dönemde ise devlet yapılanmasında gerçekleştirilen bazı yeniliklerle meşrutiyet ve cumhuriyet sistemine geçilmiştir. Türkiye’nin toplumsal yapısı bakımından son derece önemli olan bu gelişmeler günümüzdeki siyasal hayatımız için kılavuz niteliğindedir.

Türkiye’de başlatılan yenileşme ve modernleşme süreci toplumsal yapının bütün unsurlarını etkilemiştir. Bu bakımdan Türkiye’yi anlamak için bu sürecin doğru analiz edilmesi şarttır. İlk yapılan işler bilindiği gibi ordu düzeninde başlamıştır. Sonra eğitim kurumlarının oluşturulmasıyla devam ettirilmiştir. Batı’da ortaya çıkan değişim-dönüşüm toplumların hayatına pek çok yeni unsur sokmuştur. Bu unsurlar Geleneksel yapıların yetersiz kaldığı yerlerde yeni işlevler üstlenecektir. Modern okullar da böyledir. Öğretmen yetiştiren okullardan doktor ve mühendis yetiştiren okullara kadar bir dizi yeni eğitim kurumu hayatımıza girmiştir. Örneğin Mustafa Kemal o dönemde kurulmuş olan modern subay okulu Harp Okulu mezunudur. Türk İstiklal Savaşı’nı başarıyla yöneten ve modern bir devlet yapısında Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadro bu sürecin içinden gelmiştir.

Çağdaş Türkiye’nin en önemli problemlerinden birisi bilim alanında yaşanmıştır. Eğitim kurumlarını transfer yoluyla ülkeye kazandırabilirsiniz ancak bilim bir zihniyet gücüne ihtiyaç duyar. Asırlarca ezber ve şerh geleneği oluşturan ilmiye sınıfına soru sorma, sorgulama, araştırma, ispatlama gibi bilimsel süreçleri kabul ettirmek oldukça zordur. Özellikle Batı’da büyük başarılar elde etmiş olan modern bilim bize çok uzaktır. Yaşanmış kötü bir tecrübe işin tuzu biberi olmuştur. Takiyüddin'in Rasathanesi 1580 yılında kuruluşunun beşinci yılında yıktırılmıştır. Sonrasında pozitif bilimlerle uğraşmaya kimse cesaret edememiştir. Yenileşme hareketleriyle birlikte açılan yollar Osmanlı aydınlarını Batı’nın bilimleriyle de tanıştırmıştır. Bunlardan en başarılı olanını sosyoloji alanında Ziya Gökalp olduğunu söyleyebiliriz. Fransa’da sosyoloji bölümü kurulmasına yakın tarihlerde (1914) İstanbul Üniversitesi bünyesinde kuruluşunu gerçekleştirdi ve bilimsel faaliyetlere başladı. Darülfünun adıyla kurulan ilk üniversite zaten bu tarihlerde kurumsal bir yapıya kavuştu. Bilim konusunda ilk ciddi atılımlar ancak Cumhuriyet sonrasında görüldü. Özellikle 1933 reformu ve sonrasında tercüme faaliyetleri bilim faaliyetleri için önemli katkılar sağladı. Ancak beklenen ve hedeflenen başarılara ulaşılıp ulaşılamadığı hâlâ tartışma konusudur.

Türkiye, Osmanlının son döneminde kendisini yenilemek istese de her alanda başarılı olması mümkün değildir. Türk halkı hayatlarını büyük oranda köy ve kasaba gibi kırsal alanlarda sürdürmektedir. Geçimlerini hayvancılık ve rençberlik ile sağlamaktadır. Bu hayat tarzı muhtemelen binlerce yıldır aynı şekilde devam etmektedir. Fakat Batı dünyası sanayi devrimi ile üretim biçimini değiştirmiş ve ticaretle zenginliğini artırmıştır. Türklerin hayat tarzında zenginliğe yer yoktur. Bunun iki önemli sebebi vardır. Birisi fiili durum, diğeri zihniyet dünyası. İki unsur aslında birbirini destekleyen bileşik kaplar gibidir. Halbuki Batı dünyası ile aramızda muazzam bir fark oluşmuştur. Batının yanında olmasak belki bu fark belli olmayacak ama sürekli mücadele içinde olduğumuz bir bölgede aksi mümkün değildir. Bu durum aynı zamanda Türk halkının fakir ve sağlıksız kaldığının göstergesidir. Cumhuriyet kurulduğunda bu durum çıplak gerçeklik olarak yeni devletin önünde en önemli problemdir. O dönemde yapılan köy araştırmaları ve yazılan köy hikayeleri bize pek çok bilgi ve ipucu vermektedir.

