On altı Yirmi dört Vardiyası

Öykü

On altı Yirmi dört Vardiyası

Serap Gökalp

Kar, soğuk ve hışırtılı bir battaniye olup şehrin üstüne serilmişti… Antensiz eski model televizyon ekranı görüntüsü içinde, gümüş rengi yol, karanlıkta yer yer parlayarak, ilerideki dağın iki memesi arasından geçip aya saplanıyordu. İşte tam o noktada bir şehirlerarası otobüsün gölgesi seçiliyordu. 
Karayolunun ortasında bir kadın duruyordu. 
İki yanından geçen tehlikeli kitlenin rüzgârı, yün şapkasını almış götürmüş, atkısını boynundan atmaya çalışıyordu. Kar yağar, rüzgâr onu hırpalarken kocasının sabah vardiyasına yetişmek için o sırada çoktan uyumuş olduğunu düşünüyordu 




Kadın yün atkısını saat 15.00’te bağlamıştı boynuna. Üçüncü kattaki evinin merdivenlerinden aceleyle inmiş tipide sokağa çıkmıştı. On altı, yirmi dört vardiyasının arabaları dolaşıyordur, diye düşünmüş, ama servis durağı yerine minibüs durağına yönelmiş, ilk araca binip evinden uzaklaşmıştı. 
İş bulmalıyım.
Kol saati 13.45’i gösterdiği  sırada koridordaki aynaya bakmıştı, gözaltındaki mor halkalardan olmalı görüntüsü hüzünlüydü. Sobaya biraz daha odun atmıştı;  bebek üşümesin. Rüzgârla dalgalar halinde inen, her yeri kat kat örten kar yağışını izlemişti. Olmadı. Sofrayı hazırlama niyetiyle mutfağa kaçmıştı. Midesi mi ağrıyordu, böbrekleri mi? Başında da bir zonklama sanki…  Sersemlemiş ve körleşmiş, başını öne eğip olup biteni anlamaya çalışıyordu. Bu elindeki makarna tenceresiydi. Annesi yemekleri hazırlayıp gitmişti. Tutmayıp masanın üzerine koymalıydı. Bebek acıktığını belirten sesler çıkarıyordu. Canım yanıyor benim ama tam olarak nerem ağrıyor? İçimde bir sıkıntı… Loğusalık daha bitmemiş olabilir mi? Havaya doğru ağlamak istiyordu. Dedesinin hayali birbirine kenetlediği ellerinin başparmaklarını çevirirken, “Havaya doğru ağlama evladım,” dedi. Tembih ve sesteki vurgu onu korkutur, annesine daha sıkı sarılmasını sağlardı. Şimdi ben anneyim…zorbatv.dergi

Kocası, gece çalışıp gündüz uyuduğu yüzüyle ona bakıyordu. Sakalları uzamış, bakışları bulanık. Yemek masasını hazırlamış çocuğu emzirirken “Ah canım,” demişti kocasına. “Kalkmasaydın ya. Sen de mi acıktın? Kaçmasın diye iki eliyle memeye tutunmuş bebeği gözleriyle işaret ederek, “Ne kadar iştahlı görüyor musun?” Sonra çabucak bakışlarını kaçırmıştı. Burkulan yüreğini, gözlerini kapatıp açıp acele bakışlar ve onlara uyak sözcüklerle koşa takıla başka bir şeyler de söylemişti… Ne demişti? Bu kusurlu konuşma yüzünden kendini budala gibi hissedip daha çok sinirlenmişti, onu anımsıyor yalnızca. “Seninle yiyeceğim. Gene görüşemez olduk. Eve birimiz gelip birimiz gidiyoruz. Berbat bir durum bu. Sen de geç kalma, hava karlı. Vardiya arabasını kaçırırsan nasıl gidersin fabrikaya. Saat kaç?  İkisi birden saate bakmıştı, 14.15


