Feridüdin Attar, Esrarname ve İlahiname Mesnevileri

Makaleler

Feridüdin Attar, Esrarname ve İlahiname Mesnevileri

Prof. Dr. Nimet YILDIRIM

 

Şeyh Feridüddîn Muhammed Attâr-i Nişaburî, Farsça şiir ve tasavvuf alanındaki başyapıt eserleriyle VI. yüzyıl sonları ile VII. yüzyılın en önde gelen erdemli kişiliklerinden biridir. Attâr (1142-1145) yılları arasında Nîşâbur’da dünyaya geldi. Mucmel-i Fasihî’deki kayıtlara göre, Attâr’ın tasavvuf silsilelerinde izlediği halkaları Şeyh Ebû Saîd Ebu’l-Hayr’a erişir. Abdulhüseyn-i Zerrinkûb ile Muhammed Rıza Şefîi-yi Kedkenî de bu görüşü kabul ederler. Ebû Saîd’in Nişaburlu oluşu, ününün o bölgelerde alabildiğine yaygın olması, Attâr’ın eserlerinde diğer tasavvuf uluları ve şeyhlere oranla ondan daha çok ve son derece saygı ve övgüyle söz etmesi Attâr’ın Ebû Saîd’e olan sevgisi, bağlılığı ve tutkunluğu ikisi arasındaki manevi bağların çok güçlü olduğunu açıkça göstermektedir. [1]

Hikâye yazarlığı yeteneği Attâr ile eş zamanlı dünyaya gelmiştir. Bu yetenek ilk kez gençlik yıllarında yazmış olduğu, dünyevi bir aşkın katıksız serüvenini konu alan Hüsrevnâme (Hüsrev ü Gül) adlı mesnevisiyle ortaya çıkmıştır. Attâr, hikâye yazımında Senaî’den daha başarılı ve daha öndedir. Gençlik yılları ve şairliğinin ilk dönemlerinde yazmış olduğu Hüsrevnâme’yi bir kenara bırakacak olursak eserlerinden hareketle şairliğinin tamamını üç farklı devrede ele alabiliriz.

Birinci devresinde şairliği, hikâye yazarlığının doruk noktalarda olduğu ve tasavvuf düşünceleri açısından hikâye tarzının bütün inceliklerinde başarılı oldukça dengeli bir şairle karşı karşıya olduğumuzu görürüz. İkinci devresinde genel olarak bakıldığında eserlerin yapısı ve yapısal özelliklerinden öte “vahdet-i vücûd” heyecanı daha çok görülür. Yaşlılık çağlarında ise İmam Ali’nin tasavvufi kişiliği ve üstün özellikleri konusunda son derece yoğun ve bazen de abartılı sözleri dışında fazla nitelikli sözleri ve yazılarına rastlanmaz.

H. Ritter’in son araştırmaları bu kategorizeyi (Mantıku’t-tayr, İlâhînâme, Musîbetnâme vb) adlı eserlerinden oluşan birinci grup eserlerin Attâr’a ait olduğu düşüncesini onaylamaktadır. Uşturnâme ve Cevâhiru’l-lezzât gibi eserlerin de aralarında yer aldığı ikinci grup eserlerinin kesin olarak ona ait olduğu söylenemez. Mazharu’l-acâyib gibi üçüncü gruptaki eserleri ise ya değiştirilmiş ya da Attâr’a ait olduğu söylenen eserlerdir. Bu gruptaki eserlerin başka bir Attâr’a ait olduğu daha doğrudur. [2]