Köyler ve köylülük Türkiye’nin çözümlenmesinde ve anlaşılmasında son derece önemli bir unsurdur. Cumhuriyet köylerin iyileştirilmesi ve modern tekniklerle desteklenerek kalkınması için tedbirler aldı. Aynı zamanda ülkenin bir an önce sanayileşmesi için çaba sarf edildi. Bir süre sonra köylerdeki nüfus geçinebilmek için kentlere göç etmeye başladı. Bu göç 1950’li yıllarda arttı ve 60 ve 70’li yıllarda kentlerin etrafında “gecekondu” adı verilen uydu mahalleler oluştu. Türkiye’de gecekondulaşma önemli bir problem ve yapıyı belirleyen unsur haline geldi. Günümüzde sürdürülen kentsel dönüşüm dahil olmak üzere Türkiye’deki pek çok davranış tarzının arkasında bu süreç vardır. Türkiye’de medeniyet yaratacak bir dönüşüm yerine toplumu ilkelleştiren bozulmaya götüren sebeplerden birisi burada saklıdır. Kentleşmesinde çarpıklıklar çoğalan, kentli davranışlar yaratamayan, nezaket ve efendiliği ortadan kaldıran bir süreç. Köyden çıkmış ama kente köylülüğünü taşımaya kalkan insanların oluşturduğu bir toplum yapısından bahsediyoruz artık. Eskiden İstanbul bizim medeniyet ölçütümüz idi, şimdilerde İstanbul için büyük bir köy demeleri boşuna değil.

Türkiye, modernleşme sürecinde eğitime çok önem verdi. Yukarıda Osmanlıda modern eğitim kurumlarından da bahsettik. Cumhuriyet halkı köylerde yaşayan ve eğitimden yoksun insanları hem eğitmek hem yeni meslek erbapları olarak topluma katmak için yöntemler geliştirdi. Köy çocuklarına modern okullarda parasız yatılı okuma fırsatı verdi. Zeki ve çalışkan köy çocukları okuyarak toplumsal tabakada en üstlere tırmanabileceklerini gördü. Faydalı bir rekabet ortamı yaratıldı. Bu çocukların bir kısmı dünyada söz sahibi olacak başarılara imza attı. Sosyolojik ifadeyle tabakalaşmada dikey hareketlilik yaratıldı. Cumhuriyetin en önemli başarısı olarak bu süreci de iyi anlamak gerekir. Süleyman Demirel ve Aziz Sancar bu konudaki en çarpıcı örneklerdir.

Türkiye’yi anlamak için dikkat etmemiz gereken yerlerden birisi de siyasi kaos ortamıdır. Türk toplumu lider merkezli bir siyaset tarzını benimser. Bunu pek çok örnekte göstermiştir. Demokrasiye geçişte oldukça sıkıntılı bir durumun ana sebebi burada düğümlenir. Çünkü sadece lidere bağlanmaz, liderle birlikte oluşturdukları toplumsal kesimi fanatikçe savunmaya ve karşı tarafa saldırıya geçer. Yakın tarihimizde bunun yansımalarını görmekteyiz. En çarpıcı örneği 1980 öncesindeki sağ-sol çatışması olarak adlandırılan siyasi mücadeledir. Bu dönem tam bir kaos ve akıl tutulmasıdır. Türkiye’yi bu dönemin travma yaratan olaylarından bağımsız düşünemezsiniz. Günümüzdeki siyasi kamplaşmanın köklerini burada bulmak mümkündür. Türkiye’de yaşayan insanlar çok çabuk bir şekilde ötekileştirdikleri kesime düşmanca bakabilmekte ve davranabilmektedir. Bu olgu, toplumun en önemli problemlerinden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türkiye’yi anlamak için bakmamız gereken pek çok alan var. Bunlar arasında sanat üst başlığı altında incelenebilecek konular arasında edebiyat, tiyatro, resim, mimari, sinema gibi önemli konular sıralanabilir. Her birini ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. Diğer alanlar ise toplumsal yapıyı oluşturan ve toplumsal eylemlere sebep olan unsurlar olarak karşımıza çıkar. Örneğin Türklerin dini inanç ve uygulama biçimi ayrıca incelenmelidir. Osmanlının zayıfladığı dönemden itibaren ortaya çıkan göç hareketleri Türkiye’yi anlamak için önemli bir başlıktır. Bu yazı sadece bir giriş mahiyetinde çerçeve oluşturma amacı taşımaktadır. Gelecek yazılarımız bu minvalde devam edecektir.

 

Yorum

Vedat şahin (doğrulanmamış) Pa, 16 Mart 2025 - 18:30

👍

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.