Fikret N. Üçcan ile Kültür Miras Üzerine

Kültürel Miras

Söyleşi: Gamze Karaoğlan

 

Fikret N. Üçcan

Kültür mirası ülkelerin siyasi sınırlarıyla sınırlı tutulamaz.  
 

zorbatv

Fikret Bey kitaplarınızı büyük bir ilgi ve heyecanla okuduğumu belirtmek isterim.  Yazarken amacınız bu muydu bilemiyorum ama her birinin okul kitaplıklarında yerini almasını, tarih anlatımına farklı kapılar açan, tarihi ve olay örgüsünü buluşturduğunuz kitaplarınızın özellikle gençler tarafından sıkça okunmasını içtenlikle diliyorum.  

Fikret Bey’le  alanında uzman olduğu kültürel miras ve tarihten ilham alarak yazdığı birçok ülkede yayınlanan romanları üzerine çok güzel  bir sohbet gerçekleştirdik.

Son kitabınız Milyon Taşı’nda 1884 yılına kadar sıfır meridyenin Milyon Taşı’nın bulunduğu İstanbul olarak kabul edildiğini, 1884’de ise Washington’da düzenlenen Uluslar Arası Meridyen Kongresinde’de bu durumun Greenwich olarak değiştiğini görüyoruz. Milyon Taşı üzerine İlber Ortaylı da “ merkez kavramının zaten izafî olduğunu ve İngilizlerin kurduğu düzenden dolayı İngiltere yıkılsa bile bu durumun artık değişmeyeceğini “dile  getirmişti. Sizin bu değişmezlik öngörüsü ile ilgili görüşünüz nedir? Kitabınızın çıkış noktası buna bir nevi karşı duruş olabilir mi? 

ZorbaTVDergi’nin bana bu fırsatı vermiş olmasından ötürü söze teşekkürle başlamak isterim. Kitaplarım hakkındaki övgülü ifadeleriniz beni ziyadesiyle duygulandırdı.

Yazmaktan asıl amaç şüphesiz bir yazarı, duygularını, düşüncelerini ve birikimlerini tanıdığı veya tanımadığı insanlarla paylaşmak hususunda, karşı konulmaz bir şekilde iten bir güç, bir saiktir. Yazarın amacı ve en samimi arzusu yazdıklarının mümkün olan en geniş okuyucu kitlesine ulaşmasıdır. Günümüzde sosyal medyanın kitabı arka plana attığı bir süreci yaşıyoruz, fakat kitabın, okumanın yeri apayrıdır. Kitap alma ve okuma alışkanlığını ısrarla devam ettiren okurlara büyük saygı ve sempati besliyorum.

Sorunuzdaki İngiltere’nin kurduğu düzenin değişmezliğine karşı duruş konusundaki görüşümü açıklamak için bazı temel bilgileri özetlemekte fayda görüyorum.

Roma (Bizans) döneminde 0 meridyenin geçtiği hat olarak kabul edilen Milyon Taşı’nı Osmanlı Devleti de yok etmeyip yerinde tutmuş, fakat, başlangıç noktasının Taş’ın yanı başındaki Ayasofya’nın kubbesinden geçtiğini kabul etmiştir.

Bu kabulde yadırganacak bir şey yoktur. Tarih boyunca aynı konuda farklı uygulamalar görülüyor: Antik Çağ coğrafyacısı Batlamyus (Ptoleme) Kanarya Adalarını baş meridyen kabul etmiştir. Ne var ki, okyanus içindeki adadan boylam farkını bulmak zor olduğundan birçok ülke kendi başkentinden geçen meridyene baş meridyen olarak bakmıştır. Örneğin, Almanya Berlin’i, İngiltere Londra yakınındaki Greenwich’i, Fransa Paris’i, Rusya Moskova’yı esas almıştır. Buna göre, Sn. Ortaylı’nın baş meridyen ya da dünyanın merkezi olma iddiasının izafiliği konusundaki görüşüne katılıyorum.

Atlantik Okyanusundaki gemi trafiğinin yoğunlaşması ve balıkçılık faaliyetlerinin artması dolayısıyla o ortamdaki denizcilerin İngiltere’deki Greenwich rasathanesini 0 boylam olarak kullanmayı tercih ettikleri görüşü yaygındır. İngiltere, emperyalist gelişmesinin doruk noktasında olduğu 19’uncu yüzyılın son çeyreğinde siyasi ve askeri gücünü kullanarak Greenwhich’i baş meridyen kabul ettirmeyi başarmıştır. Bu girişimi genel kabul gördüğüne ve bu uygulama yerleştiğine göre, bizim tek başımıza veya farz-ı muhal, etrafımıza toplayabileceğimiz bazı ülkelerle bu uygulamaya karşı çıkmamız ne mümkün ne de makul görülebilir. Nitekim Greenwhich rasathanesi İngiltere’de başka bir mekâna taşındığı halde hayali 0 boylamını gösteren, yere kazınıp işaretlenmiş bir hat, insanların gözüne sokulurcasına şimdi müze olan tepede durmaktadır.

İngiltere’nin tarihteki yerine ve dünya üzerinde oynadığı role karşı duruş diye bir tutum takınmam söz konusu olabilir mi? İngiliz İmparatorluğunun Birinci Dünya Savaşı sonundaki galibiyeti sonucunda, yenilen, yıkılan, başkenti İstanbul’u teslim eden ve Anadolu’nun büyük kısmının işgaline göz yuman bir Osmanlı Devleti vardır. Ben ancak o teslimiyeti tenkit eder, bugün için dersler çıkarmaya çalışabilirim.

