Kurulu Düzen
Ülkü Yalım Günay
“Genç kadın, düğün kimonosunu giymiştir, sakindir. Bir tören havasında, Kamboçya’ya savaşa gidecek olan kocasına aşağıdaki mektubu yazar. Mektup bittiğinde ise boğazını kesecek, yaşamına son verecektir.
Sevgili kocama,
Yüreğim mutlulukla dopdolu. Seni kutlayacak sözcükleri bulamıyorum. Sen yarın cepheye gitmeden önce, ben bugün bu dünyadan ayrılacağım. Ne olur evin için hiç üzülme, artık seni üzecek hiçbir şey yok. Benim kadar güçsüz birinin yapabileceği kadar küçük bir şeyi yapıyorum ki sen ve adamların ülke için yürekle ve ruhla savaşsınlar. Tüm isteğim yalnızca bu.”*
***
“Adını görebiliyor musun?”
“Hayır henüz değil.”
“Biraz daha yaklaşması gerek.”
“Evet, şimdi gördüm. Norveç bandıralı bir tanker bu.”
“Ne kadar da büyük.”
Kadın dürbünü masanın üzerine bıraktı, kitabına eğildi yeniden. Dürbünü adam aldı bu kez, tankeri incelemeye koyuldu.
“Çok büyüktü gerçekten. Kaç ton petrol alıyordur kim bilir? dedi kendi kendine konuşur gibi.
Kadın yanıt vermedi bu soruya. Adam da zaten bir yanıt beklemiyor. Ufuktan gelip geçen gemileri izledikleri uzun ve durağan zamanların sıradan sorularından biri bu.
Öğle sıcağı bastırmadan, evin önündeki terasta, yüzleri denize dönük oturuyorlar. Teras çok yüksek olmadığı için, kumsalın tümünü göremiyorlar. Denizle birleştiği yere yakın dar bir şeridi ve ufku alıyor görüş alanları. Masada boş kahve fincanları duruyor. Günün bu saatleri, erkenden yapılmış sabah kahvaltısı ile öğle yemeği arası yani, uzun ve uykulu bir süreci içeriyor. Bahçedeki ağaçların yaprakları, güneş ışığını küçük küçük pullara bölüp, yaldızlı bir gölgeyi döküyor üzerlerine. Dinginlikle miskinlik arası bir gevşeklik içindeler.
Kadın arada bir, başını kitaptan kaldırıp belki okuduklarıyla ilgili, belki de okuduklarının çağrıştırdığı düşsel gezilere çıkıyor. Dalgın oluyor böyle zamanlarda.
Yüzünü, yapraklar arasından sızan ince bir güneş ışığına doğru kaldırıp, uzun uzun bakıyor. İçindeki metronomun tutturduğu hızlı tartımla dışardaki durağanlığı dengelemeye çalışıyor sanki. Suyun dibinde de sanki çıkıp nefes alıyor. Söyleneni duymadığı anlar bunlar, izleyeni tedirgin eden. Bu ürkütücü dalgınlık anlarında adam, onun bir noktaya dikili gözlerinin önünde elini sallayıp; “huu, yine nerelere gittin?” diye uyandırıyor karısını. Sevecenliğinde bir yapaylık, bir yaltaklanma mı var, yoksa kadına mı öyle geliyor? Bildiği, bu çabaların hiçbir yarar sağlamadığı. Düşsel gezilerine sık sık çıkıyor kadın, sonra da usulca geri geliyor.
Evliliğin saygınlığı uğruna katlanılan geleneksel kurallar, içinde
kaynayan bir tutku bırakmadığından, yaşamı artık yalnızca bir zaman geçirme gibi algılıyor kadın. Genç ve güzel Japon kadının, geleneksel giysileriyle, bir görev ciddiyetindeki intiharını düşünüyor hep, içinde yattığı kan gölünün kıpkızıl görüntüsünü. Kocasının, yakıcı şüphelerle kavrularak savaşamayacağını düşünen, o ince ruhu. Yaşam denen çelişkili gerçeği, bunca yalın ve net algılamış olmasını kıskanıyor. Onun yanında, kendi seçtiği sessiz intihar biçimi ne denli sönük kalıyor. Üstelik dışardan bakıldığında, hâlâ yaşıyor göründüğünden, bu intiharın başkalarınca, hiç algılanamadığını ve algılanmayacağını da biliyor.
