Şiirin Sürgün Yeri: Şairin Gölgesini Yitirdiği Kent

Edebiyat

 

Şiirin Sürgün Yeri: Şairin Gölgesini Yitirdiği Kent


Hatice AYAN

 

Yıllardan beri aşktan yana umut lime lime tükeniyor kentin sokaklarında.

Şairin yıllar boyu vaktinin çoğunu geçirmek durumunda olduğu şehrin varoşundaki çarpık yapılaşma öyle boğucuydu ki üveyik, can kafesindeki özgürlüğünden asla çıkmak istemez, keşke o gecekondular kalsaydı diye yakınıp dururdu. O kaçınılmaz boğuculuk hissi, yeşilin huzuruyla sarmalanmış bir mahallede yaşamaya başladıktan sonra bile peşini bırakmadı. Ne zaman birkaç kilometre ötedeki şehrin yeni -hani o New York’un finans (kültür diyemeyeceğim) merkeziyle kıyaslanan- göbeğine inmek zorunda kalsa hep aynı his…

Cam çehreli gökdelenler arasında üveyik yine boğuluyor. O boğulmada gökdelenler arasındaki, çehrelerine -milletin sefaletini anımsatan- oyuncu gülüşü yayılmış maganda tiplerin rolünü de unutmamalı… Arabesk bir mutluluk… tıpkı varoştaki keder gibi.

Arabesk bir keder çökmüştür kentin varoşlarına ve sokaklara bu arabesk keder taşar pencerelerinden evlerin… yanında hüzün hafif kalır, zarif kalır.

En çok da çocukların üzerine çökmüştür çöken… Daha doğmadan kaderi bellidir varoş çocuklarının. Çoğu zaman ne anne farkındadır ebeveyn olduğunun ne baba.  Varoşta Tanrı’nın eli bile kolay kolay uzanmaz çocuğun eline… Azıcık şanslıysa… nine, dede elinde büyür bebeler… Azıcık daha şansı varsa Tanrı’nın merhameti tesadüf eder bir okul köşesinde bir öğretmen elinden.  “Ben sporla uğraşmasaydım bu sokaklar yerdi beni hoca” diyen on beş yaşındaki baş belası bir çocuğun yakıcı bakışı -hani hiçbir kutsallığı yokken-bir mesleğe neden kutsal denildiğini anlatır insana. Öğretmenin “Sana güveniyorum” sözünün bile kutsallık kazandığı yerdir varoş… karşılığı “Bana annem bile güvenmedi.” cevabıdır çoğu zaman.

Çocuk, her türlü pisliğe alet edilir varoşta… içici olur, taşıyıcı olur, satıcı olur; birilerinin yerine mahpus olur... kimi zaman sosyete bebelerinin kaderiyle birleşir kaderi ama kurban olur... Nadirattan bir annesi varsa ardında ve anneyse… gözünden kanlı yaş akması mukadder...


Ne yalana boyanmış siyasinin gündemine yaklaşabilir varoştaki çocuğun derdi ne paraya odaklanmış tacirin, sanayicinin…Hak terazisini tartan el hep uzakta… ve kulağına kar suyu kaçmış aydın... Ve o dert, zirvelerde ayı, güneşi sorgulayan feylesofun ve aşkı kederden uzak zanneden şairin derdine ne kadar yabancı…

Şair şairse gerçekten aşar bu yabancılığı… bu arabesk kederi yüklenemezse şiir, neye yarar?

O kadar yakındadır oysa o keder… henüz lise çağındaki kızın kolundaki faça izlerinde… koca koca, onursuz adamlarla yatmışlığında… en büyük hayalinin anne olmak oluşunda…ve donuk bakışlarında… 

Ve ancak şair ruhluysa insan, küçük burjuva yalnızlığı çoktan varoşun arabesk kederiyle birleşmiştir ruhunda. Öğretmen ancak şairse aradan geçen yıllar hatıraları silmeyecek, sadece o çocukları özlediğini hissedecektir… kendisine dayı diyen, hayatın iyi davranmadığı o varoş çocuklarını…

Koca Derviş’in “Kasdım budur şâra (şehre)varam feryad ü figan koparam” dediği şehirler çoktan efsane oldular. Romancının “Beş Şehir”inin şairin “Hayal Şehir”ine döndüğü hatıraları var artık büyüklerimizin… bizim pek de şahit olamadığımız ve çocuklarımızın çok uzağında… Kentin varoşu, merkezi fark etmiyor, her yanı sarmış bir çarpıklık içinde tükeniyoruz.

“Beş Şehir”den biri şu üzerinde yaşadığımız kent… Bir zamanlar Anadolu’nun manevî mimarlarından olan mutasavvıf şair, cennetten bir köşe gibi anlatmış onu… “ârifler sözünün satıldığı” kalbin güzelliğinin aynasıbir şehir… ruhu örülen ve insanı dönüştüren…şiir gibi bir şehir: “Nâgehan (birdenbire) ol şâravardum / Ol şarıyapılur gördüm / Ben dahi bile yapıldum / Taş u toprak âresinde”

 

Şimdi şairin anlattığı şehir mi burası? Sözlükler, eş anlam yüklerken… şehir nostalji; kent içine düştüğümüz dipsiz kuyu oldu... Kent -ruhun esamisi okunmayan- beden ve beton yığınlarından ibaret… Burada rant peşinde insan… burada geçmiş devirlerin ruhunu bile öldürme telaşında…

Oysa insan, mitolojik zamanlardan beri kafa yormuş mekânın ruhuna. Modern zaman feylesofu, mekânın, zamanı kendisinde donduran ruhundan bahsederek “mekânın poetikası” demiş. Bilge mimar “Mimaride bir şeyin güzel olduğunu huzur, neşe, ümitlilik vermesinden anlarız.” demiş. Biz ve çocuklarımız… bugün neden huzursuz, neşesiz, ümitsisiz?

