Mülk Sahibi

Öykü

Mülk Sahibi

Serap Gökalp


Türlü söylentiler vardı. Ama iş hanına nasıl sahip olduğuna ilişkin gerçeği kimsenin bildiğini sanmıyorum. Kuşkularım var. Belki de o ünlü ailenin tüm üyelerinin öyle tek tek… Gazetelerde yazdığı gibi, bir lânet yüzünden değil de… Aman neyse ne canım, boş verin. Ne olduysa oldu yedi yüz metre kare alanın altı katına yerleşmiş yüz üç dükkânlı bir iş hanı hayal edin, bu artık onundu. Mülk ona geçtikten sonra sessizce eksik kiracıların yerleşmesini bekledi yeni mülk sahibi. 

Onu anlatırken nasıl tanımlamalıyım emin değilim. Zorlayıcı, kibirli, herkesle efendi-köle ilişkisine giren. Sessizlik ve sabırdan başka bir beklentisi olmayan ama kendi hep bağırtıyla konuşan… Bunlar denebilir ancak. Bu konuyu anlatırken niyetim şuna yada buna öfke önermek değil.  Tipik işveren işte, tipik mülk sahibi.. Ben de böyle pislik bir herifle çalışmıştım bir zamanlar ve sıklıkla aklımdan işkence sahneleri geçirirdim bazen onu gizlice izleyip… Yalan yok. 

Her neyse kendi “yazıhanesi” altıncı katta en dipteydi. Bunun stratejik bir nedeni olduğu sanılmasın. Kimse o dükkânı istememişti yalnızca. Yazıhane. Orayı nasıl anlatsam? En üst kata çıkın, dipsiz bir kuyuya benzeyen koridorunun sonuna gidin. (İsraftan kaçmak için aydınlatma azaltılmış, bastığın yeri göremezsin.)İşte orası. Mülk sahibinin oturduğu yer. Her gün aynı şeylerin olduğu, her haftanın düzenli işleri, ay sonu işlerinin normal bir insanı depresyona sokacağı yazıhane… 

Bu yazıhanedekilerin diğer dükkânlarda ne olup bittiğiyle fazlaca ilgilenmediğini anlamanız zor değil.  Mülk sahibinin tek ilgisi kiralar ve iş hanının bakım- işletme masraflarını nasıl pay edeceği. Arada bir çalan yetmişlerden kalma siyah telefonun irkiltici zili de olmasa…  

Asansör ve ısıtma sistemi olmayan iş hanında hiç rastlanmadık bir özellik vardı. Mülk sahibinin yazıhanesini tüm dükkânlara bağlayan ses düzeneği…Alıcı verici olduğundan kuşkulananlar da vardı ya, bu düpedüz antika bir amfikatördü. Mülk sahibi, masasının en hakim noktasındaki cihazın mandalını parmağıyla kaldırır, nefes almadan , “Yirmi dört numara orloncu Hüsamettin, kiranı üç gün geciktirdin, bir gün daha tanıyorum, sonrasını sen bilirsin,” deyip çat kapatırdı. Veya ayakkabıcı Ender’in ses yükselticisinde cızırtı olur, Ender gözlerini yukarı kaldırıp oradan çıkacak birini bekler gibi anonsu beklerdi. “Ayakkabıcı Ender, kapının önündeki kutuları derhal kaldıracaksın, herkes senin pisliğini çekmek zorunda mı kardeşim?” Müşteri yanında dükkân kapısının üstünden-tövbe hâşâ- Tanrı buyruğu gibi gürleyen bu zılgıtı duyunca, kutuları toparlayanı mı istersin, küllükleri boşaltan, çamurlu ayak izlerini paspaslayan mı? Borç harç kirayı denkleyen esnafsa, parayı alı al moru mor koşup muhasebeciye teslim ederdi. Muhasebeci dışında kimse mülk sahibiyle konuşmaz, o in gibi yazıhanesinin önünden bile geçmezdi. 

Cuma namazlarında patronuna bir adım geriden eşlik eden muhasebeci, onun ince ince defalarca hesap ettiği fitre ve zekâtları da dağıtırdı, çay da söylerdi, adamın ayakkabılarını da boyardı. Yazıhanenin bütün işlerinden patronun evinin pazar alışverişine dek akla gelen gelmeyen bütün işlerini, onun küfür ve hakaretlerine kulak asmayarak yapar dururdu. Tüm bunlar İşhanı esnafına dert olur, arada bir bu kibirli ve zalim adamın yanında çalışmayı bırakmayı düşünür iş arayacak olursa, diye alçak sesle dert ortaklığı yapar, vaatlerde bulunurlardı. İri yarı, yaşı belirsiz, vurdu mu devirecek cinsen ben boylarda heybetli bir adam olan muhasebeci bir baş sallamayla yetinirdi. Sahibinin karşısındaysa elleri göbek altında bağlı, boynu eğri durup alçak sesle kısa cümlelerle konuşurdu. Falanca bey, demez, efendim, derdi yalnızca. 

