ANLAM, ARAMAK VE TUTUNMAK
İnsan, neyi arar? Karşılaştığında benimsemek varken uğrunda adım dahi atmaya korkacağı bir anlamı mı? Kendine sunulmayan imkânlara veryansın edip, koşullar sağlandığında ise en önce terk edecek olduğu sanrıyı mı? İnsan, cesaretli davranmayacağı suların kıyısında neden yalın ayak dolaşır? Hem beklemekten usandığını söyleyip hem bekleneni bekletmekle yarattığı karmada, kopuşu neden bir erdem zanneder? Soruların cevaplardan fazla yer kapladığı mecralarda insan, yalnızlığın duvar ustasıdır aslında.
Sadece sonucu düşünüp bütünü oluşturan etkenlere odaklanmamak, döngünün yıpratıcı kaynağıdır. Düşünce, kalbe saygıdan gelir oysa. İyi düşünemeyen bir insan, neyi istediğini bilmez. Neyi istediğini bilmeyen bir insan, istemediklerine sınır çizemez. Nitekim zihinsel süreçler doğrultusunda bir hedef belirlerken izlenen veya seçilmeyen yollar, insanın omurgasını şekillendirir. Dış dünya gerçekliğinin duyularla buluştuğu yerde bütünleşmek ya da dışarıda bırakmak üzere muhatap tutulan her şey, aklı beslediği kadar ruhu da besler. Bu yüzden öz saygı, kendini bilmekten geçer ve kendini bilmek ise düşünce ve duygu netliği bekler. Bulanıklık; bir süreç değil, zamanın ta kendisi hâline getirilirse anlam; varoluşsal bir mesele olmaktan çıkıp tercihen yaratılmış bir kısır döngü içinde, en önce göz ardı edilmiş anahtar kavrama bürünür.
Anlam nedir? İnsanın kalbine dokunan mı, fikirlerine nitelik kazandıran mı, zamanı yaşamaya değer kılan mı? Nerede aranır anlam ya da nerede bulunmaz? Mekanikleşen, maddeselleşen, ‘’ben’’ dili ve duygusunun hâkimiyet sahasının genişlediği günümüz koşullarında konumlandığı bir yer var mıdır? Görüşlerin ve eylemlerin kutuplar yarattığı bir çağda kimi gülünç, kimi ciddi, kimi alaycı, kimi saf, kimi gerçek, kimi illüzyon suretler arasında ideal olana karar verme yetisine de, yetkisine de sahip değildir kimse. Bir kısmın kendinden vazgeçercesine yitirdiği benlik kavramı, diğer bir kısmın egoistlik derecesine vardırdığı bir savunma biçimi olunca uyum yakalamak da zor olur. Düşüncelerin düşünür gibi yapmaktan, hislerin hisseder gibi görünmekten öteye gidemediği noktada gerçek ve değerli olanın ayırt ediciliğine odaklanmaz seküler çevre. Dolayısıyla orada akıl da tembelleşir, sağduyu da. İnsan, maskeler biriktirmeye başlar. Sunduğu vitrin ile içsel berraklığı, birbirine dolanır. Mevcut şartlardan rahatsız değilse mesele zaten yoktur ancak düşünce ve duygularında duvarlar yükselmeye başlamışsa açıklık, çoktan çiğnenmiş demektir.
Açıklık, ne değildir? Şeffaf olmak, neden çıplak olmak kadar sakıncalı görünür? Neticesi her ne olacaksa olsun, dürüst olmaktan korkmak, varoluşunun hedeflerinden çekinmek değil midir? İnsan, düşündüğünü dile getiremeyecek ya da yalnız kendinden bekleneni ifade edecekse zihnin onca etkinliği nedendir? Bir başka açıdan insan, gerçekten istediği kadarını değil; anlık arzularını tatmin edecek kadarını beklerse bu, hayatının genel amacına karşı son derece riyakâr bir tutum sayılmaz mı? Kartları bir açık, bir kapalı; eylemleri hep yarım yarım; fikirde ve maneviyatta iddialı ancak bıraktığı tesir hep hasarlı olan bir insanın şahsiyeti şüphe yaratmaz mı? Sorular, bazen cevaplardan büyüktür. Her soru, her zaman onay beklentisiyle sorulmaz. Her soru, yargılayıcı bir tutumla var olmaz. Her soru, alacağı cevap için heyecan saklamaz. Her soru, her zaman bir çözüm maksadı taşımaz ancak çözmek yerine kesmek, alışkanlığa dönmüşse o emekle inşa edilen benlik de sanallaşmaya başlamış demektir.
İnsan, varoluşsal düğümlerine bir yenisini bazen söylemediği ve yapmadıklarıyla atmış olur. Bu, koşullanmış veya öğrenilmiş çaresizliğin basamaklarından biridir ancak sorgulanması gereken, kişinin o noktaya gelinceye dek kendiyle bir yüzleşme yaşayıp yaşamadığıdır. Hayat, herkes için eşit imkânlar sunarak akmaz ancak cesaret ve kazanımlar, çoğu kez doğrusaldır. O hâlde yalnız yaptıklarının değil, gerektiği zaman yapmadıklarının da sorumluluğunu almak, bilincin ön koşuludur. Bir iddia, bir maksat, bir ilke, bir istek söz konusuysa kişi; en önce kendine karşı dürüst olmak zorundadır. Aksi takdirde tutarsız bir kişilik yapısı, tutarsız bir ömrün kaynağı olur ve anlam, gözle görülür olsa da muhatabına tutunacak bir el uzatmaz.
Nasıl tutunur peki insan? Sorudaki netlik, cevaptaki bulanıklığı çağırır bazen de. İnsan, eksildiği yerden sırf alışkın olduğu için uzaklaşamıyorsa çoğalmanın değerine varamaz. Korkak, yenik, sessiz bir gözle bakar ufka. Erişilmez sandığı, kapısının eşiğindedir aslında ama insan, görmez. Böylece beklerken, içine doğacak ışığı bir gün ansızın kaçırdığıyla kalır. Gözlerini ovuşturmaktan ellerini uzatmaya fırsat bulamaz. Çıplak bir göz, çıplak bir ruh kadar derindir oysa. Yine de sığlığın kırk kat giyindiği yerde anlam eskir, tutunulan ise ancak kabulsüz bir hissizliktir. Anlam, anlamsızlığa ibadet edilen yere şöyle bir göz ucuyla bakar ve ait olmadığını anladığı an terk eder bekleyeni çünkü tutunmak için tutunacak eli temiz saklamak gerekir; bilir.
Deneme
Yorum
Anlam , aramak ve tutunmak
Su gibi aktı okurken her cümle bi yerlere dokuna dokuna yüreğine kalemine sağlık...👏👏👏
Meray ne kadar duygu…
Meray ne kadar duygu yüzlüsün. Bu içtenliği yazılarında da görüyorum. Devrik cümleler ve kararlı bakışlar. Düşüncenin gücü gururlaniyorum. Öpüyorum seni.
Yeni yorum ekle