Attâr’ın hayatının ilk yılları hakkında fazla bilgi yoktur. Ancak o dönemlere ait bilgiler arasında; babasının Şadyah’ta aktarlık yaptığı, bu alanda son derece güçlü ve yetenekli olduğu, ölümünden sonra da oğlu Feridüddîn’in babasının mesleğini sürdürdüğü son derece güzel bir aktar dükkânı olduğu yer alır. Burada aktarlık, eczacılık anlamındadır. Bu konuda kesin bilgilerden biri de Attâr’ın gençlik dönemlerinde tasavvuf konulu araştırmalarına başlamadan önce önemli ölçüde bir tıp bilgisi de gerektiren eczacılık mesleğini sürdürmüş olması, eczanesinde tabiplik de yapmış olmasıdır. [3] Bu konuda Hüsrevnâme ve Musîbetnâme adlı eserlerinde kendisi de bilgi vermektedir. Diğer eserlerinde de bu konuyla ilgili bilgilere yer veren Attâr’ın tıp öğrenimini kimden aldığı konusunda birbirinden farklı görüşler vardır.

Şairin yine eserlerinde işaretlerde bulunduğu konulardan, onun özel hayatındaki değişimlerin tabiplik ve eczacılık yıllarında olduğu kesindir. O dönemlerinde edebiyat ve şiir konularında önemli bir birikim elde etmiş olan Attâr gönlü ve kafasındaki tasavvufi duyguları ve düşüncelerini son derece akıcı ve sade bir dilde eserlerinde manzum olarak aktarıyor, aynı zamanda eczacılık işini de yürütüyordu. Bu durum diğer o çağların sufîlerinde de yaygın olarak görülüyordu. Tasavvuf ile uğraşmaları onların sosyal hayatlarını ve iş hayatlarını asla olumsuz olarak etkilemiyordu. [4]

Sufî bilge, şair ve yazar Attâr’ın hayatı ile ilgili konulardan ilk söz eden Abdurrahman-i Camî’dir. Camî de onu diğer bazı kaynaklarda kayıtlı olduğu gibi Şeyh Necmüddîn-i Kübrâ’nın müritlerinden olan Harezmî diye bilinen Şeyh Mecdüddin-i Bağdadî’nin müritleri arasında saymaktadır. [5]

Devletşâh’ın kayıtlarına göre; Attâr fani bir dervişin halini gördükten sonra maldan mülkten ve ticaretten el çekmiş, o çağların en büyük sufî mürşidi büyük şeyh Rükneddîn Akâf’ın dergahına gitmiş, elinden tövbe alarak tasavvuf yolundaki mücadelesine başlamış, birkaç yıl şeyhin ders halkalarında bulunmuştur. [6]

Attâr kaynakların ortak bilgileri ve bazı şiirlerinden anlaşıldığına göre bir süre tarikat sâliklerinin töresi gereği hayatının bir kısmını değişik yörelere yaptığı seferlerle geçirmiş, küçük yaştan itibaren ve özellikle kendisini tasavvufa verdikten sonra bu seyahatleri devam ettirmiştir. Attâr, Irak, Şam, Mısır, Mekke, Medine, Hindistan ve Türkistan’a yaptığı bu seyahatlerden sonra Nişabur’a döndü ve orada inzivaya çekildi. Mekke’den Maveraünnehr’e kadar birçok bölgede ünlü şeyhler ve bilgelerle görüştü, bu seyahatlerinden birinde de Şeyh Mecdüddin Bağdadî’yi ziyaret ederek onunla tanıştı. [7]

Attâr’ın yaşlılık çağlarında “Mevlâna” unvanıyla bilinen Celalüddîn Muhammed’in babası Bahauddîn Muhammed oğlu ile birlikte Irak seyahatine çıktığında Nişabur’da şeyh Attâr’ı ziyaret etmiş, Şeyh de o zamanlar küçük bir çocuk olan Muhammed’e Esrârnâme’sinin bir nüshasını vermiştir.