Kadınları erkeklerin gözüyle görebilmeyi ne çok isterdi.
Kendisi savaştayken, karısının onu aldatıp aldatmadığını, ya da kötü
yola düşüp düşmediğini merak ederek, düşman önünde güçsüzlük gösterebiliyor demek erkekler. Yalnızca varsayımlarla bile kafaları karışabiliyor. Savaşırken, kılıcı düşmana sallarken örneğin, “karım şimdi kimin koynunda acaba?” diyebiliyor. Geride bırakılan kadına da bu bir biçimde sezdiriliyor olmalı. Katı ve acımasız gelenekler, onların uygulayıcıları ne güne duruyor? Nasıl bir aşağılanma bu? Kadına, değersiz biri olduğu itiraf ettiriliyor. Bir de potansiyel aşifte olduğu. Ölüm bir seçenek değil, kaçınılmaz son olarak konuyor önüne . Topuzuna ince çubuklar ve bahar çiçekleri takılmış narin başının, pudralı solgun yüzünün ve kasılmış küçük dudaklarının gövdesinden ayrılışını düşlüyor kadının. Adamın bunda nasıl bir yürek rahatlığı bulduğunu anlamaya çalışıyor.
Yaz, günler uzun, zamanın durağanlığını, ağır bir yıkıntının altında
kalmışçasına yoğun, adeta fiziksel bir baskı gibi algılayabiliyor kadın. Oysa bahçe çitinin hemen ardından geçen yolun öbür tarafı, günün her saatinde hızlı bir devinimin yaşandığı geniş bir kumsal. Kendileri, iyice büyümüş sık ağaçlar ve çiti kaplayan yoğun yeşillik yüzünden gölgeli bir kuşatmada yalnızken, denizin üstü çoktan şenlenmiştir şimdi. Sörf yapanlar renkli kelebekler gibi uçuşuyorlardır. Gürültücü hız teknelerinin saldırgan gösterileri de başlamıştır. Kıyıda, yüzme bilmez toplumumuzun bildik debelenmeleri, dalaşmayı andıran şakaları, dipteki kumu kaldırıp suyu bulandırıyordur. Güneşin altında hem yanıp hem oynasınlar diye özgür bırakılmış çocuklar, bu özgürlüğü bir türlü kullanamazlar nedense.
“Baba, gel bak ne büyük kale yaptım.”
“Anneeee, çişim geldi.”
“Şu oğlan kovamı aldı.” bağırışlarıyla büyüklerine ne denli bağımlı olduklarını gösterip dururlar. Böyle böyle bağımlılık taa genlerine değin işler. Aslında büyükler çocuklardan daha gürültücüdürler. Üstelik hiç üşenmeden bir tır dolusu eşyayı kumsala taşırlar. Bunlardan bazıları gerçek gereksinmeler içinse, çoğu gösteriş içindir. Şemsiyeler, şezlonglar, havlular, şişme yataklar, can simitleri, yiyecek içecek çantaları, bir sürü ıvır zıvır doldurmuştur kumsalı.
Kalabalık ve onun çıkardığı uğultu, bu terasta yok sayılır. Sesler, görünmez, yalıtkan bir perdenin ardında kalmaktadır sanki. Buradaki dinginlikle o uzak ve devingen yaşamın, birbirlerini sürekli ittikleri düşünülebilir. Arada, ayırt edilecek denli net bir tümce terasa kadar gelip istenmeden duyulsa bile, önem verilmez. Orada, o dış dünyada olup bitenleri algılamak, küçük küçük parçaları birleştirerek bir bütüne ulaşmak gibi bir çaba harcanmaz kısacası. Bu terastaki izleyiciler, dışarda yaşayanlara karşı kayıtsızmış gibi davranarak, yalıtılmış ortamlarında tam bir güvenlik(!) sağlamış olurlar böylece. Pek konuşulduğu da yoktur. Birazdan öğle yemeği hazırlıklarına başlanacak. Belki yalnızca bu konuda bir iki sözcük söylenebilir. Ya da ufukta yeni bir gemi görünürse. Kadın için çoktan ilginçliğini yitirmiş bu gemi izleme eylemi, adamı hâlâ nasıl oyalıyor , bu da şaşılası bir şeydir. Şaşılası ve sıkıcı.
