Uzaktaki…

Öykü

Geçmiş zamanın içine gömülmüş ve küflenmiş dünlerin barındırdığı gerçekleri hiçbir şey değiştiremez. Durgun bir suyun dibindeki balçık gibidir onlar. Sessizce çoğalıp beklerler.
Bazen de, unutuşun ağlarını parçalayıp serbest kalan, acımasız piranhalara benzerler. Beyni didikler,  uyku kaçırır ve asla unutulamazlar.
Oysa onlardan kurtulmanın tek yolu unutmaktır. Çok büyük bir çelişkidir bu…
Anahtarı kilide sokarken aklıma geliyor bunlar.
Babam şimdi burada olsaydı ne konuşurduk? Konuşur muyduk? Daha önceleri hiç oturup konuşmuşluğumuz yok ki.  Belki ben, eski tutukluğumu yenip şimdiki aklımla söze nereden başlayacağımı bilirdim bu gün. Bir başlangıç tümcesi kurabilirdim belki, ya da yalnızca bir sözcük.
“günaydın” örneğin.
“Günaydın”, ömrün düş kırıklığı yaratan boşluğunu, hiçliğini, eylemsizliğini örtmeye yeter miydi, bilemem. En azından sessizliği delerdi belki bir süre.
Evi boşaltmaya gelmiştim. İçeri girdiğimde yüzüme vuran çöl ıssızlığını elimin tersiyle savuşturmaya çalışırken yakaladım kendimi. Boşluğun ve tozun eşlik ettiği bu ıssızlık nefesimi kesti. En azından babamın, anahtar sesini duyup ortası çökmüş, otura otura gövdesiyle bütünleşmiş TV koltuğundan ; “kim geldi hanım?” sorusunu, gücü tükenmiş kısık, çatallı sesiyle sormasını bekledim bir süre.
Annemin mutfaktan çıkıp “kızımız geldi bey” demesini, ellerini önlüğüne kurularken.
“Haaa o mu?” 
Yaşadığı yoğun düş kırıklığını anlamazdan gelip gömüldüğü yalnızlığına girmeye yüreklenemeden daha, öpmek için attığım adımı ve günaydınımı hemen geri çektiğim anlardan biri daha gerçekleşirdi böylece.(Duyguların altında ezilmek en iyi becerdiğim şeydir)
Oğlunu beklerdi o, beni değil. On beş yıl önce Avustralya’ya göçen ağabeyimi.
Annemle ikimizi de içinde boğduğu sigara dumanına eklenmiş onulmaz özlemiyle sabrımızı sınardı.
Annem; kendi üzüntüsünü, özlemini, beklentilerini içinin derinlerine kazdığı bir mezara gömmüş, kocasını avutmak gibi zor, dahası olanaksız bir görevi üstlenerek kendini kurban etmiş kadın.
Önümdeki olumsuz örnek.
Kendimi yok sayma kılavuzum.
“Kendini yok sayarsan kimse seni görmez. Görünmez olunca da kimse seni incitemez.”
Bana, en az babam kadar bu evden uzaklaşma, kaçma, başkaldırma isteği veren kadın.
Bilerek ya da bilmeyerek zamanımı çalan ikili.Yoklar artık. Keşke omuzlarından tutup sarsa sarsa anlatabilseydim tüm bunları.
Evi dolaşıyorum. 
Uzun zaman havada asılı kalmış tütün kokusu, perdelere, koltuklara, eşyayı kaplayan toza çökmüş, sinmiş. Biber gazı gibi yakıyor genzimi.
“Her şeyi fırlatıp atmalı”
Bu düşüncenin, evin kokusuyla bir ilgisi olmadığını itiraf etmeliyim. Daha yoldayken, hayır hayır çok daha önceleri geçmişti içimden, unutmayı kolaylaştırır diye. Olanaksızı ummaktı bu belki de.
Mutfaktaki ıssızlık çok dokunaklı. Annemin kokusunu arıyorum umutsuzca. Var mıydı? Nasıldı? Hatırlamıyorum. Var idiyse bile, babamın, günde iki paket sigara dumanıyla tütsülediği havanın ve zamanla somutlaşıp salt bir inada dönüşmüş beklentisinin ağırlığı altında yok olup gitmiş olmalı.
“Tek oğlum”
Ne çok duydum bu iki sözcüklü tümceyi babamdan. Onun; görünmezliğimin, ya da itilmişliğimin kuytularında, uzaktan uzağa gözlediğim sinir patlamalarını izlerken. Bir yandan da, kız doğmuşluğuma lanetler yağdırarak ağlarken.
O zamanlar bilmezdim elbette; bir cenin ya; XY kromozomu taşıyacak ya da XX, başka bir seçenek yoktur ve biri olmadan öteki olamaz. Bu bir biyolojik gerçekliğin bilimsel kanıtıdır ve bir cenin oluşurken, kendi cinsiyetini seçme olanağına sahip değildir.
“Gitti bir de Kıbrıslı kızla evlendi it oğlu it. Sanki burada kız yok”
Bu “it oğlu it” tüm tatillerini Kıbrıs’ta, karısının ailesi ile geçirdiği için bir sitemdi, serzenişti, aslında toz kondurmazdı oğluna. Onu anarken yumuşayan sesinde beliren sevecenliği bir ok gibi atardı benden uzağa.
“Neden buraya gelmiyor?” diye düşünmezdi hiç. “Bunca sevilip üstüne düşülürken?”
“Neden?”
Kimini sevgisiyle, kimini sevgisizliğiyle boğdu oysa. Böylece XY’si de, Kaf Dağı’nın ardına kaçtı.
Yemek masasının üzerinde, kocaman bir Avustralya haritası, açılı duruyor. Hatırladığım kadarıyla ağabeyim gittiğinden beri orada. Yemekler bu nedenle mutfakta yeniyordu. 
Babam öldüğünde bile haritayı kaldırmaya cesaret edememişken, annemin o hayattayken buna itiraz etme şansı olabilir miydi?
Kalın kâğıt sararıp sertleşmiş, uçları kıvrılmış. Üzeri toz içinde. Kırmızı kalemle daire içine alınmış yer, ağabeyimin yaşadığı bölge. Kenar boşluklarında küçük küçük notlar var. Uçak tarifeleri, aktarmalar, bağlantılar.
Koah hastası bir adamın, kızının diploma törenine bile gitmeyi düşünmezken, ta Avustralya’ ya gitmek için kurduğu hayallerin silikleşmiş izleri.
Ben.
Arada, kimsenin umurunda olmadan liseyi bitirip tıp okumak için uzağa gitmem gerektiğinde en çok annem için gözyaşı döken ben. Kendi gövdesini, ruhunu, sağlını, beklentilerini yok sayan annem için. Onun da beni, oğul sevgisinin ardına attığını hiç düşünmeden. Sanırım yalnızca kendimi kurtarmam gerektiği fikri ağır bastığından onları bırakıp gittim. 
Bir kez olsun tüm cesaretimi toplayıp “gerçekleri görün artık” diye bağıramadan, yıllar yıllar geçti.
Bunlar içimde kalan pek çok şeyden bazıları.
Sararmış tülü kenara itip pencereyi açıyorum. İçerdeki ağır hava, dışarıdan gelen temiz havayla yer değiştirirken, derin nefesler alıyorum. 
İçimde kalanları yele vermek, savurmak en iyisi. 
*Yazar, Ressam
 

Foto Galeri

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.