Söyleşi: Gamze Karaoğlan
Prof.Dr. Fahri Işık
“… Düşünceyi ve Bilgiyi sanki “Susarak Öldürme” çabası Var.
Aristoteles ‘şiir tarihin öğrettiklerinin damıtılmış özüdür’ der. ‘Uygarlık Anadolu’dan Doğdu’ büyük tabuları yıkıp, aslolanı tüm dünyanın yüzüne vurup ortaya çıkarırken sizce Anadolu’nun edebiyat ve sanatı bu gerçekliğin neresinde?
“Anadolu’nun edebiyat ve sanatı Anadolu gerçeğinin neresinde” sorusu günümüz içinse; Halikarnas Balıkçısı ve Sabahattin Eyüboğlu gibi yazın kesiminden öncüler ve onların takipçisi aydın kesimin bir bölümü dışında, yani suskunlarla birlikte çoğunluk -aslında Perikles’in Altın Çağı’nda bile Atina’da olmayan- “hümanist düşüncenin” büyüsüyle Ege’nin batı yakasında dünyayla birlikte saf tutmayı sürdürürler. Onlar her “Philhellenist” gibi tek bir halk olan “Hellenler” adına hiç “ulusalcılık” yapmazlar (!); fakat 10 bin yılın değişik soydan binbir Anadolu halkı adına böyle düşünenlere “Anadolucu” yaftasını takmayı kendilerine hak görürler. Dahası; Neolitik, Kalkolitik, Tunç Çağ’da “Anadolu gerçeğini” öne çıkaranlar “Anadolucu” olmaz; söz konusu “Hellen” ise olunur. “Hellen değildir” dediğim İon halkının, bugün de “Yunan değildir” dediğim Rumların ataları olduğunun farkında bile değillerdir. Bir arkeolog olarak beni okusalar ya da dinleseler, biliyorum ki o tanımın özünde bir “ulusalcılığın” değil bilimsel gerçekliğin olduğunu göreceklerdir.
Bilim dünyasından bir Metin Sözen, Emre Kongar, Mesut Parlak, Yavuz Demir, Dücane Cündüoğlu, Sinan Genim ya da rahmetle andığım bir Oktay Ekinci ve Ahmet Say örnekliğinde beni dinleseler ve okusalar onlar da Atina’dan kökten farklı olan, çünkü Luvi olan Milet Okulu etrafında kenetleneceklerdir. Yoğun ilgi gördüğüm tıp dünyasından Mahmut Gazi Yaşargil gibi, askerlerden -Ege’de “Mavi Vatan’ın” izini süren- bir özlediğim Amiral Özden Örnek ve Cem Gürdeniz, iş dünyasından bir Ersin Özince ve Adnan Bali, bir bakan Atila Koç örnekliğinde eleştirel gözle beni sorgulasalar gerçeği göreceklerdir. Yolumuz Kaş Kaymakamı olarak Patara’da kesişen valiler Halil İbrahim Akpınar ve Nurullah Çakır ile Orhan Düzgün de “Anadolucular” dan olmuş, bulundukları her ilde beni halkla buluşturmuşlardır. İlginçtir ki ismi “Anadolucular” ile birlikte anılan Azra Erhat’ın eskiçağ bilimleri üzerinde uzmanlaşmış bir akademisyen olduğu ya da Efes Müzesi’nin kurucusu Musa Baran’ın bir arkeolog olduğu bile unutulur; onların bilimsel gerçeklere dayalı düşünceleri sanki “yok” hükmünde, itibarsızlaştırılır. Atina’nın propaganda amaçlı “mythosları” temelinde 200 yıl boyu pekişen “Ön yargıları parçalamak atomu parçalamaktan zor” da olsa; bilimde bağımsız düşünceyi esas alan ve insanı “her şeyin ölçüsü” olarak merkeze koyan Milet Okulu’nun izinde buna dair her şeyi sorgulayarak doğruya mutlaka varılacaktır.
Hatay tarihte birçok deprem felaketi görmüş ama yeniden ve yeniden ayağa kalkmış kadim bir şehir. Yaşadığımız bu son felaketin yaralarını sararken Hatay’ın Antakya’nın altında saklı Roma Şehri’nin 60 bin metrekaresinin tarandığını alt tabakanın tamamen mozaik ve antik kalıntı kaplı olduğunun belirlendiği açıklandı. Sizce bu kadim şehir ayağa kaldırılırken kültürel mirasımız bakımından bu süreç nasıl yönetilmeli? Bu konuda çok mühim olabilecek tavsiyelerinizi merak ediyoruz.