Kadın kitabına eğilmiş okurken zaman zaman bir sözcüğe takılıyor, takılıp sayfanın dışına, akıl almaz denli uzaklara sıçrayıveriyor. Çağrışımlar, belleğini inanılmaz bir hızla sürüklüyor oradan oraya.
Değişmek üzerine yazılmış bir paragraf örneğin, kocasının kendisine epeydir; “sen çok değiştin” demediğini anımsatıyor. Unutmuş olmasına şaşıyor kadın. Evet epeydir duymadı bunu kocasından. Neden? Oysa eskiden, aralarındaki çatışmaların ana konusuydu bu. Kadın kendi beklentilerinden söz etme cesaretini gösterdiğinde, adam çok şaşırır, yolunda gitmeyen nedir anlayamazdı. Her şey kurallara uygun ve kontrol altındayken, karısının yakınmalarını, hoşnutsuzluğunu onun değişmesine bağlardı; “sen çok değiştin” derdi, “sen çok değiştin,”
Değişmek kötü bir şey değildir elbette. Değişmemek kapılarını hayata kapatmak demektir. Beklentilerin tükenişidir ve varolmaktan vazgeçiştir bir bakıma. Ama, adamın “sen çok değiştin” leri, böyle felsefi bir içerik taşımıyordu. Bir sitemdi o. Beni artık sevmiyorsun demek istiyordu. Oysa, boğucu kurallar giderek çoğaldıkça, birbirlerini tanımaya çalıştıkları ilk yıllardaki uysal, boyun eğen kız da, giderek yadırgadığı, baş kaldıran kadına dönüşüyordu elbette. Kendini sorgulamayan, yaptığı her şeyi aklı sıra mantıklı bir nedene bağlayan birine bunları anlatmaya çalışmak ne kadar zordu. Kadın yoruldu ve geri çekildi. Bir intihardı bu. Bu yüzden belki, şimdilerde adam sitem etmekten vaz geçti. Ne zamandır? Anımsamıyor. Ölü biri, artık baş kaldıramaz.
Uzun yıllar uğraşılıp kapılar sızıntılara sıkıca kapatıldığından, ayartıcı bir sürü şeyin içeri sızarak evin dinginliğini bozması engellenmiş oldu. Dünyayı avcunun içine almış tüm tehlikeler de dışarda kaldı böylece. Kurallar iyice oturdu. Elbette kendiliğinden olmadı bu. Adamın evin kapalı alanını ve dişisini koruma iç güdüsü, her şeyi kontrol altında tutma saplantısı bu gizli savaşı kazandığından varıldı bu sona. Gitmek için geç kalındığından. Tüm baskılara, iyimser bahaneler bulunarak, zaman yitirildiğinden. Şimdi ortalık kan gölü, kadının cansız bedeni yerde yatıyor. Başı gövdesinden ayrılmış. Kimse ayrımsama bile.
Kadın, kitabı kapatıp masanın üzerine bıraktı. Adam hâlâ
dürbünle bir yerlere bakıyor. Kıyıdaki kalabalığı, bir kitle olarak
algıladığından ilgilenmiyor onunla. Daha uzaklarda bir şeyler arıyor.
Bomboş ufuk çizgisinde, denizle gökyüzünün birleştiği yerde. İnsansız
alanda. Birazdan; “öğleye ne yiyoruz?” diye soracak. Bu soru, her
gün kadının kitabını kapatmasıyla eş zamanlıdır.
“Bir şeyler hazırlayacağım, sen de salata yapmak ister misin?”
Usulca içeri geçiyor kadın. Aslında mutfakta yalnız kalmak, okuduğu son sayfaları sindirmek istiyor. İçten içe sorduğu, yüksek sesle dile getirmediği öyle çok soru var ki... Onlara yanıt arıyor. Bu soruları kocasına sormuyor artık nicedir. Soruları yanıtlamak yerine, onlardan yan anlamlar çıkarmasından, konuyu saptırarak dağıtmasıdan, sorunun kendisini probleme dönüştürüp yanıtları es geçmesinden yılıyor. Tartışmanın sonu, hep düş kırıklığıdır ve yenilgi.
İç sesi bu yüzden gelişti kadının. Dalgınlığı da yoğunlaştı. Bazan bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açıp, sonra birden vazgeçmesi adamda kuşkular yaratıyor. Oysa dans etmeyi özlüyor kadın, ıslak kumsalda yalın ayak yürüyerek bir sandviç yemeyi, gece kumlara sırt üstü yatıp yıldızlara bakarak düş kurmayı özlüyor. “Gece kumlar ıslak olur, üşütüp hastalanırsın” gibi aşırı gerçekçi ve ayaklarını bir anda yere indiren bir yorumla karşılaşmamak için de susuyor.