Attâr çok çalışkan bir aktar, ulu bir şair ve büyük bir sufî olarak hayatın her alanında son derece aktif hem aktarlık yaptığı dönemlerde hem de her şeyden elini çekip bir köşede tasavvuf ile uğraşırken çok değerli mesnevilerini, gazellerini, rubailerini, son derece değerli bir sufî ansiklopedisi niteliğindeki Tezkiretü’l-evliyâ’sını yazıyordu. Devletşâh bu konuda şunları söyler: “Şeyh’in mesnevileri dışında 40.000 beyitlik bir divanı, 12.000 rubaisi, tarikat ve tasavvuf önderlerini konu alan Tezkiretü’l-evliyâ’sı, bunlar dışında da birtakım risaleleri; 12 manzum eseri, 40 risalesi vardır. Manzum eserlerindeki şiirleri 100.000’i aşkın beyitten oluşur.” [8]

Şair Hüsrevnâme adlı mesnevisinde eserlerinin adını tek tek vermektedir. Devletşah ve Attâr’ın kendi dizelerinde verdikleri bilgiler dışında çok sayıda eserde yer alan kayıtlara ve Hidâyet’in Riyâzu’l-arifin’deki bilgilerine göre şeyhin kitaplarının 114 tane olduğu belirtilir.

Attâr, Fars edebiyatının gerçekte en büyük sufî şairlerinden biridir. Onun yakıcı bir aşk ve iştiyakla söylediği sade ve albenili sözleri gerçeklik yolunun yolcularını bir aşk kamçısı gibi kamçılayarak amaçları ve hedeflerine doğru hareket ettirir.

Tasavvufa ilgisi çocukluk günlerine kadar uzanan Attâr büyük bir ihtimalle babasıyla birlikte katılmış olduğu sufî meclislerinde tasavvuf ile tanıştı ve tasavvuf melteminin esintileri o yaşlarda onun olağanüstü ruh yapısına derinden işledi. O, Tezkiretü’l-evliyâ’sını yazmasının sebeplerinden biri olarak çocukluk yıllarından beri sûfi çevrelere olan yakın ve yoğun ilgisini, kendisini hep derin anlamlı sözleriyle beslemiş olan derin aşkını gösterir. [9]

Attâr’ın tasavvuf terbiyesini kimden aldığı, irade hırkasını giyip giymediği kesin olarak bilinmemektedir. Babasının da şeyhi olduğu rivayet edilen Kutbüddîn Haydar ile Rükneddîn Akâf ve Mecdüddîn el-Bağdâdî’nin müridi olduğu şüphelidir. Esrârnâme’sinin önsözünde aşırı derecede övdüğü Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’a (ö. 1049) mânen intisap ettiğini, sahip olduğu her devleti onun ruhaniyetinden aldığını, kendisini terbiye eden kişinin bu zat olduğunu söyler ve dolayısıyla “Üveysî” olduğuna işaret eder. Eserlerinden, devrindeki birçok mutasavvıf ve şeyhle tanıştığı, onlarla dostluk kurup eserlerini okuyarak kendisini tasavvuf merhalelerini aşmaya hazırladığı, bu gayretler sonunda irşat makamına ulaştığı anlaşılmaktadır. Bir tarikata girmediği kabul edilse bile iddia edildiği gibi o sadece tasavvufa meraklı veya sufîmeşrep biri değildir. Tasavvuf erbabının sırlarını öğrenip makam ve hallerini incelemekle yetinmemiş, tasavvufu benimseyip içine girmiş, az da olsa seyr ü sülûk ile meşgul olmuş ve kendisinden sonra yaşayan pek çok mutasavvıf-şair ve edibe önderlik etmiştir. Bunlar arasında Mevlânâ, Mahmûd-i Şebüsterî, Sadî, Hâfız ve Abdurrahmân-ı Câmî sayılabilir. Özellikle Mevlânâ’nın Attâr’ı âşıkların önderi sayması, tasavvuf yolunda kendisini küçük, onu büyük görmesi, eserlerinden büyük ölçüde faydalanması, hatta onu “ruh”, Senâî’yi de ruhun “iki gözü” olarak kabul etmesi, Hallâc’daki nurun Attâr’ın ruhunda tecelli ettiğini ve Hallâc’ın ona mürebbi olduğunu söylemesi şüphesiz bir sebebe dayanmalıdır.[10]