Bu muhasebeci, aslında çalıştığım başka bir yerdeki getir götür işleri yapan bön bir adamın başka çeşidi. Öyle sessiz. Çatlatır bu sessizlik karşısındakini. Hoş, getir götürcünün işyerindeki kadınları gözetleme huyu vardı meselâ. Kaç kez yakalayıp ensesini şamarlamıştım, muhasebecide böyle bir huy yok. Kafasını yerden kaldırmaz o. Bilmiyoruz yani. Çünkü meselemiz, onun mülk sahibiyle ilişkisi. Mülk sahibi dediğim gibi pisliğin teki. Muhasebeciyse onunla ilgili neler düşlüyor, zinhar bilmiyoruz.  Aramızda konuşuyoruz bazı, yazık bu muhasebeciye bu kadar hakarete gerek var mı birader adam çalışıyor işte, falan diye. Sonra bana dönüyorlar, sen dayanır mısın meselâ, böyle kötü bir herife diyorlar, senin gibi kapılardan hafifçe eğilerek geçen türden bir adam, çoluk çocuk sahibi, günahtır canım… Dayanmam, diyorum ve parmaklarımın arasında ceviz kırıp dikkatlice ayıklayıp ağzıma atıyorum. Çöpleri herif görür de anons eder diye kalkıp çöpe atıyorum. 

Gel zaman git zaman mülk sahibi de o tabelanın altından geçti sonunda. Hani şu,  her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tamamen verilecektir, diyen o tabela. Kasvetli ve çamurlu bir sonbahar günüydü. Ailesini düş kırıklığına uğratan-kalabalık bir cemaat beklenmiş olmalıydı sonradan kulağımıza geldi, işhanı esnafı bile gelmedi denmiş - yirmi kişi var yok, onu toprağa verdi. İşhanı esnafından giden oldu mu bilmiyorum. Benim işim vardı, gitmedim. Gidip ne yapacağım? Tanımadığım insanları nefret ettiğim herifin tekinin ölümü nedeniyle teselli mi edeceğim? Saçmalık. Muhasebeci yüzünde aynı poker maskesiyle tüm işlere koşturdu. Sonra yazıhaneyi karanlık bastı. 

Bir hafta on gün sonra tavla oynuyorduk, kırtasiyeci, ben, bir de ayakkabıcı.  Çaycı Sinan geldi, çayları bırakırken ne dese beğenirsiniz? Karısı mülk sahibinin mezarını ziyarete gitmiş de mezarın üstünde ben deyim on sen de yirmi tonluk bir kaya bulunca şaşırmış kalmış. Mezarcıya sormuş da, “Bir adam,” demiş mezarcı,  “Şur’da mezarlık köşesinde te ne zamandır duran, ne yapacağımızı bilemediğimiz o kayayı bir kepçe kiralayıp bu mezarın üstüne lakadanak koydurdu. Karşısında da bir sigara içti. İri yarı vurdu mu devirecek cinsten biri. Pek sakin, pek efendiden birine benziyordu. Onca para verip koca kayayı neden mezarın üstüne koydurdu bilen yok. Adam kimdi bilen yok. Basmış parayı getirmiş kepçeyi, yıktı kayayı mezarın üstüne, gözümle gördüm.” Bunu duyan dul karısı karşılara bakmış, “eh madem,” demiş, Fatiha bile okumadan gitmiş iyi mi? Sinan boşları, markaları aldı, Neşet Ertaş’ın,  Göynüm Hep Seni Arıyor, Neredesin Sen, türküsünü ıslıkla söyleye söyleye gitti. 


Yazarın notu: Bugünlerde yine zor günler yaşayan tüm emekçilere armağan olsun. 14 Şubat Dünya Öykü Günü tüm öykü dostlarına kutlu olsun. 

Yorum

Bozan Yaman (doğrulanmamış) Sa, 15 Şubat 2022 - 23:51

Yüreğine sağlık.Güzel öykü.Son dönemde yazılmayan,özlediğimiz öykülerden.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.