Berbelat

Öykü

 Berbelat


Figen Güçlü Davran

Biz çocukluğumuzdan beri ayrılmayan dört kız arkadaşız. Bizi bu arkadaşlığın başında birbirimize yakınlaştıran ilk unsur; dördümüzün isminin de Su ile bitiyor olması. Bu ülkenin bir nesil çocuğunun sorunudur bu isim karmaşası; eskiye hayatının hiçbir alanında yer vermeyen, iş çocuklarına isim vermeye geldi mi, eski ile yeniyi, moda ile demodeyi acemi birer terzi gibi dikiveren ana-babaların; işte biz bir nesil o şaşkın terzilerin çocuklarıyız. İsimlerimiz şöyle Pakize Su, Hürrem Su,  Safiye Su ve Nazmiye Su. Ve hiçbirimiz suyun söylerken bile kulağa hoş gelen o masalsı etkisini maalesef ki fiziksel olarak üzerimizde taşımıyoruz. Fakat ilk isimlerimizin eskililiğiyle de alakamız yok. Dümdüz insanlarız işte; rahatlıkla Canan ya da Nurcan olabiliriz. Biz dört arkadaş yıllar boyu ‘’Suyun kaldırma kuvveti var mıdır?’’ gibi mesnetsiz ve sudan ucuz esprileri beraber göğüsledik. Su dendiğinde hep beraber kafa çevirdiğimiz, fakat ilk isimlerimizle ‘’Su’’yun onulmaz uyumsuzluğuyla baş edemediğimiz için isimlerimizi kısalttık. Pak-Su, Hür-Su, Saf-Su ve ben Naz-Su… Arkadaşlık yuva gibi bir hisse eğer, biz dördümüzün gerçekten yuvasıyız. O yuvanın içinde icat ettiğimiz bir dilimiz bile var. Mesela ‘’Berbelat’’ bu kelimeyi bizim bulduğumuza yemin edebilirim; fakat ispatlayamam. Hepimizin sevdiği kahvaltılık olan marmelatla en çok kullandığımız berbat kelimesinin karışımıdır. Anlamı ise marmelattan kötüce, berbattan hallice… Mezun olduktan sonra, birimiz hariç hepimiz iş bulabilmiştik, bu küçük şehirde. Sosyal medyada pazarlanacak stokları şiddetle beklenen muhteşem takımlarımız yoktu. Marifetli ellerimizle yaptığımız yemek yapıp sunamazdık. Hoplayıp zıpladığımızda değişen ayakkabı ve kıyafet videolarımız da yoktu. Takipçilerimizle paylaşabileceğimiz hayat kurtaran top on listesi bilgilere de sahip değildik. Sanal mecrada pazarlayacak yeni bir buluş icat edemediğimiz yani infuluencer olmadığımız için bulduğumuz işlerin kıymetini bilmek zorundaydık. Biliyorduk da fakat hayatımızın normalliği öyle boğucu gelmeye başlamıştı ki…

Her şeyimiz normaldi çünkü hiç zikzak çizmeyen bir normallik… Sarhoş olup da düz yürümeye çalışmayan bir hayat. Okula gittik, mezun olduk şimdi işimiz var ve çalışıyoruz… Yıllar önce parmağımıza bir kıymık batmış da biz bunu yeni fark etmişiz gibi bir histi bu. İnsanın içinde bulunduğu durumu anlaması için yaşanan o küçücük anda anlamıştık; normalliğin sağırlığını yaşıyorduk. Her şey öyle normal ve sağır ediciydi ki ne kadar bağırırsak bağıralım, ne kadar kahkaha atarsak atalım ses desibelimiz o kahrolası sağırlığı delemiyordu. Nereye koyacaktık bu sağırlığı bilemiyorduk. Evet, infuluencer olmayabilirdik. Ama bu havalı bir tatil yapamayız demek değildi. Hala bu havalı tatil fikri su grubumuzun hangi üyesinden çıktı bilmiyorum; fakat hepimizin gönlünde yatan aslanmış demek ki ‘’Nasıl?’’ diye sormadan karar vermişiz. Fikrimizin önünde ki tek engel ekonomikti ve hayat bizden yanaydı. Çünkü biz bu tatil planını konuşurken bir bankanın öğlen kampanyası bildirimi düştü ekranıma; fırsat ayağımızdaydı. Online işlemlere tıkladığımda 36 ay vadeli kredi başvurum hemen kabul edildi. Taksitlerini hep birlikte ödeyecektik. Onlar zorlansa bile ben öderdim. Çünkü su bağı bunu gerektirirdi. Ayrıca ben patronumdan torpilliyim. Kendisi aynı zamanda sevgilim olur. Rotamızsa asla Ege kasabaları ya da güney sahilleri değildi. Normalliğin sağırlığını kuzeyde delip hayatın heyecanını yeniden duyabilecektik. Bosphorus’a gidiyorduk; lüxün dibine vurmaya… Bir eğlencelik hikâye yaratacaktık sadece. Tek isteğimiz buydu. Yıllar sonra birbirimize gülerek anlatabileceğimiz bir hikâye. Fakat… 
   