Fakat zamanında karşı duruş gösteren ve İngiliz İmparatorluğuna karşı Türk halkının direnme gücünü örgütleyerek hem askeri hem diplomatik zaferlerle Anadolu’yu ve İstanbul’u işgalden kurtaran, Türkiye Cumhuriyetini kurarak bu devleti kısa zamanda milletlerarası camianın itibarlı bir üyesi haline getiren Gazi Mustafa Kemal Atatürk adında bir kahraman çıkmıştır.

zorbatv

Osmanlı bilim tarihinin göz ardı edildiğini düşünüyor musunuz? Tarih okul kitaplarında yazıldığı gibi sadece fetihler ve savaşlardan ibaret olarak mı anlatılmalı? Kitaplarınızdaki konuları seçerken bilim tarihçilerinin ve okuyucuların  nispeten keşfedilmemiş, hayli geniş ve zengin olan Osmanlı bilim tarihine dikkat  çekmek istemiş olabilir misiniz?

Osmanlı bilim tarihinin göz ardı edildiğini düşünmüyorum. Bunu düşünmeyen sadece ben değilim. Bakınız, bu konuda çok etraflı ve özgün bir çalışma yapan bilim tarihçisi ve siyasetçi A. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim kitabında, Batı’nın eriştiği bir önemli düstur (genel kural) olarak, “düşüncenin, vicdanın ve kalemin bağımsız olması ilmin ilerlemesi için elzemdir ve sosyal ilerlemeyi sağlayacak tek vasıta ilimdir,” diyor ve şu hükme varıyor:

“Türkiye göklerinde, ara sıra görülen hafif parıltılara rağmen, bu aydınlatıcı düsturun, yol gösteren bir yıldız gibi doğduğunu iddia etmek kabil değildir.”

Tarih nasıl anlatılmalı sorunuzu Osmanlı tarihçiliğinin geçtiği çeşitli dönemlere bakarak cevaplayabilirim:  Yavuz Sultan Selim ve ardından Kanuni Sultan Süleyman’ın dönemleri daha ziyade gazânâme türü eserlerin yazıldığı devirlerdir. 16'ncı yüzyıldan sonra askerî ve siyasi bozulmalara paralel olarak siyasetnameler, nasihatnameler, vekayinameler türü eserler yazılır. 18'inci yüzyıl başında Divan-ı Hümayun’a bağlı vekayinüvislik kuruluşuyla  resmî tarih yazıcılığı başlamıştır. 19'uncu ve 20'nci yüzyıllarda, Devlet-i Aliye’nin müesseselerini kapsayan sentezci tarihçiliğin güzel örnekleri verilmiştir. Batıdan tarih tercümeleri de yapılmış, biyografik ve ansiklopedik eserler yanında, ilk defa salnameler ve ilk tarih dergileri yayımlanmıştır.

Tarih’i sadece fetihler ve savaşlardan ibaret olarak anlatmak Tarih’ten ziyade, “Harp Tarihi”nin konusu olabilir. 1920’lerin sonlarında Strazburg’da filizlenen Annales Ekolü tarihçilerine göre, tarih insan faaliyetlerinin bütününü (sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, dini, zihinsel) kucaklamalıdır. Ülkemizde bu ekolün temsilcileri olarak Fuad Köprülü başta olmak üzere, Ömer Lütfi Barkan, Mustafa Akdağ ve Halil İnalcık gibi tarihçileri sayabiliriz.

Kitaplarımdaki konuları seçerken, “göz ardı edilmiş, hayli geniş ve zengin fakat keşfedilmemiş” bir Osmanlı bilim tarihi değil, Adnan Adıvar’ın da söylediği gibi, düşünce, vicdan ve kalemin ülkemizde bağımsızlığını bir türlü kazanamamış olması nedeniyle bilimin ve sosyal gelişmenin ilerleme zemini bulamamış olmasını anlatmaya çalıştım.

Bu konu içimi acıttığı için cevabımı biraz uzun bulabilirsiniz.

Osmanlı Devleti’nde bilim ve eğitim kurumu deyince medreseler bilinirdi. Osmanlı ülkesinde ne Orhan Bey zamanında İznik’te açılan ilk medresede ne de daha sonrakilerde müspet ilimler bakımından bir özellik aramak boşunadır.  Öğretim ve bilim dili Arapçaydı. Arap yazısıyla Türkçe yazmanın zorlukları dolayısıyla Arapça ve Farsçanın kimi kuralları ve birçok sözcükleri benimsenmişti. Kâtip Çelebi bellemek, ezberlemek zorunda kaldığı dersleri Mizânü’l-hakk’ta şöyle sayar: Fenn-i kitabet, hesab-ı siyakat, cami ve dershane dersleri, ulûm- âliye, i’rab-ı kîb, Tefsir, İhyâ-yı ulûm, Şerh-i Mevakıf, Dürer-i tarikat, Tefsir-i Beyzâvî, Ma’kulat -ı Menkulat, Mantık, Meanî ve Beyân, kütüb-i tevârih, Sadrü’ş-şer’iyye, Usul-i Hadis-i şerif, Şerh-i Adud, Eşkâl-i te’sis, Şerh-i Çağmanî, Aruz-ı Endülüsî, Düstûr-ı takvim….”

Arapça Geometri terimlerinin bizzat Atatürk tarafından Türkçeleştirilmesi sonucunda Türk halkı tarafından kavranmasının ne kadar kolaylaştığını hatırlatmak isterim.