Kadın gelip geçen araçların rüzgarına karşı, göğsünü bastırdı. İki beden büyümüş, vardiya sonuna doğru biriken sütlerden zonklamaya başlayan göğüsleri şimdi de acımaya başladı bak. Fabrikadan eve gelirken de her Allah’ın günü  hiçbir şey düşünemiyor o zonklama, acıma yüzünden. Memelerini ince ince binlerce yerden patlatmak için zorlayan bu sıvıdan bir an önce kurtulmak için koşarak eve gidiyor, her akşam.  Şu anda da memelerine dolmuş sayısız hava kabarcığının içinden bir yerleri tıkayıp onu soluksuz bırakacağını düşünüyor. Aman ne iyi olur…



“Merak etme, bakarım ben başımın çaresine,” demişti yavaşça ve masaya kocası için de tabakla bardak bırakmıştı. Genç adam, sessizce sokulup vücudunu ona yaslanmış, beline sarılmıştı. “Özlüyorum, seni,” demişti, iç geçirerek, sabırsızca. “Ne olacak böyle?” Kıpırdamadan beklemişti kadın. Ensesinden boynuna gezen soluğun yavaşlamasını beklemişti. Yavaşlamamıştı. “Karnımızı doyuralım, sonra gideceğim. Sen de yorgunsun,” demişti. “Değilim,” diye karşı çıkmıştı kocası, akreple yelkovana göz atarak. Saat adamın kasıklarından kadının kalçasına vuruyordu. 
“Yemek”, demişti kadın. “Boş ver yemeği,” demişti, kadının gövdesini sertçe çevirip kollarını sıkıştırmıştı, “Dünya kadar vaktimiz var.” Kadının içinde bir şey çıt etmişti. Adam duymamıştı.
 Dünya kadar zamanımız…“Geç kalırım…” Halsizce bir cümle. 