Roma döneminde dünyanın dört en büyük kentinden biri olan Antiokheia’mızın yaşadığı deprem felaketini örneğin bir Roma yaşasaydı, Unesco üzerinden tüm eskiçağ bilimi dünyası ayağa kaldırılır ve kentin eskil dokusu ve tarihsel geçmişi olanca görkemiyle gün yüzüne çıkarılırdı. Ve de ardından Antiokheia’yı ziyaret, insanlar için çok özel, ayrıcalıklı bir hal alırdı. Zaten kentin Amik Ovası üzerinde duramayacağı, yeni yerleşimi sağlam bir zemine oturtma gereği de anlaşılmıştır.
Bugünkü Batı Uygarlığını Anadolu’nun Batı’sında İyonyada yaratan halkların Yunan Değil Anadolulu olmasının kanıtlarından birinin Mısır’da ortaya çıkmasının önemi nedir?
Mısır ölüler kenti bölgesindeki Kom el-Hetan’da 2005 kazı mevsiminde Firavun 3. Amenophis’in (1403-1364) tapınak mezarında gün yüzüne çıkan yazıt; MÖ 12. yüzyıl başlarında Dor Hellenleri’nin acımasız istilası ardından iyi bir yaşam umuduyla Anadolu’ya gelen Helen halkları arasında “Atinalı İon’ların” bulunmuş olamayacağını belgeler. Anadolu’yu Yunanlaştırma amaçlı bu yaygın görüşün, göçlerden 700 yıl sonra Atina propagandasına dayalı mythoslardan kaynaklandığının kesin delili önemindedir. Göçün Batı Anadolu’yu ele geçirerek bir Hellen yurdu, “Doğu Yunanistan”, yapma amaçlı bir savaşla ilgisi olamayacağının; yalnızca -günümüz Suriyesi örnekliğinde- savaşla her şeylerini yitiren perişan Akha Hellenleri halkının bir sığınma göçü olabileceğinin de somut kanıtıdır.
Kom el-Hetan’da yarım yüzyılı aşkın zamandır günyüzüne çıkarılan birbirinin benzeri resimlerle bezeli blokların her birinde aynı kültür coğrafyasından halkların betimlenmiş olması kuraldandır. Örneğin birinde Hitit, Asia ve Arzava vardır. Bu önemlidir; çünkü bu blokta da solda Luviya, sağda Madunassa olunca, ortadaki Büyük İonia ülkesi de yalnızca Anadolu’da aranabilir.
Mısır yazıtı, göçlerden en az 200 yıl önce Anadolu’da bir “Büyük İonya”nın zaten var olduğunu, karşılaştırmalı arkeolojiyle vardığım sonuca göre de bunların Luvi halklarından yerliler olduğunu belgeler. Yani benim 30 yılı aşkın süreçte köken bilim arkeoloji ile ortaya koyduklarımı belgeler. Bu yazılı gerçekle yüzyüze gelen Batılı eskiçağ bilimcilerinin nasıl bir telaş içinde oldukları; bunu yadsımanın tek çaresi olarak, yeri-yurdu Hitit metinlerinden bilinen Anadolu’nun kadim Luvi Ülkesi’ni -sözde Atinalı İonların yaşadığı- Hellas’ın Attikası’na taşımalarından bellidir. Bu konuya değinen 2011 tarihli “Karakuyu” ile bu konuya ayrılan 2016 tarihli “Anadolu Karşıtı Refleks” ana başlıklı -Türkçe’ye de çevirdiğim- Almanca makalelerime henüz bir yanıt verilebilmiş değildir.
Yunanlar M.Ö 2yy da Balkan Yarımadası’nın güneyine göç ettiklerinde, Troia neredeyse bin yıldan beri varlığını sürdürüyordu. Buraya yeni gelenlerin Yunanlılar olduğunu Avrupa’nın kabul etmesi nasıl gerçekleşti ? Troria Düş ve Gerçek sergisi bunun gerçekleşmesi anlamında ne sağladı? Benzer bir sergiyi Anadolu’nun antik kentleri için yapmak nasıl bir fayda sağlar öncelikli olarak Pergamon özelinde bunu değerlendiremez miyiz ?