Avrupa’da Büyük Yüzyıl olarak da adlandırılan 17’nci yüzyılda, önce fizik ve astronomi, sonra jeoloji, zooloji ve botanik yahut doğa araştırmaları şeklinde, evrenin oluşu, yerin yapısı ve dünyadaki yaşam gibi alanlarda müspet bilim, gözlem ve deney gibi yöntemler kullanarak söz sahibi olmaya başlamıştır. Bugün bilim adamı dediğimiz, o zamanlar doğa filozofları olarak anılan bilginler, Doğa’nın işleyişine ilişkin soruların cevaplarını, Orta Çağdaki gibi genellikle dinin dogmalarında ve Kutsal Kitaplarda aramaktan vazgeçiyorlar ve Doğa kanunlarını “varsayım-gözlem-deney-teori” şeklinde özetlenebilecek bilimsel metotlarla açıklamaya çalışıyorlardı.. Osmanlı Devleti Akıl Çağı olarak da 17’nci ve 18’inci yüzyıllarda bilim ve düşünce hayatındaki gelişmelerin maalesef dışında kalmıştır. 17’nci yüzyıldan itibaren, medreselerde aklî ve müspet ilimler itibardan düşmüş, dersler daha ziyade fıkıh alanı içine kapanmıştır. Burayı biraz açalım:

Fatih’in ilme ve felsefeye ilgi gösterdiğini, doğu ve batı bilginlerini sarayında toplamayı pek sevdiğini biliyoruz. Zamanında astronomi ve matematik alanlarında Ali Kuşçu, Sinan Paşa gibi bilginler itibar görmüş, Cerrahname adlı bir eserin yazarı önsözünde, Fatih Sultan Mehmet devrinde yükselmek ve padişahın gözüne girmek için ilmi eserler yazmak gerektiğini yazmıştı.

Fakat, Osmanlı medreselerinde tıp, fizik, coğrafya, astronomi 19’uncu yüzyıla değin okutulmamıştır. 16’ncı yüzyıl denizci ve coğrafyacılarından Kitâb-ı Bahriye yazarı ve haritacı Pirî Reis, Mir’atü’l-Memâlik ve Muhît yazarı Seydi Ali Reis, Tophane’de bir rasathane kuran Takiyüddin kendi çabalarıyla yetişmişlerdi. Takiyüddin’in Sultan III. Murad’dan on bin altın alarak kurduğu bu rasathanenin bağnazlık yüzünden, gene padişâhın emriyle denizden topa tutularak yok edilmesi “Milyon Taşı” kitabımın esin kaynağı olmuştur. İşte kanaatimce, Osmanlı İmparatorluğunun bilimle ilk ve son buluşması bu olmuştur. İstanbul Rasathanesinin yıkılmasının müspet ilimlere karşı Osmanlı İmparatorluğunda görülen ilk düşmanlık eseri olduğunu; ‘Türk biliminin katliamıdır,’ şeklinde yorumlara dahi yol açtığını söylemek isterim.

Keza, Avrupa’da yaşasa adına enstitüler kurulacak coğrafyacı ve haritacı Pirî Reis gibi eşi bulunmayan bir bilgin, askeri bir başarısızlık bahanesiyle 80 yaşından sonra boynu vurularak idam edilmiştir.

Medreselerde ilim nasıl ele alınıyordu, nasıl aktarılıyordu sorularının cevabına gelince, amacın sadece İslâmiyete âlim yetiştirmek olduğunu bilirsek eğitimin içeriğini de kolayca tahmin edebiliriz.

Önemli tarihçilerimizden Necdet Sakaoğlu’ya göre, medrese yaşamı tek düze ve dışa kapalıydı. Ezberci öğretim dayatıldığından talebeler hücrelerine kapanır; Arapça kitapları, soru cevapları ezberlerdi. Medrese öğretiminin temelinde Aristo mantığı ve tasnifinin üçlü ayağı, Mantık, Gramer Arapça adıyla sarf-nahiv ve Retorik ya da Meanî vardı. İmam Gazalî, felsefe ve hikmet alanlarını kapsayan Aklî ilimlere kapatmış, bu alanı yasaklamıştı. Aklî ilimlerden, geometri ve astronomi içerikli iki üç kitap şöyle böyle okutulurdu. Naklî ilimler denen mantık, tarih, hesap, hendese, dilbilgisi, sözlük, yazı, yazın, estetik, anlam, anlatım konları âdet yerini bulsun diye okutulup ezberletilirdi. Üst sınıflarda da Arapça Aruz ve Kafiye, Şiir, Hat, İnşâ (düzyazı) dersleri vardı. Asıl ana dersler, İslam ilahiyatı ve hukuku alanında Fıkıh, Akaid, Usûl-i Hadis, Tefsirdi.

Bilimlerin doğa ve hayatla ilgisini araştırıp düşünmek medreselerde yasaktı. Doğaya ve hayata dönük neden? Niçin? Nasıl? soruları, şeytan azdırması sayılırdı. Dolayısıyla günahtı. İlahiyat dışındaki bilgiler ilim değil, tefelsüfiyat ve teferruat yani boş şeyler sayılıyordu.

Tanzimat’la başlayan son 80 yıl kısa fakat köklü yeniliklerle doludur.

