Üç Arkadaşlı Anılar ve Bavulhane Kokusu

Akademik

 

 

 

Üç Arkadaşlı Anılar ve Bavulhane Kokusu

Prof. Hasan Pekmezci

 

Eşi çok seviyor diye, pazara her gidişinde diğer ihtiyaçların yanında mutlaka ayva alır birkaç yerden, ayva zamanı geldiğinde aksatmadan. Biri iyi çıkmazsa diğeri çıkabilir hiç olmazsa düşüncesi ve işi garantiye alma isteği. Bu kez de sebzeler, meyveler ve her zamanki gibi ayvalar aldı arabasına yerleştirdi.

Evinin önünde bunları indirirken bir ayvayı camın önüne koydu, güzelim sarısı ve kokusu için. Bulunduğu bir mekânda ayva kokusunu sevdiğinden. Ne güzel olur arabaya bindiğinde içeride bir ayva kokusu; başkalarının pek hoşuna gitmeyeceğini bile bile. Sevgili Osman Zeki Oral ağabeyimiz de mutlaka bir iki ayva bulundururdu, masasının üstünde. Kimi zaman pastelle resmini de çalışarak.

Bu ekşimsi, hafif nem kokusu ona her zaman çok eskileri çağrıştırır; evlerindeki kışlıkların doldurulduğu ‘’tuluk odasını’’ ve ondan sonraki yılların anıları ile dolu olan İvriz’i ve okulun bavulhanesini. Böyle konular anımsanırken ve yazılırken doğal olarak bunlara bağlı konuların da açıklanması yerel tatlar ve uygulamalar açısından ayrı bir gereklilik sayılır. Örneğin, ‘’Tuluk Odası’’ bütün kışlıkların saklandığı bir erzak deposu, yoksul orman köylülerinin analarının kilitli tuttukları en önemli mekânıdır.

Köy erzaklığı diğer meyve, sebze, un, bulgur gibi kışlıkların kokularının harmanladığı bir hava ile dolar her zaman. Odanın kendine özgü bir kokusu olduğu gibi, her insanın da çocukluğundan başlayarak yaşadığı anıları vardır burayla ilgili. Onun çocukluk anılarında çok özel yeri olduğu gibi. Her girişinde kuru üzüm, kırılmış ceviz içi, tarhana gibi yiyeceklerden kaçamak olarak ağzına bir iki parça atabilmeyi hayal ettiği için. Bu yüzden yediği dayaklar ve işittiği onca kötü söz dağları aşmıştır. Anılarına düşkün biri için yaşamının bir parçası olarak unutulmayan, yaşamın orasında, burasında yer yer “ben buradayıııım” diye bağıran anılar...

Pek çok insan için yöresel adlar, uygulamalar ‘’nedir acaba’’ sorularını da taşır. Burada geçen ‘’Tuluk Odası’’ gibi. Örneğin ‘’tuluk’’ açıklanmadan konunun anlaşılması güçleşir.

 Bu oda adını, özenle, kesiksiz yüzülen ve iyice işlemlerden geçen bir keçi derisinin uçları bağlanarak içine tuzlu yoğurt doldurulan tulumdan alır. Tulum peyniri adı gibi. Köylerde fakir fukara, herkese tadımlık yedirip, mutlaka artırdığı yoğurtlarının içine kaya tuzu katarak bu tulukta aylarca biriktirir, yoğurdun suyu derinin gözeneklerinden sızdıkça sert bir peynir haline gelir. Temel gıda sayılan bazı kışlık yiyeceğin hazırlığı için önemli bir nimettir köylü için. Zamanı gelince tuluk uygun bir yerinden kesilerek içindeki katı peynirin bir bölümü börek-çörek için saklanır. Geri kalan çoğunluğu su ile eritilerek yayıkta çalkalanır ve bundan tereyağı çıkarılır; yağı alınan ayran ile de kışlık tarhana pişirilir. Bu tarhana köy insanının çok önemli bir besin kaynağıdır. Ülkemizde değişik bölgelerde yapılanlardan oldukça farklı hazırlanır bu tarhana; hatta farklı tüketilir. 1960’lı yıllarda Gazi Eğitim’de konferanslarını izlediğimiz Prof. Osman Nuri Koçtürk’ün bu konunun uluslararası alana taşınmasında büyük çabaları olmuş, özellikle Afrika ülkeleri için temel beslenme kaynağı olarak seçilmiştir. Değerli bilim adamına ‘’Tarhana Osman’’ sıfatı takılmıştı ondan sonra.