Ege’de ilk Hellen boyu olan Akhaların Hellas’a inmeleri MÖ 2000 yıl dolaylarında gerçekleşmiş olmalı. Balkanların kuzeyinden kendi kültür ve sanatlarıyla gelmedikleri için, bu tarih tam bilinemiyor. Troia ise, 4. binyıla dair yerleşim izleri olsa da, Troia I olarak MÖ 3000 dolaylarında vardır. Yani henüz Hellen kimliğinin Ege’de bilinmediği bir zamanda. Bu belirsizliğe karşın Hellenlerin Troia’ya kültürel sahiplikleri Troia VI ile MÖ 1700 dolaylarında özellikle “Minyas Grisi” denilen sözde “Hellas kökenli” tek renkli çömlek türüyle başlatılır. Troia VIIa yerleşiminin sonuna, MÖ 1200 dolaylarına, uzanan bu dönem, kazıcısı Manfred Kaufmann’ın tanımıyla Troia’da “Yüksek Kültür Evresi”nin yaşandığı en parlak dönemdir. Özellikle 15. yy ortalarında Girit’i de topraklarına katan ve onlardan devraldığı deniz imparatorluğu gücüyle Doğu Akdeniz ve Ege ticaretinin de hakimi olarak Anadolu’nun bütün liman kentlerinde görülen renkli Myken çömlekleri de sanki Akha Hellenleri’nin Troia’nın sahibi gibi yorumlanmasına delil gösterilmiştir. Korfmann kazılarıyla bilinmiştir ki tek renkli çömlek, sözde “Minyas Grisi”, yerlidir, adı “Anadolu Grisi” olarak değişmelidir; çok renkli malların ise “ticaretle geldiği” ve “sevildikleri için yerelde taklit edildikleri” anlaşılmıştır. Yani 1870-1990 arası “Yunan” olan Troia Yüksek Kültürü, önyargısız bilimsel değerlendirmelerin ardından, 120 yıl sonra, “Anadolu” olarak değişmiştir. Ve de 2000/2001 yıllarında Almanya’nın üç kentinde büyük ilgiyle izlenen, benim de gezdiğim, “Troia. Düş ve Gerçek” Sergisi’ne, halk Troia “Yunan’dır” önyargısıyla girmiş, “Anadoluluymuş” inancıyla çıkmıştır. Bu nedenle Manfred Kormann’a nasıl bir kıskaç altında ne acılar çektirildiğini iyi bilenlerdenim.
Pergamon/Bergama özelinde, Anadolu’yu iyi bilen ve 10 bin yılını “büyük resimle” iyi okuyan Korfmann anlayışıyla, tarafsız bir sergi düzenleneceği kanısında değilim. Çünkü sanatı Anadolu yaratısı olan ve Makedon soylu krallar tarafından yönetilen bir güçlü Pergamon’un “Hellen olmaması” öncelikle bu krallığın Anadolu’da egemen olduğu dönemi de içine alan, Alman icadı “Hellenistik” tanımını sorgulatır. Ve tanıdığım Alman kazıcıları buna yanaşmaz, tartışmaya bile açılsın istemez. Çünkü tartışılsa ve sorulsa ki Pergamon’u uygarlıkta doruğa taşıyanlar kimlerdi diye, ölünce tanrılaşan kralları kimlermiş diye, “Hellen olmayanlardır” yanıtı bellidir. Yönetenler “kültürde Hellenleşen Makedon krallardır” denecek olsa; ilk akla gelen yanıtı, “kültürde Batılılaşan Mustafa Kemal niye bir Avrupalı değil de Atatürk oldu” olur ki, karşılığında ancak susulur. Adı “Hellenistik” olan zamanda kültür ve sanatın yaratıcaları da Anadolulu değil miydi? diye sorsan; “öyle ama, Atina Klasiği’nin devamıdır o” diye savunulacaktır. Buna, “peki, Anadolu’da Ion Altın Çağı yaşanmasaydı, ardılı Atina Klasiği olabilir miydi” biçiminde akılcı bir soruyla karşılık versen, bu kez cevapları “Ionlar da zaten Hellen’di” olur. “Hellenler gelmeden 200 yıl önce Anadolu’da bir Büyük İonia olduğu Mısır yazıtıyla kanıtlanmıştır” gerçeğini yüzlerine vursan; sanmıyorum ki bu bile “önyargılarını parçalamaya” yetsin. Bir Kültür Bakanlığı yayını olarak Türkçe’nin yanında mutlaka İngilizce baskısı da olsun ki geniş çevrede bilinsin, tartışılsın istediğim ve baskıya gönderdiğim “Mezarlar Işığında Eski Anadolu’da Tanrılaşma” kitabında Bergama’nın sanatta Anadoluluğuna ve yönetimde Makedonluğuna geniş yer verilmiştir.