Bu dönemin en göze çarpan gelişmesi olarak Askeri Mektepler açılmasına neden olan bilim ve eğitimdeki girişimlerin temelinde, Osmanlı ordularının Avrupa orduları karşısında aldığı devamlı yenilgiler vardır. 18’inci yüzyıldan itibaren Avrupa’dan askeri uzmanlar getirtilmiştir. 1730’larda Türkiye’ye gelip Humbaracı Ahmet Paşa adıyla orduya hizmet veren Fransız Bonneval Kontu, Yasak Mushaf adlı romanımın kahramanlarından biridir. Aynı romanda bahsettiğim ilk Türk matbaasını kuran Macar asıllı İbrahim Müteferrika’nın bastıkları dahil, ondan sonraki yüzyıl zarfında basılan kitapların sayısı 150’yi geçmez. Matbaanın Türkiye’ye Avrupa’dan ancak 280 yıl sonra gelmesinin ve Avrupa’da aynı sürede milyonlarca kitap basılırken bizde bu kadar az olmasının sebebi, halkın kitaba, okumaya ihtiyaç duymayışı, medrese öğrencilerinin ise Arapça din kitapları dışındakilere ilgi göstermeyişidir.

Askeri ihtiyaçlara cevap vermek üzere 18’uncu yüzyıldan bu yana, ilk kez III. Mustafa devrinde (1757-1774) matematik ve astronomiye ilgi uyandığını görüyoruz. Yeniçeri ocağını lağveden II. Mahmut devrinde başlamak üzere, deniz ve kara teknik okulları, tıp okulları, Harbiye açılmış, bazı subaylar Paris’e resim öğrenimine gönderilmiştir.

Ayrıca, yabancı dil bilen aydınlar ve kamu görevlileri yetiştirmek amacıyla Mülkiye mektebi açılmış; Galatasaray lisesi Fransızca–Türkçe öğretim yapılan bir kurum olmuştur.

Üniversitelerin geçmişine bakarsak, medreselerden apayrı, Avrupa’daki üniversiteler örneğinde bir fenler-bilimler okulu, yani Dârü’l-Fünun, 1846’da gündeme geldi. Burada öngörülen ilk hedef devlet hizmetini iyi bir şekilde yürütecek memurlar yetiştirmekti. 3 Mart 1924 tarihinde yürürlüğe giren “Tevhid-i Tedrisât” kanunu ile medreseler lağvedilmiş; 1933 yılında, üniversite reformuyla Dârü’l-Fünun lağvedilip İstanbul Üniversitesi kurulmuştur.

Sonuç olarak, Avrupa’da, Reform ve Rönesans yenilikleri, bilimsel gelişmeyi ve eğitimi de etkilemişti. Matematik, fizik, biyoloji, tıp; felsefe, diyalektik, siyaset alanları metot ve sistemlere kavuştu. Osmanlı Bilim ve öğretim dünyası 19’uncu yüzyıla değin bu gelişmelere kapalı kalmıştır. 1839 Tanzimat döneminden sonra idarî usuller, kanunlar, hattâ âdetler de Batı’dan alınmaya başlayınca, geleneksel değerler sistemiyle ciddi çatışmalar ortaya çıkmış; 1839-1918 arasında medreselerde köklü bir yeniliğe gidilemediği için geleneksel düzenini de yeterince koruyamamıştır.

Teknoloji konusunda ise Batı’dan alınıp kullanılanlar dışında hiçbir yenilik, herhangi bir buluş yapıldığı söylenemez. Büyük tarihçi Prof. Halil İnalcık’tan bir alıntı yapıyorum:

“Kanunî zamanında vezirâzam olan Rüstem Paşa at üzerinde tüfek kullanan bir birlik meydana getirmişti. Kendi 500 kişilik süvari kuvvetini tüfekle silâhlandırdı. Fakat süvariler “Üstümüze yağ bulaşıyor” diye itiraz ettiler. Birlik dağıldı.

Osmanlı askerleri hâlâ okla, yayla savaşıyor, savaşa kaval tüfekle gidiyordu. Oysa Avrupa ordularında, çoktan beri, mermiyi çok daha uzak mesafeye ve zırhı delici bir kuvvetle atabilen yivli tüfekler kullanılıyordu. Ruslar bile yivli tüfeği bizden önce ordularında kullanmaya başlamıştı. Yivli tüfeği Osmanlılar, ganimet olarak savaşlarda öğrenmiştir. Yivli tüfek yapmak için metalurjide yani maden ilminde ileri olmak lazımdı. Biz bunu yapamazdık, çünkü bizde ilim ve teknoloji Avrupa’ya kıyasla çok geriydi.

Zayıf Osmanlı hükümdarların bu geri kalmışlığa çare bulacak, bu gidişe dur diyecek hali yoktu.”

Atatürk döneminde, kıt imkânlarla fakat Cumhuriyet’in sağladığı güvenle, heyecan ve azimle uçak ve gemi yapıp ihraç eden bir Türkiye’den sonra teknolojik inovasyon, buluş, özgün üretim ve ihracatta neredeyiz?

1981 yılında Atatürk’ün 100’üncü doğum günü münasebetiyle TBMM bahçesine dikilen bronz Atatürk anıtı, ülkemizdeki sanatsal dökümhanelerin yetersizliği gerekçesiyle Macaristan’da döktürülmüştür. Ondan 530 yıl önce de Fatih Sultan Mehmet’in fetih kuşatması sırasında İstanbul sur duvarlarını döven dev top Şahi’yi Macar döküm ustası Urban’a döktürdüğünü unutmayalım. Urban da Konstantin’in Yüzüğü romanımda yer alan kişilerden biridir.

zorbatvzorbatvzorbatvÜlkemizde yazmak adına size en çok ilham veren eseri öğrenebilir miyiz? Sizi yazmaya iten bu eserin kendisi mi yoksa tarihteki önemi mi olmuştur? 

