Bakış Açısı Değişirse!

Felsefe


Olaylar karşısında ilk algıyı etkileyen verilerden birisinin “önyargı” olduğu biliyoruz ancak kabullenemiyoruz. Olumsuz yargılarla kodlanan kişilerin yaklaşımlarını irdelediğinizde, çoğu zaman tepkisel refleksler verildiğini kimse kabul etmeyecek, tam tersi bireyler yüksek hoşgörü sınırlarında olduklarını beyan edecektir. Çünkü eleştirel ve yargılayan bir bakış açısı ile hareket edildiğini ifade etmek hem özgüven hem samimiyet sınırlarını zorluyor.

Karşılaştığımız veya verdiğimiz tepkilerin arkasında zihin yapımızı şekillendirmiş şablonların gücü tartışılmaz. Bulunduğumuz ortamda, şartlanmış davranışlarla kanı oluşturmayan, bir yargıya varmayan -ben dahil- kimse görmedim. Teorisi üzerinde uzun yazılacak bu konuyu, tartışma ortamına taşıyacak örneklerle açıklamak istiyorum, ki iletişimde uyuma, huzura karşı nasıl dirençler oluşturduğumuzu fark edelim.

Öznel olmayan, gözlem olanağı tüm katılımcılar için eşit koşullarda  mümkün, bir örnek ile başlamak istiyorum. Bireysel istatistik verisi yaratmak üzere herkesin zorlanmadan yanıt verebileceği, sıradan bir konuda  küçük anket yaptım. Farklı yaş gruplarındaki kişilere yönelttiğim; 

“Sık ziyaret ettiğiniz bir evde, banyodaki çöp kutusunun hep temiz ve boş olmasını nasıl yorumlarsınız?”

 Sorusuna aldığım yanıtları olduğu haliyle aktarıyorum.

-Ev sahipleri temiz ve titiz  insanlar, kovayı sık aralıklarla boşaltıyorlardır.

-O evde tuvalet kağıdı kullanma alışkanlığı olmadığını düşünürdüm.

-Düşük bir olasılık olsa da ev bütçesinde tuvalet malzemelerine ayıracak  pay yok.

-Ev halkı tuvalet kağıdını kullandıktan sonra çöp kovasına değil klozete atıyor.

-Evde yaşayan bireylerin temizlik konusunda obsesif tavır sergilemeleri nedenlerden birisi olabilir.

-Sözü geçen tuvaletin az kullanımı ya da hiç kullanılmaması 

gibi birbirinden farklı yanıtlar geldi. Bu basit örnek kişilerin, aynı ortamda aynı verilerle durumdan ne farklı sonuçlar çıkarabileceğini gösteriyor.  

Olaylara baktığımız yerin hep aynı kalması, sınırlı ve tanımlı iletişime zorlarken, eleştirel yanımızın daha aktif olması, bir başka deyişle önyargılı yaklaşmak da tarafların sırtına yüklenmiş ağır bir yüke dönüşüyor. Konuyu, düşünceyi belirli bir noktadan inceleme, olaya o belirli yönden bakmak, görüş ifade etmek “bakış açısı”, olumsuz kanılarla peşin hüküm vermek de “önyargı” diye temel bir tanım yapabiliriz. Çoğu kez, ikisi aynı anda devreye giriyor; bakış açısı, önyargı kavramından farklı etkiliyor iç huzurumuzu ya da ilişkilerimizi.  Birlikte yaşamak, çalışmak zorunda olduğunuz kişilerle görüş ayrılığına düştüğünüzde ya iletişim blokajları oluşuyor ya da tam tersi mevcut bariyerler kalkabiliyor. Bu bölümde inatlaşmaya veya taraf olmaya istemeden nasıl yönlendiğimizi açıklamak isterim.

-Nobel ödüllü bir edebiyat eseri hakkında yayınlanmış yorumları okuduğunuzda, işkence sahnelerinin anlatımındaki ürkütücü ayrıntıların, yazarın muazzam başarısı olarak algılandığını ve övgüler düzüldüğünü göreceksiniz. “Karmaşık olaylar zincirini, tarih, mekan ve olay bağlantılarını başarılı bir kurgu ile anlatmak kolay değil, böylesine iyi yazım yeteneğine sahip olmak mutlaka alkışlanmalı” diyebilirsiniz. Ancak diğer bir bakış açısı, insanlık dışı sahnelerin bu denli detaylı anlatılmasına gerek olup olmadığını sorguluyor, üstelik kötülük yapmaya eğilimli insanlara yol göstermenin yanlış olduğunu iddia ediyor.