Aslında Joachim Latacz’ın deyişiyle “Avrupa’nın Ana Kenti Milet” sergisi çok daha etkili olur da, orada da Bergama’daki gibi 100 yılı aşkın bir Alman kazı tarihi vardır ki mümkünü yok bu başlığı koyduramazsın. Babaları Luvice adlar taşıyan Sokrates’in öncüleri Thales’i de Bias’ı da hala Yunan gören bir dogmalaşmış zihniyeti zaten kıramazsın. Baba Attalos Makedon adı taşıyor diye Bergama Krallığı’nın kurucusu Philetairos ve hanedanlaşan Attalidler doğrusuyla “Makedon” olur da; babaları Heksamyes ve Teutames olarak Luvice yerli adlar taşısalar da oğullarını mümkünü yok Karialı yapmaya ikna edemezsin. Halkı, Homeros’a ve Herodot’a göre Luvice’ye akraba “Karca” konuşsa da, adı Luvice Millavanda’dan gelse de, Miletos’u, “salt yazısı Hellencedir” gerekçesiyle, Anadolu yerlisi yapamazsın.
Düşünebiliyor musun kızım; özellikle akademisyen arkeologları -bazen çok kez- konferanslara davet eden, bu kazıların da bağlı olduğu İstanbul Alman Arkeoloji Enstitüsü’ne; bana yıllar sonra önerdikleri bir “Patara” konferansı üzerine, “oranın kazı başkanı Havva İşkan’dır, ben gelip İonia’yı anlatayım” dedim de kendi dillerinde, bir ikinci telefon gelmedi. Beklemiyordum da; çünkü “İonia’nın Anadoluluğu” üzerine yazdığım iki makalem, bilim yaşamımda ilk kez bu enstitünün dergisinde ilginç gerekçelerle “basılmaya layık” görülmemişti; fakat ikisi de hiç tereddütsüz o ölçüde önemli olan başka süreli yayınlarda hiç değiştirilmeden -onlardan da önce- Almanya’da basılma olanağı bulmuştu. Hani derler ya, “sen doğru ol, hak yerini bulur” diye. Beni üzen; Atamızın öğüdünün aksine bizim, “bütün dersleri -sözde her görüşe saygılı- Avrupa’dan almayı” çağdaşlık sanan, kendi bilim insanına güvensizliği hak gören “bir takım zihniyetlerden” tam sıyrılamamış olmamızdır.
Bir antik kente girdiğimizde sütunların üzerinde Yunanca yazılarla karşılaşıyoruz. Gördüğümüz yazılar bize evet burası Helen Uygarlığına ait deme kolaylığını veriyor. Bu düşüncenin yanlışlığını Patara üzerinden dile getirebilir miyiz?
Günümüzde bir İrlanda’da yazılan İngilizce ya da bir Katalanya’da yazılan İspanyolca yazı o halkları özde ne kadar İngiliz ve İspanyol yapabilmişse Patara’daki Hellence yazılar da Luvi kökenli Lykia halkını o ölçüde “Hellen” yapar. Yazının Lykia’da, Anadolu genelinde olduğu gibi, yerelden Hellence’ye değişmesi Makedon İskender buyruğuyla olmuştur; yani halkın kendi istenciyle değil güçlü bir muktedirin emriyle olmuştur. Yazı Hellencedir, kenti Hellen yapan bir mimari doku da göremezsin; Roma’yı görürsün. Bir halkı kimliklendiren belli ki -konumuz çerçevesinde- mimari doku da değildir aslında; düşüncedir. Patara’nın Roma görüntüsü imparatorluğun tüm Akdeniz havzasında olandır. Bir büyük ve güçlü dünya egemeninin yayılımcı politikasının bir yansımasıdır bu; halkların da özde Romalılaştığının yansıması değildir. İsimler bile Latince’ye değişse, düşünceye inmediği için sömürgecilerin kimliği; “Romalı”ya değişmemiştir halk, “kendisi” kalmıştır. 1361’de Osmanlı’nın olan bir Yunanistan’da halk 1830’da, yaklaşık 500 yıl sonra, “Türk” olarak mı bağımsızlaşmıştır?