 

 

Fotograf 1-2 Köyümüzün Tarhana Geleneği

 

Beyşehir yöresinin tarhanası sadece çorba olarak değil, kış akşamlarında, çoluğun, çocuğun zevkle yediği, misafirlere ikram edildiği en önemli kırıntısı sayılır. Bunun hazırlığının da kendine özgü ritüeli ve geleneği vardı, bir zamanlar. Tuluk peynirinden elde edilen ayranla, yarma denen buğday kırması akşama kadar kazanlarda ölü hale gelinceye kadar pişirilir. Akşamüzeri konu komşuya üzerinde topak bir tereyağı ile birer tabak içinde ikram edilir. Bu gelenek, ‘’Yarın sabah bizde tarhana serilecek’’ davetiyesi sayılır.  Bir gece bekletilen tarhana ertesi gün köy ya da komşu imecesiyle 3-4 milimetre kalınlığında 15-20 cm çapında keten helva gibi açılarak düz damlara serilen çam pürleri üzerinde kurumaya bırakılır. Birkaç gün güneş altında, çam pürü nefis bir çam kokusu kazandırdığı gibi kış boyu bozulmadan, güvelenmeden kalmasını, saklanmasını sağlar. Bu tarhana sadece çorba amaçlı değildir. Okula giden çocuğun cebine konan iki parça tarhana onun hem kahvaltısı, hem de öğle yemeği sayılır. Kışın oduna gidenler ceplerine biraz tarhana koydu mu akşama kadar besin ihtiyacını sağlamış sayılır. Köy olanakları içinde var olanla yetinmesini bilenlerce kıtır kıtır yemek ayrı bir eğlencedir de.

Kış akşamları sobanın üzerinde kızartılır, derin bir sahanda bulunan süte batırılıp bekletilir. Kendine özgü ve özellikle köy insanı için nefis bir koku yayar etrafa. Aralarına dövülmüş haşhaş ya da ceviz konması da ayrı bir zenginliktir.  Yoksullar elbette süt yerine suya batırarak aynı hazzı yaşamanın yollarını arar.

Bunun çorbası da ilginçtir. Kırıntı tarhanalar ıslatılır, pişirilirken içine dilimli, doğal şeker pancarı eklenir. Onun çorbaya kattığı tatlımsı değer yanında pişen pancardan kaşığın ucuyla alınır ve çorbayla birlikte yenir.

Tarhana imecesi, imeceye davet geleneği yaşandığı zamanın en doğal insani değerleriydi. Bunun için ev sahibi mutlaka öğle yemeği hazırlar, gelenlere ikram ederdi. Zaman ne yazık ki bunları da çarkı içinde eritip değiştirdi ya da yok etti. Bizim anlatımımız birkaç kişide anılara seyahat fırsatı yaratabilirse.

 

Fotograf 3

 