Tezkiretü’l-evliyâ’nın giriş bölümünde Attâr’ı şeriata derin imanıyla, tarikata sağlam inancıyla bağlı bir kişilik olarak görürüz. O, dinsel açıdan, insanların kurtuluşu açısından hem kendi sonundan hem halkın sonundan endişeli olarak görülmektedir. Öyle anlaşılıyor ki Attâr hem Tezkiretü’l-evliyâ adlı eserini hem de tasavvufi kasidelerini ve gazellerini diğer işlerinin yanı sıra değişik dönemlerde kaleme almıştır. Nitekim Muhtarnâme’sindeki rubaileri de hayatının değişik zamanlarında yazmıştır. Ancak Divan’ını mı yoksa Tezkiretü’l-evliyâ’sını mı daha önce yazdığı konusunda kesin bilgi yoktur. Attâr’dan önce tasavvuf konusunda Senai, Hadîkatu’l-hakîka, Nizamî, Mahzenü’l-esrar ve Hakanî de Tuhfetü’l-Irâkeyn adlı eserlerini kaleme almışlardır. Attâr mesnevilerini yaşlılık çağlarında kaleme almış olduğundan dolayı kendisinden önce bu konuda yazılmış eserlerin olduğu güçlü bir ihtimaldir. Öyle anlaşılıyor ki ilk mesnevisi Esrârnâme’yi, işte bu eserleri ve özellikle de Mahzenü’l-esrâr’ı örnek olarak yazmış, ardından da diğer mesnevilerini kaleme almıştır. [11]

Attâr, yaşadığı çağdaki hiçbir güç sahibine, hiçbir hükümdara bağlanmamış, o çevrelerle ilişki bile kurmamıştır. Eserlerinde muhatap aldığı kitleler kendisinin de Tezkiretü’l-evliyâ’sının giriş kısmında belirttiği gibi hem nesir ve hem şiir eserlerinde asıl amacı tasavvuf ve bilgiyi geniş kitlelere eriştirmek, güzel özellikler, ahlak ve edebi yaygınlaştırmak olmuştur. Onun inancına göre hem bu dünyada hem de öteki dünyada insanların kurtuluşlarını sağlayacak olan da işte bu özelliklerdir. [12]

Attâr’ın eserlerinde kullandığı dil bütün eserlerinde anlamsal açıdan alabildiğine açık, sade, kolay anlaşılabilir ve çekicidir. Tezkiretü’l-evliyâ’da büyük sufî şeyhlerin biyografileri, sözleri ve tanıtımlarıyla ilgili bölümler ile muhatabın bizzat şairin kendisi olduğu bazı kasideleri ve gazellerinde özellikle duyguları ve ruhsal durumuyla ilgili yerler ve ortamlarda, Allah ve peygamber ile ilgili bölümler dışında tekellüf ve sanatlı cümlelere pek rastlanmaz. Tezkiretü’l-evliyâ dili açısından Fars dilinde yazılmış nesir eserlerin en güzel ve çekici örneklerinden biridir. Bütün mesnevilerini değerlendirdiğimizde genellikle sade, zor anlaşılır sözcükler ve tamlamalardan arınmış, zor anlaşılır ifadelerden, gramerik karmaşık yapılardan uzak ve akıcı bir dil görürüz. İşte bu yüzden de özellikle eserlerinin giriş kısımlarında şairin duyguları ve düşüncelerini ortaya koyduğu bölümler daha güzel ve çekicidir. [13]

 

  1. ESRÂRNÂME

Attâr’ın mesnevileri arasında Esrârnâme diğer mesnevilerine oranla irili ufaklı hikâyelere yer veren uzun bir hikâye içermez. Bu eserdeki konuların çoğu züht, şeriat ve şairin özellikle dünya görüşü ve tasavvuf anlayışı gibi ayrıntılardan oluşur.  Öyle anlaşılıyor ki; Attâr bu eserinde bütün görüşleri, düşünceleri ve inançlarını özet olarak aktarmış, daha sonra ayrıntılarını yazmak üzere diğer mesnevilerini planlamıştır. [14]