Birkaç yıl önce vefat eden eski Fransız Cumhurbaşkanlarından Valéry Giscard d’Estaing, 1976 yılında yayımladığı “La Démocratie Française” kitabıyla yazım hayatına atılmıştı. 2010’da “Prenses ve Başkan” adlı bir roman yayınladı. Hatta bazı boşboğazlar romandaki prensesin o zamanın İngiliz veliahtı Prens Charles’ın eşi Prenses Diana, romandaki başkanın da kendisi olduğu ve ikilinin gizli bir aşk yaşadığı söylentilerini yaydılar. Giscard d’Estaing bu dedikoduları yalanlayıp romanın sadece kurgudan ibaret olduğunu açıkladı ve “Siyasetle ilgili yazdıklarımı yüz sene sonra kimse ne okur ne de beni hatırlar. Fakat iyi bir roman yazarsam yüz yıl sonra da adım hatırlanır,” dedi.

Bu sözler beni etkilemiştir. Kültür Mirasımız, Anadolu Medeniyetinin Hikâyesi gibi yazar ya da editör olarak sesli ve basılı kitaplar yayımladım. Bunları bazı sahaflardan başka yerde bulmak mümkün değil. Zaten okuyucusu da çok sınırlı. Oysa roman öyle değil. İyi bir romanın her zaman okuyucusu olur. Beğenilirse başka platformlara da aktarılabilir. Örneğin, bir Çalıkuşu, bir Aşk-ı Memnu, bir Yaprak Dökümü, bir Behzat Ç., bir 72. Koğuş, bir Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz ...

Ülkemizde beni etkileyen eser konusuna gelince, çocuk yaşta okuduğum Feridun Fazıl Tülbentçi’nin Osmanoğulları, daha sonra Turgut Reis ve Cem Sultan kitaplarını örnek verebilirim. Bu kitaplar bende tarih sevgisi uyandırmıştır. Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun, daha serüvenimsi Kızıltuğ, Savcı Bey, Kolsuz Kahraman, Fatih Feneri, Türk Korsanları kitapları da unutmadıklarımdandır.

Yaşar Kemal’in İnce Memed’i ile İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası da bir solukta okuyup bitirdiğim kitaplardandır.

Bu eserlerin hem kendileri hem tarihteki yerleri önem taşıyor. Osmanoğulları Osmanlı Devletinin kuruluşunun gayet sadıkane bir hikayesidir. Turgut Reis’in kabrini Trablus Büyükelçiliğindeki görevim sırasında ziyaret etmiş, bir konferans vesilesiyle gittiğim Malta’da, Turgut Reis’in bir top mermisiyle başından vurulup öldüğü St. Elmo Kalesi önlerindeki mevzileri tahmin ederek aramıştım. Cem Sultan ise kardeşi Bayezid gibi bir sofuya yenilip gurbet ellerde esaret zulmü altında yaşamasaydı belki de Osmanlı Devleti’nin tarihi daha farklı olabilirdi, diye düşünmüşümdür.

Son dönemde restorasyon ve koruma adına yapılan çalışmalardan beğendikleriniz, içlerinden sizi geleceğe dair umutlandıran projeler var mı? Mevcut koruma politikalarını göz önüne aldığınızda acil bir müdahalenin gerekli olduğunu düşündüğünüz bir kültürel mirasımızdan söz edebilir misiniz?

Son dönemde restorasyon ve koruma adına yapılan bazı başarılı çalışmalar var. Bir kısmı benim bizzat gördüklerim diğerleri de uzman arkadaşlarımdan dinlediğime ya da medyadan gördüklerime göre son zamanlarda beni geleceğe dair umutlandıran bazı projelerden söz etmek isterim.

Umutlandığım projelerin başında üzerleri çatı ile örtülen eserler var. Efes’teki Yamaç Evlerin, Göbeklitepe’deki heykellerin, İncil’de sözü geçen 7 kiliseden Laodikeia’daki Kilisenin, Çatalhöyük’teki dünyanın ilk yerleşimi olarak bilinen evlerin üzerindeki koruyucu çatılar tarihi eserlerin gelecek nesillere intikal etmesinde önemli bir etken olmaktadır. Bir başka koruyucu uygulama, UNESCO’nun da istediği şekilde Sit Yönetim Planı hazırlanarak halkın gezmesi için ahşaptan ya da başka sağlam materyallerden yürüme yolları yapılarak eserlerin zarar görmesini önlemektir.

Kazı alanlarında, sütunları ayağa kaldırma vs. gibi küçük çaplı faydalı restorasyonlar yapıldığını duyuyoruz. Daha büyük ölçeklerde, son zamanlarda yapılan güzel işler arasında Patara’daki Deniz Feneri’ni, gene Patara’da, TBMM’nin desteğiyle ayağa kaldırılan Bouleterion (Meclis) ve Odeon binasını, Laodikeia’daki Tapınağı sayabilirim. Kibyra’daki sütunlu yol ile Afrodisias’taki Kutsal Alan da (Sebasteion) başarılı uygulamalardandır.

Beğendiğim restorasyonlar arasında, ayağa kaldırılan ve eski çağlardaki gibi suları gürül gürül akan Sagalassos’taki ve Kibyra’daki muhteşem çeşmeleri saymak isterim.

Acil bir müdahale gerekir mi bilemiyorum, fakat beni rahatsız eden iki uygulamadan bahsetmek isterim. Birincisi, Bodrum’daki uluslararası ödül almış Sualtı Arkeolojisi Müzesi’nin, her ne akla hizmetse ve çok büyük paralar harcanarak bozulup kişiliği tamamen kaybettirilmiş bir şekilde yeniden inşa edilmesidir.