Güzelim şehrin üstüne çöken koyu gri bulutların bunalttığı şair ise öfkesiyle ruhunun bütün hassasiyetini “Sis”e taşımıştı. Bugün o güzelim şehri ve bütün şehirlerimizi sarıp göğün mavisine yer bırakmayan kara bulutları görse ne yapardı? Gökdelenlerimizle Avrupa rekorları kırar oluşumuza sevinmezdi elbet… kim bilir nice kahrolur, kim bilir nice şiirler yazardı?

İnsan yaşadığı mekânı “dostun mekânı gönül” gibi tutmadıkça, güzelleştirmedikçe… ona bir ruh yaratmadıkça… o mekân kendisine dost olur mu, o mekân insanın ruhunu yaratır mı?

Hâl böyleyken Z kuşağının ruhsuzluğundan, duyarsızlığından bir şikayettir, alıp başını gidiyor. Evlerden başlayarak içinde yaşadıkları mekânların ruhu mu var ki Z kuşağı ruha sahip olsun? Sokakların, mahallelerin caddelerin ruhu mu var? Rant peşinde koşan, gökdelenler diken, plazalarda pazarlığa oturan… yeşilin katili olan… Z kuşağı mı? Kenti imar edecek projelere onay vermeyen zihniyet… ve onca çarpıklık hangi kuşakta?

Yeni kuşağa ruh vermek için ruhu olan şehirler yaratmalıydık… eski devirlerden kalan ruhun da korunduğu…dört başı mamur şehirler… aşk şehirleri, sevgi şehirleri… “gül alıp gül satılan” pazarlar… “gül ile gülün tartıldığı” teraziler… Tükenmeden insan, ölmeden ruh… öldürmeden çocuktaki ruhu… yıkmalıydık göğe uzanan betondan meskenlerimizi… kar beyazı evler inşa etmeliydik, kapıları çivit mavisi… Avlularında oynayarak büyümeliydi çocuklarımız… O vakit toprağın merhameti sinerdi minicikten insanın sinesine… Belli ki topraktan kopan insanın acı serüveni insanı bitiren… Topraktan çevirmemeliydik yüzümüzü… O vakit toprak kadar kucaklayıcı, toprak kadar sabırlı, toprak gibi sadık, toprak gibi yâr olurduk birbirimize… o vakit “sadık yârim”iz olurdu toprak.

Oysa insan, bu toprakların irfanını dolarken diline irfanı onu çoktan terk etmişti… sonra vicdanı, aklı, izanı… Sonunda ruhu terk etti insanı…ve gölgesi bile çekip gitti… Şimdilerde kent, beden ve beton yığınlarından ibaret…aşktan yana umut lime lime tükeniyor kentin sokaklarında…

Bir kuşatmadır bu, hayal şehirler bile düşer bir bir… Şair, zamansız şiirler yazar ölüme, en çok da ruhun ölümüne…Kentin üstüne bulutlar çöker, yağmursuz… anneler azıcık anneyse gözyaşıyla besler çocuklarını…Kent kurtlar sofrasıdır artık. 

Kurtlar sofrasında güçten beslenen cemiyet… Haksız servete, aşksız şehvete, sevgisiz arzuya dayanan güç… Katık edilen erdem, katık edilen ruh… ve katık edilen sevgi, dostluk… ve aşk ve masumiyet… Kent… kurtlar sofrası… nice romanlara daha gebe.

Şair şiirini kurtlar sofrasında katık yapılan genç bir aydına adar.

Üveyik, sadece can kafesinde mutlu… ama can kafesine de uzanır kötü bir el, kanadını tutup kırar üveyiğin…

 

KENT TRAGEDYASI

bu kentin Manhattan’ında

bir cinayet işlenir sevgilim
akıl öldürülür bedenle birlikte
varoş çocuklarının burnunda tinerle birleşir
     lohusa şerbetinden yayılan tarçın kokusu
bir kızıllık oturur orta yerine yüreğimin
asfaltlarda adım başı foseptik
insan canı bu
     bit pazarındaki kasketten ucuz

bu kentin bol kahkahalı çehresinde

bir kadın -makyajı en ağırından-
     ikindiye yakın teşrif ederken

devlet dairesindeki makamını
maskeli mutluluklardan
     acınası bir tebessüm sirayet eder zihnime

bu kentin büyük masalı loş salonlarında
              adi pazarlıklar yapılır afilisinden

vahşi hırslarla oynanırken tanrı savaşları
                           kırılır baş köşedeki sırça fanus

 

katran dökülmüş bu kentin üzerine

kulakları kesik peşimde dolanan kedinin
şu köşe başındaki
     asırlık ağacın uç dalları kırılmış
yalancının mumu
     sonsuza dek yanmaya kararlı

ne yana adım atsam

sırça fanus parçaları
ben bu kentte gölgemi yitirdim sevgilim
     ruhumla birlikte gitmiş olmalı

ruhumla

gitmiş olmalı

 

Yorum

FAHRİ (doğrulanmamış) Pt, 16 Aralık 2024 - 20:33

Bir sanatçının / şairin sosyolojik gerçekliği-problemi şiir diliyle anlatabilmesi mümkünmüş demek ki. Hatice hanımı tebrik ederim. Bu yazılarının bir an önce kitap haline gelmesini dilerim.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.