Özet olarak daha sonraları diğer mesnevilerinde ayrıntılı olarak işlenen bu konuların en önemlileri şunlardır: “Seyahat olgunlaştırır, erginleştirir. O halde insanın mekânsız bir yere, ezel ile ebedin aynı şeyler olduğu, geçmiş ile geleceğin birbirinden farkının olmadığı ortamlara yolculuğa çıkması gerekir… Bu yolculuklar da ancak katıksız ve tam bir aşk ile gerçekleştirilebilir. Bütün evren, bütün felekler aşk ile yürümekte, aşk ile hareket etmekte, bu dünya vadisinde aşkın en olgun ve en erginini aramak için yapılmaktadır. Nitekim aynanın arkası silinip temizlendiğinde de arkasıyla önünün bir farkının olmadığı görülür. Aşk akıldan daha üstün ve daha tercih edilebilirdir. Din dünyasında “Neden?” ve “Niçin?”in hiçbir anlamı yoktur ve bu soruların sorulması hatadır. Felsefenin aklı Mustafa’nın dininden habersiz ve nasipsizdir. Gerçek, ileri görüşlü olmaktır. Felsefeciler öteki dünyada sonlarının ne olacağını bilmezler. Bu evrende olanların hepsi bir soyut resimdir. Cennet de cehennem de senin hep yanındadır. Herkesin haşirdeki hali buradaki haliyle aynı olacaktır. Hakk’a vuslat, ancak mutlak yok olmakla mümkündür. Ayağına takılı kalmış bir kıl bile öteki dünyada insanın ayak bağı olup işini zorlaştıracaktır. Senin gerçeğin gizli ve uçsuz bucaksızdır. Tanrı sana verdiği her şeyi açık açık bütünüyle sana göstermekte, ancak kendinden hiçbir şeyi bir kıl ucu kadar şeyi sana göstermemektedir. Gözün bir kendi gerçek varlığına düşse kendi kendine şaşırıp kalırsın.” [15]

Bu eserde; onuncu makalenin sonunda Attâr; çok uzun yolları aştığını, upuzun yolculuklara çıktığını, ancak daha yolun başında ve ilk adımda olduğunu itiraf eder. Onun bu makalede ve daha sonraki bölümlerdeki tarzı üzüntü verici ve ümitsizliğe düşürücü haldedir. On ikinci makale ve diğerlerinde ölüm konusu Attâr’ı son derece uğraştırmakta ve endişelendirmektedir: “Canın varlığa değmez. Eğer varlık evreninde olmasaydık yokluktan uzak olacaktık. Asıl mutluluk yokluktadır. Öyleyse ölüm, üzüntü ve umutsuzluk kaynağı olmamalıdır. Eğer ölüm olmasaydı bu hayatın sonunda, burada yaşamak çok güzeldi. Bu dünyanın mutluluğunun sonu gamsız, varlığı da korkusuz ve yokluksuz değil.[16]

Attâr son makalesinin son bölümünde şiirinin gücü, düşüncesinin gücü, tarzı ve geniş düşünce dünyasından söz ediyor.

Attâr’ın Esrârnâme’de işlediği konular ve dillendirdiği düşüncelerinden; yakınlarını, akrabalarını terk etme, dünyayı bir tarafa bırakma; bütün bunlarda gizli gerçekleri görüp anlama, gönlü aşk ateşiyle yanarak mutlak yokluğa “fena fillah”a erişmek için Hakk’a doğru bir fizikötesi yolculuğa çıkma, gizli gerçeğini keşf etme, din işlerinde akılla, felsefeyle “Neden?”, “Niçin” sorularını sormama, kurtuluşu, kendinden geçme ve yok olmada, Hakk’ın kendisine egemen olmasında  görme ve orada arama onun bütün mesnevilerinde kulaklara hoş gelen, güzellikleriyle yankılanan nağmelerdir. [17]