Evden çıkmıştı. Minibüste yalnızca ayakta yer vardı. Araçtaki saat 15.11’i gösteriyordu. 
15.12, içerisinin sıcak, yapışkan ve kötü kokusunu duydu. Radyoda bir arabesk şarkı, neydi anlayamamıştı. 15.13, cebine hazırladığı  kâğıt parayı zorlukla çıkarıp, daha önde duran sarı lacivert şapkalı adama uzatmıştı. 15.14, “Bozuk yok muydu?” demişti, adam. Sinirlendiğini hissetmiş, “Sen yolcu musun muavin mi?” demişti, adama. Yolcuymuş. “İyi, ver sen şoföre o parayı.” Şoför parayı gözünü yoldan ayırmadan almış, aynadan “Bozuk para yok mu abla?” demişti deminki adamın sesinin tıpkısı sesle. “Yok,” demişti kadın ters ters. “Sinir oluyor insan di’mi?” diye, ahbapça bir ses çıkarmıştı  sarı lacivert yün başlıklı adam. “Olmam mı yaaa!” Bu şoförün sesiydi. “Baksana,” diye omuzunu dürttü eli Fenerbahçe taraftarının, “Sen kime sinir olu’yon?”  Adam alttan almıştı. “Yok bir şey ablacım, sen rahatına bak.” “Bütün verdim diye mi? Sana ne oluyor ki?” “Ya, güzel ablacım, öylesine söyledi işte, yanlış anlayacak bir şey yok,” diye araya girmişti şoför. “Yanlış manlış anlamadım ben,” demişti kadın ısrarlı. “Sen benim parama lâf söyleyecek adam mısın?” “Ya kardeşim, git Allah aşkına! Zaten işime geç kalmışım, bir dünya araba beklemişim, gidince herifin ağzının kokusunu çekeceğime mi yanayım, yevmiyemin kesileceğine mi?”
İşi. Geç kalmış. Saat?
Araya girdiler, yapmayın, zaten canımız burnumuzda. Hem bu kadar da yolcu alınmaz ki, yasak değil mi kardeşim ayakta yolcu taşımak? Yasakmış, ama şoför vatandaşın yolda kalmasını istemediğinden yani… Ne vatandaşı ne kalması canım? Şimdi kaza olsa misal, kim verecek hesabını? He? Olmadı mı Ankara’da? Her kafadan bir ses çıkmaya başladı. En arka koltuktan bir genç kız ineceğini söylemişti, duyuramadı. Sağına soluna baktığını görmüştü kadın. Tekrar, tekrar denedi, arka camda şoförün cep numarasını görünce, telefonu tuşladı. Şoför müziği kıstı ve “Biii, dak’ka” dedi, telefonu açtı. “Durakta inmek istiyorum,” demişti kız sakince. Şoför gözlerini patlattı, “İnecek misin? Haydaa, neredesin sen?” “Arka beşli, sağdan ilk koltuk,” demişti kız. Araba zınk diye durdu. Ayaktakiler gülüşerek inip kıza yol verdiler, beklediler, içeri soğuk hava, kar serpintileri, sonra gene yolcular girdi. Ayakta. Kadın da… Ortalık yatışmıştı. Aracın radyosunda Müslüm Gürses notaları ve sözcükleri çiğnemeye başlarken silecekler lap lap gidip gelmeye devam etti. Az sonra, şarkı bile bitmemişti, şoför aracı durdurmuştu. “Evet, son durak.” Arkaya yarım dönmüştü. Şarkıcı, babasının öldüğü yaşta olduğunu, söylüyordu. “m” ler aracın içinde oraya buraya yapışıyor, silecekler bir öyle bir böyle düşüyordu. Minibüsteki son şarkıyı ve sileceklerin ezgilere katılıp baş sallamalarını tüm yolcular alıp yanında götürdü. Kadının da kulaklarında, babasının öldüğü yaştaki adamın sesi kaldı, karda yürürken… Gören tanıdık kimse olursa, işim var diyebilmek için hızlı adımlar atıyordu ama nereye gittiğini bilmediği gibi bunun hiç önemi de yoktu.
İşim.
Bildik kimseye rastlamamıştı. Yolun kenarındaki saat 15.35 ve değişerek -1ºC’yi gösteriyordu. Kar yağışı durmuş, güneş or’da ölü gözü gibi asılıyken, Arap Uçuran parkına girmişti. Gündelik işçilerin arasına karıştı. Hepsi gözünü dört açmış gelen araçların üstüne atlamak için tetikte bekliyordu. İlk olmak burada her yerden daha önemlidir.  Dün olanlar milyonuncu kere aklına gelmişti. Elinde değil. Onların arkada konuştuklarını duyuyordu. Kulakları “diyeceksin” sözcüklerinin tekrarını ve vurgularını hemen algılamıştı. Onca zamandır İnsan Kaynakları tabelasının önünde bekletilmeyi de hesaba katınca… Ama hayır, durumumda yasa dışı bir şey yok, doğum yaptım, yasal izin hakkımı kullandım. Yasa dışı bir şey yok… Sımsıkı yapıştığı açıklama, “diyeceksin” sözcükleriyle öğütüldükçe, işçi güdüsü gerçeği acımasızca yüzüne vurdu; çıkış verecekler! Patronun kalın sesi hiç susmuyordu. Vurguladığı sözcük dışındakiler anlaşılmıyordu ve insan kaynakları sorumlusunun dikiş makinesi düzeneğindeki sesi onun soluklandığı zamanları fırsat bilip araya girmeye çalışıyordu.  Oturduğu bankoda kâh ayağa kalkıp kâh gene oturarak, kulak kabartıp beklemişti. İçeri çağıracaklar, biliyor. Şimdi insan kaynakları sorumlusundan nefret ediyor. 