İkincisi de bir müzeden: 2023 Ekim ayında gezdiğimiz Efes’te, ören yerinin içinde inşa edilmiş bir binada Efes Deneyim Müzesi adıyla faaliyete geçirilen dijital bir gösteri merkezini ziyaret ettik. Koreli bir firma tarafından işletildiğini anladığım bu Müzenin tanıtım reklamına göre, “Teknoloji ve kültür meraklıları, kentin 8000 yıl öncesine varan serüvenine katılmak üzere” Euro üzerinden hesaplanmış bir bedel ödeyerek beklenmektedir. Benim rahatsızlık duyduğum husus bu müzenin açılması değil (Disneyland’da benzerlerini görmüştüm) arkeolojik bir sitin tam üzerinde inşa edilmiş olmasıdır. Siz siz olun; arkeolojik alanlarda boş bulunup yere bir kazık çakmayın. 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununa göre Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanabilirsiniz.

Romalı yazar Büyük Plinius Doğa Tarihi( Naturalis Historia) adlı kitabında, İmparator Tiberius’un özel bir heykel olan Apoxyomenos’a hayranlık duyduğu için şehir meydanından kendi evine taşıttırdığını ancak Roma halkının buna karşı ayaklanarak bir önceki konumuna getirilmesi için imparatora baskı yaptığını yazar. Günümüzde benzer bir durumun yaşanması sizce benzer tepkilerin doğmasını sağlar mıydı? Zamanda ilerlemek kültürel mirasa sahip çıkmak adına da bir ilerleme sağlamış mıdır?

Anlattığınız olayla ilgili olarak halkın nasıl davranacağını tahmin etmek bir spekülasyondan öteye gitmez. Fakat biz bunu yaparken geçmişteki bazı yaşanmışlıklara bakarak işimizi kolaylaştırabiliriz.

Bu noktada önce Türk halkının davranış biçimleri hakkında tahmin yürütelim: Göz önündeki eserlerle müzelerdeki eski eserleri ayrı ayrı değerlendirebiliriz. Göz önündekiler, yani heykeller, kitabeler, mermer vs. eşyalar, freskler gibi eserler, kişiler tarafından el konulmadığı takdirde bir kamu kurumu ya da kamu kurumunun başındaki zat tarafından talep olunup resmi binaya taşınması ülkemizde çok olağan bir uygulamadır ve kimse rahatsızlık duymaz. Örneğin bir meydandaki havuza su akıtan bir peri heykelini yerinden söküp Belediye Başkanlığının ya da bir Bakanlığın bahçesindeki havuza taşıtsalar kanımca halkın kılı kıpırdamaz. “Demek ki burada olması uygun görülmüş,” deyip geçerler. Fakat aynı kurumun yetkilisi eseri özel konutuna taşıtırsa dedikodusu çıkar ve muhalif basında tenkit konusu edilir. Kişi iktidara yakın değilse soruşturma konusu bile olabilir.

Olmayacak bir ihtimal, ama diyelim ki, bazı kimseler rahatsızlık duyup halkın bu uygulamaya karşı direnmesi gerektiğini söyleseler ülkede ciddi bir güvenlik hatta beka sorunu olduğu gerekçesiyle zabıta kuvvetleri harekete geçirilir; direnişçiler muhtemelen terörist olmakla suçlanacağı için Devlet tüm gücüyle “asayişi berkemal” kılmaya çalışırdı. Halkımız akıllıdır, “bir mermer ya da çanak çömlek parçası veya birkaç kamyon dolusu ince beyaz kum” için başını belâya sokmaya kalkışmaz.

Aynı konu Fransa’da olsa ne olurdu? Belki de o zaman İmparator Tiberius’un başına gelen olurdu. Orada, 1789 Fransız İhtilâlinden beri alışkanlık haline gelmiş sokak hareketleri 1830, 1848 devrimlerinden, 1871 Paris Komünü’ne, toplumda geleneksel kuralların reddedilmesi ve otoritenin sorgulanmasına yol açan 1968 öğrenci-işçi hareketinden, günümüzde 2018 sonundaki hayat pahalılığı ve aşırı yakıt fiyatı artışlarına karşı harekete geçen Sarı Yeleklilere, 2023’teki emeklilik reformu protestolarına kadar gelmiştir. Bu protesto hareketlerinde kaldırım taşları sökülüp yüksek duvarlar, barikatlar inşa etmek Fransa’nın günlük hayatının parçası halini almıştır. Ancak, protestolar normal gösteri sınırlarını aşıp sokaklar yakılıp yıkılınca, mağazalar, ticarethaneler, otobüs ve otomobiller ateşe verilince polis harekete geçmektedir. Sokak, neyi protesto edeceğini kendi kararlaştırmaktadır.

”Kültürel miras” dediğimizde aklımıza genellikle tek bir toplum ve bunlar arasındaki ilişkiler gelir. Ancak yaşadığımız toprakları  düşündüğümüzde Karahan Tepe’den şu anda yaşadığımız 21.yy a kadar topraklarımız üzerinde binlerce renk ve kültürün olduğunun bilincindeyiz. 

Sizce kültürel miras sadece yaşadığınız topluma karşı bir sorumluluk mudur yoksa Paris’teki Louvre Müzesi’nde sergilenen Mona Lisa da bizim kültürel mirasımıza mı aittir? Sınırlar kültürel miras için ne kadar doğrudur? 