Adam dışardan bakıldığında, cinselliği olmayan biri gibi. Hafif
belirgin göbeği, dökülmüş saçları, kişiliğini olduğundan daha ağırbaşlı
gösteren gözlükleriyle, yatak hayatı konusunda bir ip ucu
edinemeyeceğiniz kişilerden. Cinsel ilişkinin, inlemeli,
hızlı inişli-çıkışlı, soluk soluğa ve gürültülü devinimlerinin bu sakin
adamla bağdaşabileceği pek akla gelmez.
Kadının yaşına göre gövdesi hâlâ düzgün. Albenisi biraz azalmış,
daha doğrusu, azaltılmış. Önceleri cıvıl cıvıl, çekici bir kadındı. Kocası
onun bu canlı haline aşık olduğunu söylerdi hep. En önce de bu yanını
törpülemekle başladı işe. Bu yaşama sevincini, hep başka erkeklere
verilen iletiler olarak yargıladığından, kadını değişmeye zorladı durdu.
Üstelik, “sen çok değiştin” suçlamaları eşliğinde yaptı bunu.
Kadın değişti, değişti ve sonunda yeni bir kadın oldu. Ama bu yeni kadın adamı eskisi kadar önemsemiyor. Artık kendisi olmayan birisi kocasıyla yatan. Ama , her şeye karşın hâlâ bir cinsel yaşamları var. İkisi için ayrı ayrı anlamlara gelse de özellikle kadında, bir öç almaya dönüşmüş olsa da var. Kadın nicedir bunun bilincinde. Adam ayrımında değil. O her şeyin, yani tüm yaşamlarının, kesinlikle kendi kontrolü altında olmasından son derece memnun. Ona göre her şey iyi planlanmış ve yolunda gidiyor. Karısı artık sadık bir köpek kadar munis ve her türlü gereksinmesi için kendisine bağımlı, daha başka ne isteyebilir?
Kadınsa elinde kalan tek gücü, cinselliği bir silah gibi kullanmayı öğrendi. Gerileyerek yitirdiği tüm alanların yerini, bu güçle dolduruyor. İpleri elinde tutuyor. Azımsanmayacak bir gücü var.
Adam mutfağa geldiğinde, “nasıl bir salata istersin?” diye sordu
kadına. Sesinde yine aynı yapmacık sevecenlik; “bak sana fikrini soruyorum, gördün mü?”. Böyle küçük konularda kadının seçme hakkı hep vardır. “Çoban mı, yeşil salata mı, ya da başka bir şey?” Kadın; “çoban” dedi kısaca.
Öğle yemeği pek uzun sürmüyor. Yemekten hemen sonra, günü uzun,
upuzun bir dilimine daha geçilecek. Öğle uykusu.
Sıcak iyice bastırıyor. O nedenle ahşap pancurlar sıkı sıkı kapatılıp,
loş odada, gürültüden ve insanlardan uzak birkaç saat için ortam hazırlanıyor. Sanki yorucu bir işten ya da kalabalıktan yeni çıkılmış gibi.
“ Yorgun olmak gerekmez mi dinlenmek için?”
Oysa kadın yorgun değil. Sabah biraz ortalık toplamak, kahvaltı
hazırlamak, serinlikte çiçekleri sulamak, yaptığı iş bu. Günün gerisini kitap okuyarak geçiriyor. Alış-verişe adam gidiyor. Dışarı işleri onun. Kadın bu işlerden anlamadığına iyice inandırılmıştır: “Parayı idare edemez, pazarlık bilmez.”
Kadın aldırmıyor artık. Kitapçıları gezmek, kitap seçmek yetiyor
ona. Baş ucunda okuyacağı en az üç dört yeni kitabı varsa çocuk gibi seviniyor. Kitaplara eğildiğinde, yalıtılmış bir özgürlük alanı oluyor çevresinde. En azından birkaç saat için. Başka atmosferlerde, başka iklimlerde, başka yaşamlarda dolaşıp geldiğinde, kurallara daha kolay katlanabiliyor. İçindeki metronom sürekli çalışıyor oysa.