O bunları düşünürken bir araba yanaşmıştı, insan pazarına. Gündelik temizlik işçisi kadınlar arabanın üstünü çekirge sürüsü gibi kaplamışlardı. Kadınsa ellerine baktı o sıra. Koridorda beklerken de bakmıştı. Çok beyazlar. Kafasını kaldırıp iç geçirdiğini, yutkunduğunu, yine ellerine baktığını anımsadı. Kaygı verecek kadar beyazlar. Koridor buz gibiydi. Duvar boyalarının altından, ansiklopedilerdeki mağara resimleri sinsice kabarmaya başlamıştı. Daha ateş bulunmadığından içerisi soğuktu. Arka tarafa bir yabandomuzu bağlanmıştı. Hadi ne olacaksa olsun, diye düşündüğünü anımsıyor. Yarım saatten fazladır burada bekletip duruyorlar. Hafta içinde dört kez geç kaldım. İhtar verecekler, ücretimi kesecekler. Zaten mesaileri ödememek için bahane arıyorlardı. Diyecekler ki böyle böyle, bir hesap yapacaklar, bütün mesailerin kesilecek. Süt iznimi mi iptal edecekler yoksa? Nasıl dayanırım peki? Gidip tuvalette sağmak lâzım, yada şişeye biriktirip. Öyle yapıyordu öteki kadınlar. Ama o zaman mikrop kaparmış,  dedi doktor. Bir de tuvalette o kadar uzun kalırsam, başım derde girer… Adını duymuştu, tam da o sırada. Hani şu arka taraftaki… İçeri girmişti. Kapıda dikilip işçi giysisinin başörtüsünü sıkılamış, önlüğünün yakalarını baş ve işaretparmağıyla toparlamış, başıyla kesik, çabuk bir selam… Yer gösterildi, oturmadı, patron konuşmaya başladı. Yüzü boza rengiydi, giderek uzayıp akmaya, vücuduna lök lök dökülmeye başladı. Sakalları, bozanın içinde yüzerek elbisesinin yakasından iniyordu… Kaşlar, saçlar… İnsan Kaynakları sorumlusunun sarı kahverengi dişleri arasından zorlukla yer bulup çıkan sözcükler üstüne başına yapışıyordu. Soğan doğruyormuş gibi burnunu elinin tersiyle silerek konuşuyordu. Arkasındaki pencereden pas rengi ışıkta yaprak arabası saçları, tüm pencereyi kaplamıştı. Hiç mi taramaz onları Allah’ım?

Vahşi sanayinin dişleri arasında bugüne dek küstahça ayakta durmayı başarmış, üstelik doğum iznini de ne yapıp edip kullanmış bu işçi, şimdi derin sessizlik içindeydi. Camlaşmış gözerinin parlaklığı tehdit ediciydi. O sırada odanın koridordan hatta bina dışından çok daha soğuk olduğunu düşünüyordu. Çeneleri birbirine vurarak odadan çıkışını hayal meyal anımsıyordu. Parmaklarının arasında sıktığı kalemi aradı, tükenmez kalem yok. İmzalamışım demek ki… Kapıdan çıkar çıkmaz arkadaşlarının bu vebalıya göz kuyruğu bakışları… Bu kadar çabuk oluyor demek? Nasıl haber alıyorlar ve neden böyle birden dışlıyorlar?

Neredeyim?
Başının üstünde kuşlar başından aşağı kanat seslerini döküp gittiler. Yine kar başlamış… O koca tülbent savrulup yayılmasını sürdürüyorken, akılsızlığına kızdı. Bir temizlikçiye bu saatte kim niye ihtiyaç duysun ki? Ama burada hâlâ işçi varsa…
“Baksana bacım.”
“Evet?” 
“Temizlik yapmaya kadın arıyoruz.”
“İyi, neresi temizlenecek?”
“Lokanta.” Adam kolundaki saate bakmıştı. “Ama saat yedi buçuğa kadar bitmeli, çünkü müşteri gelmeye başlar.”

Merkez Lokantası.
Eski moda bir yer. Bacakları çarpılmış, kirli masalar, biri bazı sandalyeleri masanın üstüne ters çevirmiş, çoğu dağınık. Ama burası düpedüz meyhane, şu dökük yerlerden üstelik. Aynalı bardak rafının üstünde gri metal Nacar saat. 15.45 Her yer saat oldu bugün!
Gecenin hayaletleri orada burada dağınık sandalyeler üstündeler. Bu yerlere özgü kötü kokular, daha kapıda karşılıyor insanı. Yemek artıkları, beklemiş sigara içki acılığı, tuvaletten yayılan idrar kokusu. Midesi bulanmıştı. Yerleri süpürüp deterjanlı suyla sildi, mutfağa geçti. 
“Küçüktür bizim dükkân, seni fazla yormaz.”
Saat… On beş dakika kaldı. 
Sesindeki yapışkanlık ve seni yormaz, derken dişlerini görüntüsü ağzının aldığı şekil kadını irkiltmişti. Çığlık atmamak için dudağını ısırıp adama dümdüz bakmıştı. “Ben işten korkmam” demişti, çatallı bir sele. Mutfak küçük, daha da havasızdı. Meyhaneci, küllük, süpürge, kova alma bahanesiyle durmadan mutfağa gelip gitmeye başladı… Dar yerler…
Vardiya arabası gitti…