Bir de İvriz var, her anımızda adı geçen,  mutlaka bir yerlerden bağ kurulabilen; kimliğimizin oluştuğu okul. ''Nedir bu İvriz'' diyeceksiniz kuşkusuz. Bugün için sadece belli bir idealin, bir kuşağın yüreğini cızz ettiren dopdolu bir kavramdır salt isim değil. İvriz Köy Enstitüsü gibi 1940 yılında kurulan 21 aydınlanma ocağı ülkemizin her yerini dama tahtası gibi parselleyerek kapsayan planlamayla. Binlerce köy çocuğunun hayatını değiştiren devletin koruyucu yuvasıdır. Pek çok İvriz mezunu çocuklarına İvriz adını vermiştir bu yüzden. Cumhuriyet ideali,  eğitim ve kültür odağı olarak, köylüsü ile kentlisi ile kendini kabul ettiren bir zamanların efsane eğitim kurumlarından. Aslında bu ad Konya Ereğli’sinin 13-14 km uzağında tarihi bir yerleşim yerinden gelir. ‘’İvriz Çayı’nın tam kaynağında devasa bir Hitit kabartması vardır; görseli, efsanesi bütün tarih kitaplarında bulunan. M.Ö. VIII. yüzyıla tarihlenen geç Hitit dönemi eseri. 4.20x2.40m ölçülerinde heykelsi taş kabartma, Tuvana Krallığı’ndan günümüze gelebilmiş nadir eserlerden biridir. Fırtına Tanrısı Tarhundas ile bölgenin kralı Varpalavas betimlenmiştir. Krala göre daha büyük ölçülerde olan Tarhundas, ellerinde başaklar ve üzüm salkımı tutmaktadır. Bu Tarhundas’ın aynı zamanda bolluk ve bereket tanrısı olduğunu da göstermektedir. Tanrının karşısındaki kral ise daha küçük boyutlarda ve dua eder durumda gösterilmiştir.’’    Burası 50-60 yıl önceleri uzağında sayılırdı ilçenin, şimdi belki iç içe geçmiş olabilir Ereğli’nin genişleyip yayılması ile.

Baharla birlikte İvriz Beldesi'nin yakınındaki İvriz Çayı’nın suladığı bir vadinin yüksek yamaçlarında Durlaz, Dedeköy, Gaybi ve Sarıca köyleri arasında 1942 yılında bir eğitim yuvası kurulur: Adı İvriz Köy Enstitüsü.  İvriz Çayı kenarları yeterince tarım yapılmayan meralıklardır. Bu bölgesinin yamaçları ise dağlıktır, taşlıktır, kıraçtır. Kimi yerlerinde bir avuç toprak bulmak zordur. Kısa süre içinde vadiye doğru inen topraklarda Enstitü öğrencilerinin insanüstü çalışmaları, alın teri ve emekleri ile oluşturulan bağlar, meyve bahçeleri, sebzeliklerle hayat gelmeye başlar; hem de coşkulu-tutkulu-yurtsever bir köy çocuğu kuşağıyla. Torosların yamaçlarında ''Hak Vermez Yaylası'' olarak bilinen, kimsenin beğenmediği, ekip dikmek için yüzüne bakmadığı, “Allahın unuttuğu yerlerden” en taşlık, en kıraç arazilerde okul yerleşkesi. Yine öğrencilerce yapılan derslikler, lojmanlar, spor alanları, yatakhaneler, hizmet binaları.   Bunların aralarında havuzlar, taşıma topraklarla yemyeşil, meyvelikler, gölgelikler. Eğitim, kültür ve sanat bütün görkemiyle filizlenmeye başlar dağ başlarında.

Bir yandan da İvriz Çayı vadisinde her karış toprak insan yüreğiyle ve yürek sıcaklığıyla buluşur; toprak ana doğurmaya başlar; meyvelikler, sebzelikler, bağlar, bahçeler. İvriz adı kendisi gibi imece okulu olarak, 21 ayrı yerde yirmi bir efsane isimle bütün ülkeye aynı ülküyü taşır: Dostlarının gıpta ile baş tacı saydığı, aydınlık/çağdaşlık düşmanlarının kaygılarla düşünmeye başladığı.

Kurulduğu anlardan başlayarak kız-erkek binlerce köy çocuğunun gözlerinin açıldığı, hayatı çok yönlü ve çok boyutlu kavradığı bir eğitim yuvasıdır burası. Hiçbir şey iken ve belki de hiçbir şey olamayacak iken; düşünen, sorgulayan, üreten bir kimlik olarak yeniden doğdukları.

 

(Köy Enstitüleri’nin kapatılmasında köylülerin beğenmediği susuz, niteliksiz, taşlı arazilerin köy çocuklarının alın teriyle yemyeşil ağaçlık, meyvelik, bağlık, bahçelik ve tarım alanları haline getirilmesinin bazı çevrelerin iştahını kabarttığı ve buraları ele geçirmek için iktidarla el ele suçlama yarışına girdikleri savı unutulmamalı)

*

Her yılın 1 Mayıs’ı, okuldan sabah erken saatlerde heyecanla yola çıkan bütün öğrenci ve öğretmenlerin söylediği marşlarla altı kilometre uzaklıktaki İvriz Kabartmasının eteklerinde, İvriz Çayının suladığı geniş çayırlıkta kutlanırdı. Günler öncesinden hazırlıklarla, mutfak oraya taşınır, güne özel yemekler hazırlanır; resim, güreş, voleybol yarışmaları, halkoyunları ile tam gün şenlik yaşanırdı.   