Kalkıp denize gitmek istiyor örneğin, saatlerce yüzmek, kumsalda
insanlarla çene çalmak, onları gözlemlemek. Normal biriymiş gibi aralarına katılmak. Bunu kesinlikle yapamaz biliyor, bir savaşı göze alamaz. Şimdi, kocası hafif bir horultu tutturup uyumaya başladığında, kahverengi pancurların iyice kararttığı loş odada, başucu lambasını yakıp kitap okumayı sürdürecek yine. Ya da sessizce kalkıp ikindi çayının yanına bir şeyler yapmak için mutfağa gidecek. Hamur yoğururken yine genç ve güzel Japon kadınını düşünecek. “Benim kadar güçsüz ve değersiz birinin” sözleriyle yeniden yeniden sarsılarak.Çekik gözlerinden akan bir iki damla yaşın sessizce süzülüşü izleyerek.
“Nerelerdeydin, seni merak ettim” sorusundaki suçlayıcı tınıyı
duymaktansa bu daha iyi.
Öğle uykusundan sonra, arka terasa geçiliyor. Günün bu
saatlerinde güneş, deniz yönündeki terası yakıp kavurduğundan, meyve ağaçlarının gölgesiyle serinlemiş arkayı yeğliyorlar. Arkadaki, çamlık yamaca doğru başka villalar, küçük köy evleri var. Buralarda oturanların huzur kaçırması olasılığına karşı, bu bahçenin bitkileri daha da yoğun. Böylece yalıtımı kusursuzlaşıyor. Bir de küçük havuz var ağaçların arasında. Fıskıyesi, inceden şırıldayarak, dış sesleri örtsün diye. Kumsalın uğultusundan eser bile yok burda. Suyun şırıltısına eşlik eden kuş cıvıltıları da olmasa, insan kendini, canlıların yaşamadığı bir gezegende sanabilir. Kusursuz bir sessizlik (!). İki kişilik tutukevlerinin en şirini.
Mutfaktan çayın kokusu yayılırken adam; “bezik oynamak ister
misin?” diye soruyor . Zorlamıyor bu konuda kadını, oyun oynamayı sevmediğini biliyor. Ayrıca yeteneksiz. Beziği öğretene kadar ne çok uğraşmıştı, unutur mu? Hem onun, arada bir elindeki kağıtları unutup kuşları dinlemeye dalmasından da sıkılıyor açıkçası. Oyunun tadı kaçıyor. Ama ikisi için de başka seçenek yok. Kadın gönülsüz “olur” diyor bu öneriye. Saat altıya kadar vakit geçirmeleri gerek. Kumsalda el-ayak çekilmeye başladığında, mayolarını giyip bornozlarını da omuzlarına atarak yüzmeye gidecekler. Bu izlencenin saati, güneşin çizdiği kavisle ilgili olarak, yaz başında günler uzarken ve Eylül’de kısalmaya başladığında biraz değişikliğe uğruyor elbette. Böylece yüzme süresi kesin olarak belirlenmiş oluyor. Çünkü, güneş battıktan sonra ufuk kıpkızıl bir yangın yerine döndüğünde, akşam sofrası hazırlanmış olmalıdır. Ne erken, ne de geç.
Adam önde, kadın arkada bahçe kapısından çıkıp hâlâ sıcak
kumların üzerinde plajı kat ederek denize doğru yürürlerken, kumsalda şamatalarını sürdüren bir grup genç, “herkes saatlerini ayarlasııııın.” diye bağırıyor. Kadın ayrımında neyi kastettiklerinin. Dudaklarında çarpık bir gülümsemeyle, gençlere eşlik ediyor. Adamsa duymuyor bile. Kendinden emin önde yürüyor.
Kadının duyargaları dış dünyaya açık. Yanlarından geçtikleri
insanların konuşmalarına kulak kabartıyor. Bazen komik bir konuşmaya gülüyor sessizce. Bazen hiç tanımadığı birilerinin özel yaşamlarıyla ilgili bir sırrı öğreniveriyor istemeden. Çocuğunun kulağını uzatmakta olan bir anneyle göz göze geldiğinde, anne hemen bırakıyor asıldığı kulağı. Ya da kırıştıran gençler, bakışlarını üzerlerinde hissedip toparlanıyorlar. Elinde değil, kadın aç birinin yemeğe saldırması gibi bakıyor insanlara. Tüm izlenimleri belleğine geçirmek istiyor. Eskiden, gördüğü komiklikleri kocasıyla paylaşmak isterdi. Çoktandır bunlardan adama söz etmiyor artık. O daha “hani nerde, ne, kim” diyene kadar, durum komikliğini yitirmiş oluyor zaten. Bir de “gözün hep etrafta, aranıyorsun sen” suçlaması var elbette. Şimdilerde biraz keskinliğini yitirmiş olsa da gençlik yıllarının en acımasız suçlamasıydı bu.