Yazarın kalemi kuvvetliyse, okuru bahsi geçen zaman dilimine ve mekanlara çeker; kendinizi tüm akışın görgü tanığı sanabilirsiniz. Okumaya olan yakın ilgim nedeni ile bazı eserlerin sanatsal değerini bir yana bırakıp neden yazıldıklarını sahiden merak ediyorum.

Tarih boyunca tüm toplumlar güç kullanmak ve otorite sağlamak üzere şiddete başvurmuş, diktatörler, kitleler üzerine korku salarak yönetmiş halkı. Bunu devam ettirmek istiyor muyuz ki, şiddet filmleri ve romanlarında işkence sahnelerini normalleştiren ilkellik, incelikle betimlenmiş, kurgulanmış diye ödüllendiriyoruz. Senaryo özgünlüğü, anlatım becerisi ve dil bilgisi kurallarının hünerlice sergilenmesi kadar eserin hangi amaçla yazıldığı da değişik boyutlarıyla sorgulanmalı akademik jürilerce.

Doğa olayları ve evrenin kendi döngüsü içinde sadece iyiyi, güzeli, aydınlığı yansıtmayı savunmuyorum, ruhumuzun üşüdüğü, korktuğu, acıyı tattığı veya ağladığı durumları da biliyorum. İnsanı fiziksel ve ruhsal yönden acizlik içine alan anlatımların kişinin gelişimine nasıl katkı koyabildiğini tartışmaya açtığımda aykırı yorumlarla karşılaştım; eserin ödüllü olması veya ünlü bir kalemin elinden çıkması, içeriğin önüne geçiyor sanki. Önyargı devreye giriyor, güç şiddet gerektirir söylemi savunuluyor hatta karanlık sahnelere tanık olmak istiyor çoğu kişi.

-Bakış açılarının çatıştığı başka bir örnekleme yapacağım. Ölüm veya çaresizlik anını-izin alınmış olsa dahi- çeken sanatçının fotoğraf yarışmalarında ödül alması tartışmalı bulduğum konulardan birisidir. Ölümün, yaşamı terk eden kişinin yüzüne yerleşmesi veya geride kalan aile bireylerinin hele de anne-babasını kaybetmiş bir çocuğun acısını olduğu haliyle yansıtabilmek yetenek midir ve gerekli midir?

Savaş fotoğrafçılığı, barışın neden korunması gerektiğini ön planda tutmak için sosyolojik ve psikolojik vurgusu ile önemli bir arşiv verisi olarak paylaşılabilir. Ancak kaza veya hastalık ölümlerinin mahremiyeti mutlaka korunmalı diye düşünüyorum. İnsanın duygusal yapısını şekillendiren, kaygı yaratan onca başlık arasında ölümün zalimliğini yansıtabilmek neden tercih ediliyor sizce? Başka hiçbir çekimde modellerin bakışları ve beden dilinin bu kadar gerçekçi olamayacağı, çaresizliğin tüm çıplaklığı ile ortada olması ilk aklıma gelen nedenler oluyor her seferinde.

Bir canın yok olması, ailelerin trajik nedenlerle dağılması, korku, kaygı, öfke ve keder elbette haklarında fikrimiz olan konular. Yoğun bakım hastalarının son nefes alışları, ölülerin morga giriş-çıkışları, defin anları gibi çaresizliğin insanı yendiği anlar, uzmanlık eğitimleri dışında materyal olarak kullanılmamalı.

Düşüncemi doğrulayan en yakın örnek bir futbol karşılaşmasında yaşandı. 2021Avrupa Futbol Şampiyonası, Danimarka-Finlandiya maçında genç oyuncu Christian Eriksen’in aniden yere yıkılması ve kalp krizi geçirdiği anda diğer oyuncuların verdiği tepki alkışa değerdi. İlk yardım ekipleri onu yaşama döndürmeye çalışırken, takım arkadaşları da bir çember oluşturarak görüntü alınmasını önlediler. Onların gözyaşları hepimizi duygusallaştırırken hastanın mahremiyetinin korunabilmesini ön planda tutmaları bilinç düzeylerini sergiledi.

Ön yargı, olumsuz kanıyı işaret ederken benzer bakış açısı da dengeli iletişime katkı koyuyor. Yukarıdaki örneklerde, sadece kendi sesimizi duyacağımız ve eleştirel yargıların yanıt bulacağı ilişkileri arayalım demiyorum. Sadece, doğruluğunda çok ısrarcı olduğumuz kabullerimizin başka gözlerce farkı algılanabildiğine dikkat çekmek istedim. Çünkü zıt görüşler, kişileri düşünmeye, araştırmaya yönlendirse de uyumlu birliktelikler için uzlaşı aranıyor. İlişkilerdeki yıpranma bu kadar basit görünen konulardan öze, temel sorunlara gidebiliyor bir anda.

*Mimar

 

Yorum

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.