*

Bu nedenle nice unutulmaz anılarla doludur, sadece bu sözcükleri yazan için bile örneğin, ilk resim ödülünü bu yarışmalarda kazanmıştı.

Ürkek, korkak, çekingen, kepçe kulaklı, kemik torbası bir köy çocuğu olarak geldiği İvriz, bu nedenle her yönü ile onun hayatının da en önemli dönüm noktasıdır.

Bütün anıları bir yerlerde gezer-dolaşır; gelir İvriz’de düğümlenir. Oradan yeniden bir açılımla başka boyutlarda gelişmeler yaşamaya başlar.

Ne zaman, bir iki İvrizli bir araya gelse artık başka konular konuşulmaz; varsa yoksa her şey İvriz üstünedir. Saatlerce süren bir arkadaşlık, dostluk muhabbetidir bu kardeşlikten daha içten, daha zengin.

Her biri kendi alanlarında belli aşamalarda bulunarak bu ülkeye hizmet eden ve artık Ankara’da yaşayan üç arkadaş, üç İvrizli sık sık  bir araya gelirler. Zaman zaman fırsatlar yaratarak, birbirlerinin evlerinde toplanmayı sürdürmeye çalışırlar. Her birinin kendilerine özgü yaşam koşturmalarına rağmen. Yaşları yetmişleri  geçip gitmiş üç arkadaş. Biri ilkokul öğretmeni olduktan sonra Gazi Eğitimi bitirdi, yetiştiği İvriz’de öğretmen olarak görev aldı; devam ederek ‘’Tıp Fakültesini’’ bitirdi, göz ihtisası yaptı, doktor. İkincisi İvriz’den ilkokul öğretmeni olarak mezun olduktan sonra Gazi Eğitim’i bitirdi. Orta öğretim kurumlarında başarılı çalışmalar yaparken yayıncılığa başladı ve çok önemli ve başarılı bir yayıncı olarak eğitime yıllarca hizmet etti. Üçüncüsü İlkokul öğretmeni olarak Urfa-Siverek-Gözelek Köyü öğretmenliğine atandı. 3 ay sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümünü kazandı. Mezuniyet sonrası Arifiye Öğretmen Okulunda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. 1975’te I. MC hükümeti tarafından sürgün edildi Mardin’e, eşiyle birlikte. Daha sonra Çankırı’da görev aldı. Yetiştiği Gazi Eğitim’e öğretmen olarak davet edildi. Akademik çalışma yaparak, hem sanat, hem de akademik alanda başarılı çalışmalarda bulundu. Şimdi emekli bir profesör.  Bunları niye yazıyoruz: Üç köy çocuğunun hayatı nasıl anladığı, algıladığı, başarı denen kavramı nasıl özümlediği ve kimlik sahibi olabildiği konusunda örnekliği için. Kuşkusuz bu anlatım diğer pek çok İvriz mezunu, sayısız Köy Enstitüsü kökenli için de geçerli, hepsinin yaşam öyküsü neredeyse paralel.

Üçüncü İvrizli Ankara’da sanatta 50.yıl sergisi düzenledi eşi ile birlikte. Sergi salonunda büyük bir duvara onun hayat öyküsünden bir bölümünü  sunum olarak düzenlemiş, salon görevlileri. 14-15 İvrizli arkadaş bu yazının önünde toplanmışlar, anı ve serginin sahibi arkadaşlarını da çağırdılar yanlarına. ‘’Yav arkadaş, bu yazıdaki senin adını çıkar, yerine her birimizin adını yaz; gerisi aynı’’ Dediler.

Bu nedenle İvriz’de okuyanların hepsi benzer ortak anılarla doludur. Kuşkusuz, kimi hüzünlü, kimi coşkulu ve anlatmakla, saymakla bitmeyecek anılar.