“Gözlerin hep etrafta.”
Kadını suçlamak için ille de savaşa gitmiş olmak gerekmiyor. Kadın
milleti değil mi, kocası yanı başındayken bile kırıştırabilir başkalarıyla. Gördüklerini paylaşmaktan vaz geçmesinde tüm bunların payı büyük. Kendi kendine konuşuyor artık. Örneğin bir çocuk, denizin diz kapaklarına kadar gelen derinliğinde durmuş, “anneee, daha hiç boğulmadım bak” diye bağırıyor. Annesi de “aferin oğlum” diye yanıtlıyor onu şemsiyenin altından. “daha hiç boğulmadım”, uzunca bir süre kalıyor belleğinde. “Daha hiç boğulmadım.” Bazen yüksek sesle yinelediği oluyor. Çeşitli yorumlara açık olduğundan mı , “daha hiç boğulmadıysan hâlâ yaşıyorsun demektir. Öyleyse ümidini yitirme” gibi. Yoksa kendi yaşamına uygun düştüğünden mi nedir, unutamıyor bu tümceyi.
Ya da, ikisi dışında bir başka sesin varlığı, değişik bir tını, yaşama
katılıyormuş duygusu yarattığından, onu bir süre canlı tutuyor belleğinde. Adam sormuyor bile bu da ne demek diye. Ertesi gün bir başka tümce tutturur nasıl olsa. Bu deli saçmalarıyla mı uğraşacak.
Adam dalmayı seviyor. Bu konuda para harcamaktan hiç çekinmez.
Elinde pahalı takımları, araç-gereciyle iskelenin ucuna kadar yürüyüp oradan atlayacak. Zıpkınla balık avlayacak. Böylece kadının özgür saatleri de başlamış olacak. Havlusunu iskeleye serip oturacak ve kim bilir neler neler gözlemleyecek kumsalda. Akşama kadar, son moda pahalı mayolarla güneşlenip ıslanmamış olarak plajdan çekip gidenleri bir bir saptayacak. Tek başına uzun uzun yüzecek sonra. Tenhalaşmış plajda, belki koca bir öykü üretmesine yetecek bir tümcecik duyabilecek. Kocası çıksın diye bekleyecek. Sonra yine o önde, kendisi arkada eve dönecekler.
Deniz dönüşü, duşunu yapıp mayoları asmak için dışarı çıktığında,
mutfaktan gelen “lok” sesini duydu kadın. Adam şarap şişesini açmıştır. Akşam faslı başlıyor demek ki.
Kumsaldaki uğultu dinmiş, gürültücü kalabalık, yerleşim
merkezindeki diskolara, lokantalara akmışken, hiç susmayan ağustos böceklerini saymazsak, sessizlik tam egemendir bu saatlere. Gurubun görkemine karşı iki-üç kadeh şarap ya da rakı içilerek, adamın o günkü dalış maceralarını içeren bir sohbete girişilecek. Kadın pek bir şey anlatmaz. Anlattıklarının hiç içermediği anlamlarla yorumlanıp, bir sorgulamaya dönüşmesi olasılığı midesini bulandırır. O şimdi, gecenin nasıl sonuçlanacağı konusundaki kararını vermekle meşguldür. İsterse sıkıntılı bitmeyebilir gece. Ya da adama, cehennem azabı yaşatabilir. Ruh haline ve o akşam için adama biçtiği sona göre değişir bu
Bazen yaşam bir oyun gibi geliyor kadına. Ezberlenmiş replikler,
konuya uygun düzenlenmiş sahne, mizansen. Günler değişmez kurallarla yinelenip duruyor. Adamın istediği kadın rolünü eksiksiz oynayarak kendi kişiliğine ihanet ettiğini bildiğinden, mutsuz oluyor, sıkılıyor kadın. Günün bitiminde küçük bir değişiklik yapma isteği böylece doğuyor içinde. Gününe göre, bir intikama dönüşebilir bu değişiklik. Ama asla, önceden tahmin edilemez. Böylece adamı çileden çıkarmış olur. Gecenin getireceği bilinmezler yüzünden tedirgin eder onu. Kontrolu elinden kaçırma korkusuyla yaltaklanmaları hoşuna gider. Bu kadının egemen olduğu tek alan, tadını çıkarır. Son ana kadar da bir ip ucu vermez.