 İnsanı hayatta en çok korkutan şey kurduğu hayalin geçek olmasıymış anladım. Bosphorus’a varıp otelimize yerleştiğimizde ürkek birer serçeydik, nasıl davranacağımızı bilmiyorduk. Öyle yorulmuşuz ki ilk gece hemen odalarımıza çıktık. Burası hiç yorulmayan, sabahtan akşama akşamdan sabaha renkten renge, telaştan telaşa bürünen, hep yüksek sesli bir şehirdi. Dinlenmiyordu ve uyumuyordu. Sabaha kadar şehri dinledim ve karar verdim burası bir şehir değildi. İnsanı kendisine uyduran ‘’çıbanbaşı’’ bir arkadaşı vardır ya. İşte tam olarak o çıbanbaşıydı bu şehir. Sabah olduğunda serçeliğimizden eser kalmamıştı. Bu arkadaşa uyduk bir kere. Buzlu kovalarda şampanyalar, shut bardaklarda likörler, karides shutlar ve meşaleli servisler. Havalı tatilimiz resmen başladı. Biz biz değildik belki ilk defa Su adımızın hakkını veriyorduk, sıvılaştık, akışkandık. Geceden güne,  günden geceye akıp duruyorduk. Otelin odaları fotoğraf stüdyosu gibiydi adeta. Sürekli fotoğraf çekiliyorduk. Üç adımlık balkonda şekilden şekle giriyorduk, en doğru pozu yakalayabilmek için. Telefonumuzun fotoğraf galerisi bu tatili hep hatırlatacaktı bize. Biz biraz yüksek dozlu bir eğlence hayal etmiştik. Fazlasını değil, ancak işler bu çıbanbaşı şehirde bizim bildiğimiz gibi işlemiyormuş. Öğrendik. Alkol duvarını aştığımız bir gece Pak-Su, Hür-Su’yun ayakkabısından şampanya içti. Birilerinin o anı sosyal medyada canlı canlı paylaşmış olduğunu sabah öğrendik. Birileri hayatımıza sızmıştı resmen. Videomuz Tt olmuştu; hovarda kızlar başlığıyla. Saf-Su çatallaşmış sesiyle; ‘’Boş verin, herkes her şeyi unutur. Yarın kimse hatırlamayacak nasıl olsa. Bir daha böyle fırsatımız olmayacak. Düşürmeyin modunuzu.’’ Diyerek cesaretlendirdi bizi. Sevgilim yorum yapmasaydı belki daha çabuk unutulurdu. 
 
 Tt oluşumuzun ertesi günü Boğaz’da yat turundaydık. O müthiş manzaranın içinden geçip şampanya yudumlamanın hazzı tarifsizdi. Fakat o an anladım ki bazı kelimelerin anlamını öğrenmemeli insan. Çünkü bazı kelimelerin duyulduğu anda insanın zihninde efsunlu bir hayal canlandırma güçleri vardı. Bosphorus bizim için o sihirli kelimeydi. Asırlar öncesinden kulağımıza fısıldanmış bir sihir. Şampanya ve çilek damağımızda eşsiz bir tat bırakırken bu efsunlu kelimenin ‘’Boğazı geçen inek’’ demek olduğunu öğrendiğimizde bir masal aleminden gerçek hayata düşmüş gibi şaşırmıştık. Evet, zavallı İo’nun başına gelenler elbet üzücü; ama bu bir kelimenin söylenişiyle anlamı arasındaki ölçülemez uzaklığı değiştirmiyordu maalesef. Adımın Naz-Su değil de Nazmiye Su olduğunu öğrenenlerin şaşkınlığına düştük. Biz bu hikâyeye kafa yorarken Pak-Su elindeki telefonu fırlatıp lavaboya koştu. Arkasından da ben. Yanına girdiğimde kafası klozetin içindeydi, saçlarından tutup zorla çıkarabildim. Anlaşılmaz şeyler mırıldanıp deli gibi ağlıyordu, yatağa taşıdım, hemen sızdı. Ne olduğunu anlayamadım. 