Attâr’ın Esrârnâme’sinde dikkatimizi çeken ve en çok işlediği konulardan biri de aşktır. İster istemez doğrudan ya da dolaylı olarak Esrârnâme’nin değişik bölümlerinde dünyanın değersizliğine hayatın ve insanların vefasızlıklarına ve ölümden sonra yeniden dirilişe sık sık değinilmektedir. Attâr’ın ve babasının aktarlık mesleği, Esrârnâme’de derin bir teessürle aktardığı babasının ölümünün üzerinde bıraktığı derin etki ve belki daha başka etkenlerden dolayı Attâr’ın ölüm konusunda bu denli hassas olduğu söylenebilir. Babasının son demlerini yaşarken Attâr’ın ona sormuş olduğu sorular ve aldığı cevaplar onun hayat ve ölüm, nasıl bir hayat yaşanmalı gibi düşünceleriyle nasıl şaşkınlaştığını ilk mesnevisinin şu dizelerinde gözlemek mümkündür: [18]

Sordum babama işte o anında ben:

“Nasılsın?” cevap verdi: “Nasıl olurum oğlum ben?”

 

Şaşırıp kaldım; ne oldum şimdi bilmiyorum ben

Kalbim kayboldu, başka bir şey bilmiyorum ben

 

Bir şey söyle en son ne olur sen

Baksana şaşkın şaşkın dolaşıyorum top gibi ben

 

Cevap verdi bana: “A bilge oğlum benim

Tanrı’nın erdemiyle her konuda sanatkâr oğlum benim

 

Gafletteydim, kendimce böbürlendim bir ömür

Ne söylerim; boş yaşamış, boş söz söylemişim bir ömür

 

2. İLÂHÎNÂME

İlâhînâme Attâr’ın ikinci mesnevisidir. İlâhînâme’de Esrârnâme’nin tersine uzun ve kısa hikâyeler yer almaktadır. İlâhînâme’de de züht ve şeriat, tarikattan daha ön plandadır. Gerçekte İlâhînâme tarikata hazırlama ve tarikata giriş kapısında bir giriş bölümü gibi değerlendirilebilir. Attâr’ın Esrârnâme ve İlâhînâme adlı eserlerinde bir taraftan züht ile şeriat arasında berzahta, diğer taraftan da aşk temelleri üzerine yükselen devrimci bir tarikat görülmektedir. Bu iki eserde Hallâc, Bâyezid, Ahmed-i Gazzalî ve Aynü’l-Kuzât’ın eserlerinde gördüğümüz tasavvufî konular ve öğretiler türünden bilgiler görülürken genel muhatap kitlesi ve didaktik öğreti sınırlaması Attâr’ı daha ihtiyatlı söz söylemeye zorlamakta, ayaklarını züht ve şeriat sınırlarından öteye daha az atmasını sağlamaktadır. [19]

Kendi ifadeleriyle otuz dokuz yıl sufi şairlerin biyografileri ve şiirlerini derlemeye çalıştığını, şairlik sanatını hiçbir kimseyi övmek için kullanmadığını belirtir. O da Uşturnâme adlı eserinde söylediği gibi İbn Arabî ve İbn Fâriz gibi Peygamber’i rüyada gördüğünü, bu rüya üzerine doğru yolu bulduğunu dile getirir. [20]

İlâhînâme’de Attâr’ın ahiret konusunda öngörüleri, bu doğrultuda dünya hayatını nasıl yaşamak gerektiğini dillendirmesiyle yorulmak bilmeyen bir koşuşturmayla gerçeğin peşinden koşmayı gerektirmektedir. Tarikat yoluna adım atmak istek, arzu insan ruhunda dertli olma ve aşksız asla olmayacaktır. Böylesi bir dert gerekir ki insan bütün dünyevi bağlılıklarından, bağımlılıklarından ayrılarak, koparak gerçeğin yolunda ilerleyebilsin. Çünkü dert sahibi olan kişi herkesten çok derman peşinde dolaşır. Hak derdini çeken kişidir bir tek Tanrı’yı arzulayan kişi. Gerçekte sırların kapıları da işte böyle kişilere açılır.