Masaya oturduklarında, “bu akşam bir kadeh şarap alırım” derse,
bu sihirli tümce, sonraki saatler için bir muştudur. Genelde adamı yalnız bırakır, içmez. Bünyesi her akşam içmeyi kaldıramaz çünkü. Doğruluğundan kuşkulansa bile, adam buna inanmak zorundadır. Zaman zaman bir cezalandırılma kokusu aldığı olur. Barometre gibi, havayı koklayarak gecenin akıbetini anlamaya çalışsa da kadın da artık iyice deneyimli bir oyuncu olduğundan açık vermez. Böyle zamanlarda çocuk gibi süklüm püklümdür, suçlu hisseder kendini adam. Gece çoğunlukla, sitemler, suçlamalar, kusmalar ve tartışmalarla biter. Beklentilerinin gerçekleşmemesi, bir şeylerin kontrolden çıkması deli eder adamı. Kadından gelen “istemiyorum” yanıtını, bir baş kaldırı gibi yorumlar. İlk kez alkol alan yeni yetme biri gibi, hastalanır, sarsılır. Ertesi günse hatırlamak istemediği her şeyi, karısının hatırladığını bilmek, akşamdan kalmışlığın verdiği mide bulantısından bile kötüdür. Kadınsa, üstün olmanın doyumunu yaşar. Dengeyi sağlamıştır.
Ama, bu akşam kadın; “bir kadeh de bana ver” diyecek. Oyunun
sonu mutlu bitsin istiyor.
Kadeh kaldırıp ilk yudumu aldıklarında, adamın gözlerinde bir ışık
yanıp sönüyor. Bu ışık, onun cinsel gücünün dışa vurumudur. Gençleşiveriyor birden, yüzüne bir hoşnutluk yayılıyor. Adam artık çok dikkatli olacaktır. “Bu gece sarhoş olmak yok” iletisini almış, beyninin görevli merkezine kaydetmiştir. Gençlik yıllarını geride bırakmış, orta yaşlı bu adam, romantik bir aşığa dönüşürken kadın, adamdan taşan isteğin açığa çıkmasına izin veriyor, ona dokunmasına ses çıkarmıyor. Elleri , ateş gibi yanıyor adamın. Ondaki bu bitmez cinsel enerji hep şaşırtıyor kadını. Bu, her şeyi yönetmeye alışık, değişmez kuralların koyucusu adamı, böylesine teslim olmaya sürükleyen bu dürtünün kaynağı olan enerji. Gövdesini saran sıcaklığın etkisiyle yanıyor adam. Ay ışığında kor gibi parlıyor göz bebekleri. İşte bu an, tam teslimiyet anı. Bu sahneyi yönetiyor olmak kadını da isteklendiriyor. Asıl güçlünün kendisi olduğuna inanıyor böylece. Evet, şimdi kocasının sonu kendisinin iki dudağı arasındadır. Yaraları, serin bir merhemle ovuluyor gibi dinginleşiyor. Tutsaklığını unutuyor. Adamsa; “her şey yolunda, her şey yolunda” diye geçiriyor içinden, uzanmış karısını dudaklarından öperken. “Her şey kontrol altında”. Bunu bilmek kanını tutuşturuyor. Usulca yatak odasına geçiyorlar.
Kadın şimdilik erteliyor düşlerini, yarın bıraktığı yerden
sürdürecek. Genç ve güzel Japon kadının intiharını düşünecek yeniden. Onun ve tüm kadınların intihar biçimlerini.
Belki yarın gece hepsi için bir “intikam” töreni düzenler. Bu
elinde.
*A. J. Barker’in, Kendini Öldürme Silahı (Suicide Weapon) adlı kitabından.
.
Yorum
Ülkü hanımcığım ne güzel bir…
Ülkü hanımcığım ne güzel bir öykü. Neler yaşıyoruz düşünmeden. Konfor alanımız ve kurulu düzen. Nasılda benzetip ayristiriyoruz.
Sağlıkla kalın
Yeni yorum ekle