Patlayan bir kafa ve içi dışına çıkmış bir bünyeyle otele döndük. Asansöre doğru yürürken bir kadın durdurdu bizi. Bana dönerek; ‘’Naz-Su sen misin? ‘’ diye sordu. Hayatımda hiç görmediğim biriydi, çağrışım bile yapmadı zihnimde. ‘’Benim; ama siz kimsiniz?’’ dememe kalmadan kadın bana saldırdı. Hayatımızda hiç dövüşmemiştik ve ne yapacağımızı bilmiyorduk. Sadece çığlık çığlığa yardım istiyorduk. Güvenlik kadını üzerimizden güç bela aldı. Kısmen ayıldık koşa koşa odamıza çıktık.

Şaşkınlığımızı üzerimizden atıp ne olduğunu anlamaya çalıştık. Bizi kimsenin tanımadığı bu şehirde, beni adıma kadar bilip eliyle koymuş gibi bulan bir kadın vardı. Evrenin sırrı zamanı geldiğinde birleştirilmek üzere dördümüze ezberletilmiş gibi aşağıdaki arbededen aklımızda kalanları söylemeye başladık. Sonuç; sevgilimin İstanbul’da bir sevgilisi daha vardı. Sosyal medyaya düşen video yorumlarından anlamıştı aldatıldığını ve konum etiketlerinden bulmuştu beni. Hemen sevgilimi aramak için telefona sarıldım, engellenmiştim. Hem de her yerden! Benim Zeus ortada yoktu. Sinir krizi geçirdim, Su’yun sakinleştirici etkisi hükmünü yitirdi. O sırada Pak-Su hazır ortalık karıştı madem diye düşünmüş olmalı ki pat diye işten atıldığını söyledi, yatta almış haberi. Üç yıldır emek verdiği işyeri ekonomik sıkıntıları sebebiyle personel azaltmaya karar vermiş. Ve ilk golü bizim ki yemiş. O yüzdenmiş yattaki hali. Pak-Su iş deyince başımdan aşağıya kaynar sular döküldü; büyük ihtimalle artık ben de işsizdim. Çünkü sevgilim patronumdu. Yığıldık kaldık hepimiz… Fena halde borçluyduk. Pak-Su işten atılma mesajını göstermeye çalışırken gördük ki yine tt’yiz. Aşağıdaki kavganın videosu sızmış sosyal medyaya! 

Sinir krizinin yerini yapış yapış bir his aldı. Bir şeyden kurtulma hissi. Parmağımıza batan kıymağa hasret, normalliğin sağırlığına özlem duyduk bir anda. Halimiz berbelattan beterdi. Bir hafta öncesinden pişman, gelecekten kaygılıydık. İsimlerimiz gibi arada iki arada bir derede kaldık yine. Dönmeye karar verdik, tatili yarıda kesecektik, toparlandık. Bir bardak suya mürekkep damlamıştı sanki. Fena halde bulanmıştık; fakat sular bulanmadan durulmaz. Duruluruz elbet, hele şuradan bir kurtulalım.

Dönüş yolundayız. Boğaz’dan son kez geçiyoruz. İo kendi hikâyesinde bir kahraman olurken ben ancak ve ancak sarayın surlarından denizin dibine fırlatılmış bir cariye olabilirdim. Sanırım dünya hiç var olmamışların hikâyeleriyle dönüyor. Bana kalan damağımda karides shutların tadı. Altı üstü bir eğlencelik hikâye olacaktı, ‘’Nasıl da çılgınlar gibi eğlenmiştik ama?’’ diye anlatılacak bir hikâye, hepsi bu. Daha anlatabilirim ama gerçekten mecalim yok… Çünkü sarhoş olmuş bir hayatı rayına sokmam lazım.
   
 
  

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.