Bir şeyler sordu adam, yanıt alınca başka şeyler sordu, alamayınca elindekileri sert hareketlerle oraya buraya çarptı. Kadın sıkıldı, korktu ve terledi. Korkusunu bastırmaya şarkı iyi gelirdi ama olacak iş değil. Geldiğine pişman oldu. Ama olsun bir günlük yevmiye işte, sabır göstermesi gerektiğini düşünüp kendini yatıştırmıştı. 
Adam kısık ses, onun yarın ve yarından sonra da gelmesini istediğini söylemişti. Titizdi besbelli. Onların da böyle birine ihtiyacı… Hatta belki geç çıkarsa (geç çıkarsa, geç çıkarsa) gündeliği da daha dolgun… Dolgun derken doğrudan göğüslerine bakmıştı, kadın yakalamıştı ve ona saat 17.00’ye kadar kalabileceğini söyledi. Daha geç olmaz. Üstüne basa basa kocasının izin vermeyeceğini, üstelik onu bekleyen bir bebeği olduğunu… Tamam canım, ısrar edecek değildi adam. İsterse yani. Bugün nasılsa birbirlerini tanımışlardı. O da ikide bir insan pazarına gitmek, oradan davar seçer gibi karı seçmekten… Affedersin temizlik için yardımcı diyecektim, ağzımdan kaçtı. Siz aslında bu işler için de uygun değilsiniz gördüğüm kadarıyla yani… Çok düzgün birisiniz… Güzel…
Sözcükler diş arasında sıkışmaya, eller sıkılganlıkla oraya buraya savrulmaya başlayınca kadının içine bir korku düştü. Başını kaldırmadan, hele onun yüzüne hiç bakmadan işini sürdürdü. Göz göze gelirlerse kötü bir şey olacağını söyleyip duruyordu içgüdüleri… Ağır kızartma tavasının içini boşaltıp, sağ yanında kolay ulaşılır bir yerde tutmaya karar verdi o an. Adama aslında overlok işçisi olduğunu, para yetmediği için vardiya dışında da çalıştığını… (İşten attılar denir mi?) Kocasının bir fabrikada ustabaşı olduğunu, herkesin ondan çekindiğini, bunun çalışkanlığı ve iki metreye yakın boyu (bir daha buraya kesinlikle gelmek yok) yüzünden olabileceğini… Ter içindeyim, dışarıda üşüyeceğim, hasta olursam çocuğa sütümden geçerse… Bir daha böyle bir aptallık tövbeler olsun! Tavayı yıkadı, yine sağ yanına bıraktı. Tamam, dedi, parasını istedi. Tamam, her şey hazır. Tam da istenilen zamanda. Meyhaneci konuştukları ücretin yarısını masanın üstüne atınca, “Bu ne şimdi?” demişti kadın. “Para!” demişti adam, gözlerinin içine bakarak. “Yarım … çalıştın.” (Neyi ima ediyor?)
“Hayır bu konuştuğumuz paranın yarısı!” Sakin ol! Bağırma adama, az kaldı.
“Yarım çalıştın, yeter,” dedi adam gene imalı. 
“Nasıl yeter? Yarım ücret vereceğim deseydin, daha önce bırakmam gerekirdi. Ben tüm işi kabul ettim, sen de tüm ücreti, ne demek oluyor şimdi bu?”
Kadın öyle sinirle bağırıp dururken meyhanecinin onun lastikle topladığı saç diplerine baktığını fark etmişti. Kulaklarına, burun deliklerine, görünen diline, göğüslerine… Kadın tavanın sapını ne zaman kavradığını anımsamıyordu. 
“Hemen kalan parayı vereceksin, yoksa kocamı alır gelir senin canına okurum.”
“Boş versene,” demişti adam, karnına eteğine bakarak. “Kim takar, kocası olan karının insan pazarında işi ne?” Ağzındaki kürdanı kararlılıkla çiğnerken, “Hırçınsın ama…” 