Attâr’ın düşünceleri mesnevilerinde “züht”, “şeriat”, “aşk” ve “tarikat” olgularının birbirleriyle son derece uyumlu bir sentezle bir araya getirilmesiyle dillendirilir. Esrârnâme ile İlâhînâme adlı eserlerinde zahidane öğretiler, anlatılar ve şeriat açık ara öne çıkar. Diğer eserlerinden Mantıku’t-tayr ile Musîbetnâme adlı mesnevilerinde ise daha çok tasavvufi ve sufî öğreti temellerinde bu daldaki tecrübeleri; Hallâc, Bâyezid-i Bestamî, Ahmed-i Gazzalî ve Aynu’l-Kuzât gibi büyük bilge ârifler ve sufîlerin sufice bir aşk anlayışı temelleri üzerine yükselen devrimci yaklaşımları açıkça ve baskın olarak görülür. [21]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kaynakça

Purnamdariyan, Takî, “Attâr-i Nişaburî”, Dâiretü’l-Meârif-i Zebân ve Edeb-i Fârsî, DZEF, IV,  644.

Rypka, Jan, Târîh-i Edebiyyât-i Îrân (çev. Kerîm-i Keşâverz), Tahran 1370 hş.

Safâ, Zebîhullâh, Târîh-i Edebiyyât Der Îrân, Tahran 1371 hş. I-V.

Şahinoğlu, M. Nazif, “Attâr Ferîdüddin”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi/DİA, IV, 95.

 

 

 

 

 

 

[1] Takî Purnamdariyan, “Attâr-i Nişaburî”, DZEF, IV,  644.

[2] Rypka, Târîh-i Edebiyyât-i Îrân, I, 432.

[3] Safâ, Târîh-i Edebiyyât, II, 858-59; Şahinoğlu, M. Nazif, “Attâr Ferîdüddin”, DİA, IV, 95.

[4] Safâ, Târîh-i Edebiyyât, II, 859.

[5] Safâ, Târîh-i Edebiyyât, II, 859-60.

[6] Safâ, Târîh-i Edebiyyât, II, 860.

[7] Safâ, Târîh-i Edebiyyât, II, 861; Şahinoğlu, M. Nazif, “Attâr Ferîdüddin”, DİA, IV, 95.

[8] Safâ, Târîh-i Edebiyyât, II, 861.

[9] Takî Purnamdariyan, “Attâr-i Nişaburî”, DZEF, IV,  644.

[10] Şahinoğlu, M. Nazif, “Attâr Ferîdüddin”, DİA, IV, 95.

[11] Takî Purnamdariyan, “Attâr-i Nişaburî”, DZEF, IV, 644.  

        [12] Takî Purnamdariyan, “Attâr-i Nişaburî”, DZEF, IV, 644-45.   

[13] Takî Purnamdariyan, “Attâr-i Nişaburî”, DZEF, IV, 645.

[14] Takî Purnamdariyan, “Attâr-i Nişaburî”, DZEF, IV, 645.

[15] Takî Purnamdariyan, “Attâr-i Nişaburî”, DZEF, IV, 645.

[16] Takî Purnamdariyan, “Attâr-i Nişaburî”, DZEF, IV, 645.

[17] Takî Purnamdariyan, “Attâr-i Nişaburî”, DZEF, IV, 645.

[18] Takî Purnamdariyan, “Attâr-i Nişaburî”, DZEF, IV, 648.

[19] Takî Purnamdariyan, “Attâr-i Nişaburî”, DZEF, IV, 645.

[20] Şahinoğlu, M. Nazif, “Attâr Ferîdüddin”, DİA, IV, 95.

[21] Takî Purnamdariyan, “Attâr-i Nişaburî”, DZEF, IV, 647.

 

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.