Kültür mirası ülkelerin siyasi sınırlarıyla sınırlı tutulabilir mi? Bunun cevabını UNESCO çoktan vermiştir. 1972 Dünya Kültürel ve Doğal Mirasın Korunması Sözleşmesinin Dibaçesinde, kültürel ve doğal varlıklar hangi halka (siz toplum demişsiniz) ait olursa olsun bunların korunmasının dünyanın bütün halkları için önemi vurgulanmıştır. Şu halde kültür mirasımıza dahil olan eserlerin gittikçe artan bir şekilde yok olma tehdidi altında bulunduklarını bilerek, onları koruyarak bu tehditleri uzaklaştırırken sadece kendimiz için değil tüm insanlığın dünya mirasının bir parçası olarak korumak zorunda olduğumuzun bilinciyle davranmamız gerekiyor.

Taşınabilir kültürel varlıklara gelince işler biraz karışıyor. Bu tür kültür varlıklarında bir aidiyet konusu vardır ve yurtdışına kaçırılan varlıklar için bazen diplomatik yoldan, çoğunlukla da hukuki yoldan iadeleri istenebilmektedir.

Yurt dışına götürülen eserlerle ilgili olarak bazı çarpıcı görüşler de var. Özellikle ülkemizde dile getirilen, fakat azınlıkta kalan görüşlerde, elimizdeki eserlere iyi bakmadığımız, tahrip edilmelerine göz yumduğumuz, oysa bu varlıkların yabancı toplumların elinde daha iyi bakılıp müzelerinde daha güzel teşhir edildiği vbg. hususlar vurgulanıyor. Halkımızın tahripkâr olduğunu düşünmüyorum. Köylümüz genellikle eski yapı kalıntılarını yok etmeyip devşirme malzeme olarak kullanmıştır. Kent halkında ise ilgisizlik, kayıtsızlık olarak ifade edebileceğimiz geleneksel davranışlar yaygındır. Mahalle aralarındaki ya da meydanlardaki tarihi çeşmelere bakın; olağan eskime ve bozulmalar tahrip boyutlarına varınca, her şeye rağmen alarma geçen bir kamuoyumuz mevcuttur.

Ülkemizin neresini kazsak bu topraklarda yaşamış ve medeniyet kurmuş eski insanların yarattığı eserler bulunuyor. Muhtemelen toprak altındaki eserler daha yüzlerce sene kazılsa bitip tükenmeyecek kadar çoktur. Bu eserlere uluslararası camiada talep yüksek olduğundan, arsasında, tarlasında eser bulan vatandaşlarımız bunları üç beş kuruşa aracılara satmakta, eser uluslararası piyasaya çıkınca değeri milyonlara varan dolarlarla ölçülmektedir. Bu yüzden ülkemizden kaçırılan kültür mirasının takibi çok zordur. Ancak müzayedelere düşen ve kaynağının meşruluğu kanıtlanamayan eserlerin peşine düşüyoruz ve geri getirmek için ciddi ve çok pahalı hukuk mücadeleleri veriyoruz. Örneğin, Schliemann 1873’te Troya’da bulduğu bir hazineyi Atina’ya kaçırmış, satmayı başaramayınca Berlin Ulusal Müzesine bağışlamış. Anlaşıldığına göre Sovyetler 2. Dünya Savaşı sonunda Berlin’i yağmalayıp Troya hazinesini Rusya’ya götürmüşler. Hazine 1998 yılında Moskova’da Puşkin Müzesinde ortaya çıktı. Ruslar hazineyi bizden almadıkları için bize iade etmeyeceklerini söylüyorlar; Almanya’ya da vermiyorlar. Kısaca, Troya Hazinesi bizim, fakat paylaşamayanlar Almanlarla Ruslar.

Milo Venüs’ü de aynı durumda. 1820’de bulunmuş. Bulan köylü Fransızlara satmış. Onlar da bu nadide parçayı Louvre Müzesine yerleştirmişler. 1820’de Milo Osmanlı Devleti’ne ait. Şu halde Milo Venüsü’nün sahibi biziz. Fakat bu mülkiyetin bilincinde olmadığı bir dönemde Osmanlı Devleti bu eserlerin götürülmesine nasıl karşı çıkacaktı ki? Henüz arkeolojik kazılarla ilgili derme çatma 1869 Nizamnamesi bile ortada yok. Çalıntı denen eserlerle ilgili olarak Batılı müzeler eski Türkçe yazılı bazı belgeler hatta Padişah fermanları ibraz ediyorlar.

17 Mart 2001’de Almanya’nın Stuttgart kentinde düzenlenen Troya Sergisinin açılışında o zamanın Cumhurbaşkanı Sn. Sezer’in heyetinde Kültür Bakanlığını temsilen bulunuyordum. Almanya Cumhurbaşkanı Johannes Rau’yla yenen öğle yemeğinde Sn. Sezer, Almanya’nın uzun zaman önce Türkiye’den tamir ve restore etme bahanesiyle aldığı birtakım eski eserlerin iadesini istediğimizi söyledi. Ağzından sigarası hiç düşmeyen Rau, “Müzelerimiz kendilerine ait olduğundan emin bulundukları eşyaları asla iade etmezler,” cevabını verdi.

13 Temmuz 2002 tarihinde Berlin’de “Bin Tanrılı Halk: Hititler” sergisinin açılışını yaptım. Berlin’deki bir yerel Türk televizyon kanalında yaptığımız röportajda, “Türkiye’den izinle çıkarılmış olduğu da iddia edilse, Türkiye dışına götürülen tüm eserlerin Türk kültür mirasına dahil olduğunu, ne zaman olur bilemiyorum ama, bir gün mutlaka hepsinin anavatanına döneceğinden emin olduğumu; ben görmesem bile benden sonraki nesillerin bu kültür mirasına sahip çıkmaya devam edeceklerini” söyledim. Bu sözlerim Almanların dikkatinden kaçmamış ki, Die Welt gazetesinin 22 Temmuz tarihli nüshasında aynen yayınlandı.