*

Bu kez de öyle oldu: Son Aralık ayının soğukça günlerinden bir gün, yine bir araya gelebildiler üç arkadaş; artık hepsi de kardeş gibi olmuş eşleriyle,  büyüklerine amca, bütün analara, kendi annesiymiş gibi,  anne diye hitap eden çocukları ile birlikte.

Hoş-beş girişinden sonra yemeğe geçildi.   Yemek, ekmek derken yine konu geldi İvriz’e dayandı. Dostlardan biri, her zaman olduğu gibi İvriz’de verilen yemeklerden şikâyet etmeye başladı. Ona göre, pişmemiş veya yanmış ekmeklerden. Yağsız, tatsız, tuzsuz yemeklerden. Bu nedenle doğru dürüst yemek yemediğini, doğruca kantine koştuğunu. Böyle az sayıda olup da anadan-babadan maddi desteği olan öğrencilerin en çok uğrak yeri olan Galip Amcadan. Ekmek arası bandırmadan, nohuttan, leblebiden.

Diğer ikisinin tavrı belliydi bu konuda, yıllardır yaptıkları konuşmalardan. Yemeklerden de, ekmeklerden de şikâyet yoktu. Çünkü kötü diye anlatılan yiyecekler bile bu iki arkadaş için birer büyük nimetti. Köylerinde bunları da bulamayacak durumdan gelmişlerdi bu okula. Hele hele bu iki arkadaştan birinin Galip Amcaya gidip ekmek arası bandırma alacak durumu da hiç olmamıştı. Böyle bir umudu, böyle bir açık kapısı da yoktu. Bu nedenle tek seçenekleri kendilerine verilenleri zevk içinde yiyebilmek ve tadını çıkarabilmekti. Böyle yoksul öğrencilerin Galip Amcanın kantinine, bonkör arkadaşları küçük birer parça ikramda bulunacaklarsa gitme şansları vardı ancak. Üç arkadaştan biri, maddi durumu iyi olan yakın köylülerinden birinin tutumunu anımsadı. Babası tahsildar olduğu için düzenli harçlığı gelen arkadaşlarından birinin Galip Amcadan sık sık aldığı bandırmaları ve beyaz leblebileri. Mesut’un leblebilerden kendilerine sayarak dörder dörder dağıttığını. Kesinlikle beş leblebi vermediğini ve bu  leblebilerin de ağızlarına bulaşıp kaldığını, midelerine inme fırsatı bile bulamadığını ve benzer şeyleri anlattı, yarı şaka, yarı hüzün.

Galip Amca bütün öğrencilerin çok iyi bildiği babacan kantincisiydi İvriz’in. İvriz mezunu olup da Galip Amcayı tanımayan bulunmazdı her halde, o da her öğrenciyi tanırdı. Her zamanki gibi sevgi ile andılar, anılar içinde gezinirken. Galip Amcanın oğlu Bahattin anlattı bunu. ‘’Babam sık sık Hasan’a bak, o yoksul haliyle nasıl çalışarak Çapa’ya gitti, sen de onun peşinden gitmelisin’’

İvriz muhabbeti başlayınca sevilen öğretmenler arandı telefonla: Üçünün de ilgi ve sevgi alanında bulunan evli iki öğretmenlerini. Teknolojinin yeni olanaklarıyla ayrı ayrı görüşüldü. Özellikle bu öğretmenlerden birinin Nevruze Göksel’in, İvriz’den İstanbul Çapa Öğretmen Okulu Resim Semineri’ne seçilen ama son anda gitmekten vazgeçen üç arkadaştan biri üzerinde önemli etki ve katkıları vardı. Onun İstanbul’a gitmesi bu öğretmeninin çok akıllı iknası ve yönlendirmesi ile mümkün olmuştu.

*

 1962 Eylül’ünden beri bir daha ayrıldığı İvriz’e gitmemiş, gidememişti hiç.

Arkadaşlardan biri ona, “sen niye gitmiyorsun İvriz’e” diye sordu... “Biz ikimiz birlikte zaman zaman gidiyoruz, bu kez seni de götürelim, eski günleri birlikte anmak için”.