Tavanın tabanı adamın sakalları uzamış sol yanağına küt bir sesle çarpıp onu yere devirmişti. Elindeki paraları cebine tıkıştırdı, cüzdanı bulup parasının kalanını da aldı, çantasını, mantosunu, şapkasını titreyerek…Kör gibi yürüyerek kendini dışarı atmıştı… Karlara… Karanlığa… Yeniden karanlığa…
Hava kararmış. 
Terli vücudu buz kesti. Kaymamaya özen göstererek hızla yürüdü ve bir yandan da mantosunu tutuk, beceriksiz hareketlerle giydi, şapkasını taktı, şakaklarından akan terleri elinin tersiyle sildi. Kaçması gerek. Bağıra bağıra kaçmak istiyordu yeryüzünden! Adam öldü mü acaba? Yok canım, bayılmıştır hergele, birazdan aklı başına gelir. Ya öldüyse? Ah Allah’ım! İçini çeke çeke ağlamaktan başka bir şey gelmedi elinden. Allah belânı versin senin patron gibi! Çalıştım, bunu domuz gibi biliyorsun! Ama-ama… Sus, şu arka odalar-arka odalardan emir verme artık tamam mı domuz! Kadının sesi dikiş makinesi olmuş beynimi dikiyor-Resmi lafları-Sanki Türkçe değiller! Şimdi açım işte bu işe mecbur! Vur bakalım olsun vur! Beni ortada bırak-Fazla çalışmaları al! Geç gelince kestiklerini de bir yerlerine sok! Ölü olan sensin bok herif! Beni duydun mu? Bana acıma! Ailemden sana ne? Ama kızım ne olacak?! Nereye gittiğini bilmeden hızla yürüyüşünü sürdürdü. Bir yokuş. Aşağıdan otoyolun gürültüsü geliyordu. Ne olacak şimdi peki? Diye mırıldandı. Kocana ne diyeceksin aptal karı? Benim fazla mesailerimle adam mı olucan sanki? Pezevenk! Sen çocuğunu aç bıraksana! Şimdi nasıl söylerim kocama, 16-24 vardiyasına gitmeyeceğimi? Çünkü artık orada çalışmıyorum. Tazminatımı da vermediler! Herif ölmüş müdür? Beni bulurlar… Bulamazlar, kim bilecek, kimse görmedi ki… Allah belanı versin! Ben iyiyim!-İş için ağlayacak değilim!-İş için bağırmıyorum ben! Nerede olsa iş bulurum, tamam mı? Gücüme giden bu kadar kötülüğün bir arada olması!


Ayağı kayıp düşünce her yeri ıslandı ve çamura bulandı. Titreyen kirli ellerini giysilerine silip (eldivenlerim nerede?) ayalarını gözlerine bastırdı, canı yandı. Omuzları sarsılarak bağırdı: “Bana bunu niçin yaptın?!”  Onu kimse duymadı. Karayolundaydı. Kar vücudunu bulut halinde sarıp sarmalıyor, tanecikler yüzüne düşüp eriyor, yüzünü atkısını ıslatıyordu. O soğuk çarşafla sarı gözlü somurtkan gölgeler onu kaplamaya hazırlanıyordu. Göğüsleri çok zonkluyordu, akan sütlerden çamaşırlarının ıslandığını hissediyordu. Eve gitmeliyim, diye düşündü. Onu bekleyen karnı acıkmış, minik surat geldi gözünün önüne. Eve gitmeliyimm, eve gitmeliyim, eve gitmeliyim. Yolun kenarına geçmeliyim. Ne işim var burada benim? Bebeğim acıkmıştır. Ağlıyordur, beni istiyordur, gidip ona sarılmalı, emzirmeli, bu işe bir çare bulmalıyım… 

Ayağı kaydı. 
Ay, dağın iki memesi arasından hızla geçip, böğrüne saplanan karayolundan kurtuldu, yukarı fırladı. Otobüsün plakası 16 YB 717’ydi. 
Karanlık kayboldu….


 

Yorum

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.