“Kültür kriz yaşıyor” cümlesini istemeyerek de olsa geçen 6 Şubat depremleri sonucunda yaşadığımız büyük yıkım sonrası kurmak kaçınılmaz oldu. Sizce bu yıkım Antakya başta olmak üzere depremden etkilenen yerlerde yanlış yapılaşmanın üstünü örttüğü toprak altındaki tarihin yeniden ortaya çıkarılması adına bir fırsata dönüştürülebilir mi?

Mevcut hasarın olduğu yerlerde UNESCO ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) nın yardımlarından başka büyük somut adımlar atıldığını düşünüyor musunuz? Bu konunun uzmanı olarak verebileceğiniz tavsiyeleri merak ediyoruz. 

Depremden etkilenen yerlerde yanlış yapılaşmayla toprak altında kalmış tarih yeniden ortaya çıkarılabilir mi sorusunun cevabını yeni yapılacak inşaatların projelerini hazırlayan ve yer seçimi yapan ilgili ve yetkili zevattan almak gerekir. Yıkıntılar altında antik kentler var mıydı? Bu tarihin yeniden ortaya çıkarılmasının maliyeti, ülkemizdeki yüksek sayıdaki can kayıpları dikkate alınırsa çok ağır olmaktadır. Örneğin Tarsus’ta bu duruma şahit olmuştum. Kentin belli bir bölümünde bulunan Roma yolu, çevredeki binaların altında kayboluyordu. O yolun devamının araştırılması mümkün değildi.

UNESCO bir fon olmadığı için mali destek sağlaması mümkün görülmüyor. UNDP yani Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nı ise gelişme yolundaki ülkelere proje yardımı yapan kısıtlı bütçeli bir program olarak biliyorum. Halen aktif görevde bulunmadığım için hangi somut adımların atıldığı hakkında bilgi sahibi değilim.

Sizin gibi geçmişi büyük çalışmalarla geçmiş, önemli görevlerde bulunmuş birinin kütüphanesinin de çok geniş ve renkli olduğunu düşünüyorum. Bu kütüphanenin sizin için en değerli kitabını nedir öğrenebilir miyiz? 

Kütüphanem arayarak, isteyerek aldığım ya da kıymet verdiğim konuları bilen dostlarımın hediye ettiği kitaplardan oluşmaktadır. Onlar benim çocuklarım gibidir. Birini öbürüne tercih etmek düşüncesi bana yabancı geliyor. Belki soru şöyle olabilirdi: Issız bir adaya gidersen hangi kitabı yanına almak isterdin? Diye sorarsanız cevap vermekte zorlanırım. Mutlaka bir kitap adı vermem gerekirse Will Durant’ın kültür, sanat, felsefe, din konularında “İnsan’ın Tarihi”ni anlatan 11 Ciltlik (toplam 30 kitap) Story of Civilization adlı eserini yanıma alıp götürmeyi düşünebilirim.

 

Dr. Fikret Nesip Üçcan

Ankara Üniversitesi-Siyasal Bilgiler Fakültesi-Diplomasi ve Dış Münasebetler Şubesinden 1964 yılında mezun oldu. Gazi Üniversitesi’nden Kamu Yönetimi dalında Yüksek Lisans (1992) ve Doktora (2007) diploması aldı.

1964 yılında girdiği Dışişleri Bakanlığı’nda 1968-1998 yılları arasında, yurt dışında Viyana, Amman, Trablus, Kuveyt Büyükelçiliklerinde, Londra ve Strazburg Başkonsolosluklarında görev yaptı.

Diplomatik kariyerin yanı sıra Devlet Planlama Teşkilatı Sosyal Planlama Başkanı (1988-1992), Kültür Bakanlığı Müsteşarı (1998-2002) ve Başbakanlık Müsteşarı (2002-2003) görevlerinde bulundu.

Emekli olduktan sonra, Bilkent Üniversitesinde İngilizce “Medeniyet Tarihi” dersleri verdi.

Yurt dışında, Birleşmiş Milletler Nüfus Komisyonu Başkan Yardımcısı, Avrupa Görsel-İşitsel Eureka Başkanı, Avrupa Küçük İşletmeler Birliği (European Small Business Alliance) Yönetim Kurulu Üyesi ve Avrupa Tarihi Kentler ve Bölgeler Birliği (Heritage Europe) Yönetim Kurulu Üyesi gibi görevlerde bulunmuştur. 

Halen, Tarihi Kentler Birliği Danışma Kurulu Üyesi, Türkiye Bilişim Vakfı ve Türkiye Bilişim Derneği üyesi, TOSYÖV (Türkiye Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeler, Serbest Meslek Mensupları ve Yöneticiler Vakfı) Mütevelli Heyeti Üyesi, Pierre Loti Dostları Derneği Yönetim Kurulu Başkanıdır.

Önce İnsan”, “Kültür Mirasımız,” “Anadolu’da Medeniyetin Hikâyesi” (Kitap ve ayrıca Sesli Kitap) adlı kültür kitapları;

Konstantin’in Yüzüğü” ve “Yasak Mushaf” adlı romanları;

Gelecek İçin Yönetim”(Peter Drucker’dan), “Yirmi Birinci Yüzyıla Hazırlanırken,” (Paul Kennedy’den) (Türkiye İş Bankası yayını) ve “Kaos” (James Gleick’dan) (TÜBİTAK yayını) adlı çevirileri yayımlanmıştır.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.