O, “ben bilerek-isteyerek gitmedim bu zamana kadar ve bundan sonra da gitmemeye kararlıyım; anılarımın, anılarım içinde görkemle yer alan eski İvriz’in zedelenmesini, yıkılmasını istemiyorum. Öylece kalsın en azından”, dedi.

“Aslında doğru dediklerin;   kesinlikle eski İvriz’i bulamayacaksın, yerle bir etmişler, ama yine de gitmelisin”.

İdare binasından söz etti o. Altında güreş odası, masa tenisi odası, bavulhane ve en uçta da mutfak bulunan; yandan büyük, geniş ve dik bir merdivenle çıkılan üst katın boydan boya yemekhane ve sahne olduğu, yemekhaneden idare binasına geçiş kapısının bulunduğu binadan.

 

Foto 4-5

 

Yaşam Merdiveni.

 

Çünkü bu bina onun hiç aklından çıkmayan bir görkemli yapıydı. Ama en önemlisi onun merdivenleri daha önemliydi anılar içinde.

Tam elli yıl öncenin anısı canlandı gözlerinin önünde. Dik merdivenin en üst kısmındaki sahanlıkta birkaç öğretmen-idareci toplanmış ve bunlardan biri elindeki listeden sınavı kazananları okuyor yüksek sesle. Sınava giren yüzlerce öğrenci, bin bir umut içinde adlarının okunmasını, minik yüreklerinin çarpıntıları içinde bekliyorlar merdivenin dibinde, gözlerini ve kulaklarını dört açarak. Onlarla birlikte sınav için gelen-gelebilen velileri çocuklarından daha heyecanla bir umut içindeler. Kazananlar çok az olacağından, kısmet birilerine değecek ama çoğuna değmeyecek kuşkusuz. Ama bütün yürekler kazanmak istiyor, bütün çocuklar kurtulmak istiyor köylerinden, belirsiz geleceklerinden. Adı okunanlar sevinçlerini-coşkularını belli edemeyecek tadar şok yaşadıklarından arkalarına bile bakamadan merdivenleri tırmanmaya başlıyor ve oradaki görevliler tarafından içeriye götürülüyorlar.

“İşte” dedi, İvriz’e bir daha gitmeyen, diğer iki arkadaşına; “benim resimlerimde gördüğünüz bütün merdivenler bu yaşanan anıların izi. İvriz’in izi. Ne zaman İvriz aklıma gelse bu bina gözlerimin önüne geliverir. Nasıl çıktım o merdivenleri,  o heyecanı şimdi olmuş gibi yaşarım yeniden. İçeriye alınınca o büyük yemekhanenin girişteki duvarı boyunca sıra yaptılar bizi. Yönümüz kapıya dönük. Kazanarak içeri gelenleri görebilecek şekilde. Sağ yanımızda duvar boyunca kocaman bir tablo vardı. At üzerinde asker elbiseli Atatürk.  Alt kısmında da resmi yapanın adı: Nuri Hiçler. Bu resim de gözlerimizin önündedir, bu isim de şimdi bile”.

O’nun eşi “nasıl hatırlıyorsun bunları tek tek” dedi.

“Hayatımın koşusunu nasıl hatırlamam”, unutmadım ki hiçbir zaman.

“Biz üçümüz de yaşadık bu sahneyi, ama onların ilgileri başka şeylere takılmış demek, unutmuşlar”.

- “Hayalindeki bu binayı dozerlerle yıktılar ama o kadar zor yıktılar;

ben de en çok bavul haneyi anımsarım, bu binanın altındaki” dedi. Arkadaşlardan biri. “Hele hele o bavul hane kokusunu. Geçenlerde arabama ayvalar koydum bavulhane gibi koksun diye, kokmadı keratalar bu güne kadar” dedi. “Neydi o koku bavulhane açılınca her tarafa yayılan, bize göre mis gibi”. “Evlerden, köylerden getirebilen yiyeceklerin, ayvaların, elmaların, cevizlerin, kuru üzümlerin karma karışık kokusu. Çocukluğumuzun yurt, yöre, ev özleminin kokusu belki de.”

“Benim araba hala kokmadı”.

O da anlattı benzer bir öyküyle arabasına koyduğu ayvaları.

“Bu binaları, bavulhaneyi, yemekhaneyi, hayallerimizin oynadığı sahnesini yıkmışlar. Anılarımızı yıkmışlar, nasıl giderim ben oralara. Anılarımın yıkılmasına izin vermeyeceğim, gitmeyeceğim oralara. Köyüme gitmediğim gibi. Kim ne derse desin, kim nasıl yorumlarsa yorumlasın; anılarım benim yaşam kaynağım, esin kaynağım olarak şimdilik yıkılmadan kalsın, hiç olmazsa”.

O bina ki ilk kez bir masada, kendi tabağında çeşit çeşit yemek yeme fırsatını bulanların yemekhanesi idi. İlk kez film izledikleri sinemasıydı okulun, aynı zamanda. Cumartesi akşamları şenlikler yapılan, şarkılar, türkülerle coştukları eğlence salonları. O’nun Gülseren’in oğlu ve Feride’nin kardeşi olarak ilk kez bir piyeste rol aldığı kocaman sahne. Koca okulda iki kız öğrenci vardı sadece; bu yüzden okulun öğrencilerinin yarısı Gülseren’e, öteki yarısı da Feride’ye âşıktı.

“Ben onlarla aynı piyeste oynayan şanslı öğrencilerden biriydim, düşünün, belki hatırlarsınız”. Dedi.

Bu salon, binlerce öğrencinin gözlerinin açıldığı, dünyayı başka gözlerle algılama ve sorgulama bilinci kazandıkları bir yerdi, yıkmışlar.

Hep düşünür o, böyle yakma-yıkma Vandallıklarını görünce, duyunca. Bunları yıkanlar, yakanlar ya da bu yıkıcılara ''Yıkın'' emrini verenlerin buraların kimlerin anılarıyla dolu olduğunun; bu duvarların, bu tavanların kimlerin seslerini, soluklarını, umutlarını, coşkularını taşıdığının farkında olabiliyorlar mı? Akıllarından, içlerinden geçirebiliyorlar mı en azından. O kazmayı vururken, o yıkıcı araç ve gereçleri kullanırken içlerinde bir sızı, bir başka duygu hissediyorlar mı?

Onlara emir verenlerin daha bilinçli olabilecekleri de kuşkulu. Ama içlerinden biri ya da birileri bu anı heykellerini yıkmadan, korumanın yollarını aradı mı ki! Bu mekânların başka görevlerle de olsa geleceğe kalabilmesini sağlamanın; çok zorunlu ise yeni yapıları da bir başka yerlere yapabilmenin düşüncesi hiç akıllarından geçti mi ki?

Bu durum sadece İvriz için geçerli değil kuşkusuz. Bütün insan eseri olsun, olmasın güzel olan, tarihi olan, geri getirilmesi mümkün olamayan her türlü doğa eserleri için de geçerli. Anadolu'nun tarihi ve doğal zenginliklerini koruma bilinci sadece bir kısım insanların çabaları yerine devlet erkini ele geçirenlerde gelişseydi ne olurdu sanki.

‘’Bu da sorulur mu? Sanmıyorum” dedi, “sorulsaydı zaten yıkılmazdı. Anılarına saygılı, tarihine saygılı toplumların yaptıkları kimsenin umurunda değil”.

“İçine terimiz, kokularımız sinen binalarımızı, bavulhanemizi yıkmışlar, yok etmişler Vandallar” dedi üç arkadaş hüzün içinde.  “Biz yaşları yetmişi geçmiş insanlar 60 yıl sonra Ankara’da anılarımızla İvriz’i o günleri, öğretmenlerimizi, arkadaşlarımızı anıyoruz, özlemle. Her şey bir yana bavulhane kokusunu arıyoruz, yaratmaya çalışıyoruz ayvalarımızla.

 

-2024 .Ankara

 

Foto Galeri

Yorum

2. Erkan YAZARGAN (doğrulanmamış) Çar, 14 Şubat 2024 - 22:39

BİBİNİN KÖŞKÜ

Seydişehir' e iş için göçüp giden geniş ailenin daha varlıklı olanı kendilerine üç katlı bir köşk alıp yeni hayat kurunca aradan geçecek onlarca yıldan sonra viraneye dönüp bibinin orada tek başına öleceğini nereden bilebilirdilerki?

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.