Her zamanda halkı kimliklendiren duygu ve düşüncedir çünkü. Şu küreselleşen dünyada sömürgeler nasıl sömürgeci etkisinde onun yazısını yazmasına ve dilini de konuşuyor olmasına, adını almasına, o etkide yapılaşmasına ve de giyinmesine karşın kendi soysal kimliğini koruyabilmiştir, eskiden de öyle olmuştur. Sömürgeci dili yalnızca anadili yanında ikinci dil olarak kalabilmiştir; eskiden de öyle olduğu gerçeği Roma Dönemi’nden çifdilli Phryg yazıtlardan bilinir. Nasıl ki İngilizlerin dili deniz ticaretiyle dünyaya egemen ikinci dil olmuştur; eskil çağda denizci ve tüccar Hellenler bağlamında da öyle olmuştur. Baba ve amca adı Karca olan bir Herodot’un anadilini bildiği halde Hellence yazma nedeni, bu dilin ikinci dil olarak konuşulduğu liman kentlerinde, geniş bir çevrede okunsun içindir. Tıpkı benim yayınlarda -yakın zamanda İngilizceye dönen- arkeolojinin bilim dili Almanca’yı yeğlediğim gibidir bu. Bu bağlamda burada da yinelemeliyim ki dünyada ilk kez dört sesli harfle “çağımızın alfabesini” yaratan Anadolu halklarının yazısı farklıdır, Fenike’nin Semitik alfabesini olduğu gibi kopya eden Hellen yazısı farklıdır. Kitaplarda “Hellenlerin İon alfabesini 300 yıl sonra Atina’da alınan bir kararla kendi ulusal alfabesi yaptığı” yazılır; biz ise hala Anadolu’da yazılan yazıyı “Hellenler’den alınmış” biliriz; tersi aklımıza bile gelmez. Bu “ters” görüşler kezlerce ayrıntılarıyla yazıldı; bizde arkeoloji bölümlerinde öğrencilere aktarılmamış olmalı ki yaygınlaştırılamadı.
Kimliği duygu ve düşünce belirlediği içindir ki demokrasinin beşiği bilinen Atina, MÖ 5. yüzyıl Altın Çağı’nda Milet Okulu’nun akılcı filozoflarını “tanrılara karşı gelen ve gençliği yanlış yola sürükleyen dinsizler” suçlamasıyla kabullenememiş, cezalandırmıştır; onların etkisinde kalan Sokrates’in ölümünü hazırlamıştır. Yine Anadolu halklarının farklı oluşları nedeniyledir ki örneğin tanrılaşma düşüncesinin Roma’ya dek gelenek sürdüğü bu kültür coğrafyasında sen özüyle “Hellen” olan birini arayamazsın. İnsanın tanrılaşması Hellenlere tabuysa eğer; onları, aksini düşünenlerle aynı halktan sayamazsın.
Patara’nın bir kalbi olsaydı sizce bu kalp nerede atıyor olurdu?
Patara’nın bir kalbi olsaydı -bence- o kalp Havva İşkan’a ve bu muhteşem başkentin korunması için, bir Side gibi olmaması için canlarını ortaya atan, yaşamlarını adayarak şanlı bir koruma tarihi yazan tüm öğrenci, arkeolog ve öğretim üyesi arkadaşlarıma teşekkür için atardı. Eskil zamanları kastediyorsan, Apollon için atardı. Çünkü Friedrich Nietzsche’ye göre, Lidyalı Dionysos ile birlikte, “Hellen toplumunu kültür sahibi yapan”dır ve “Hellen dehasını özünde barındıran”dır Apollon. Yani sözde “Hellen” düşüncesinin “olmazsa olmazı”dır. Hitit/Luvi’nin kent koruyucu tanrısı Apaliunas’tan gelir adı ve de Hattuşa ve Troia’daki savaşçı kimliği Erken Demir Çağ’a taşınır. Homeros’a göre “Lykia’da doğan”dır. Hellen Homerik ilahilere göre doğduğu Leto Hurmalığı da “taşlık Delos” adasında değil, eskil dünyada 2000 yıllık geçmişiyle yalnızca Patara’dadır. Ve MS 312 yılında başı Patara’da kesilen din şehidi Aziz Methodios’un mezarını ve din ulularının mezarlığını içeren Hac Kilisesi gibi çok özel bir Hristyan kutsalının temelleri altındaki Apollon Kehanet Ocağı; kuruluşları Lykialı Olen’le ilişkilendirilen eskil dünyanın en ünlü iki Hellen kehanet yeriyle eşdeğer tutulur; Delphi ve Delos’la.
‘ Uygarlık Anadolu’dan Doğdu’ kitabınızın 3. Baskısı şu an önümde duruyor. İlk baskısından bu zamana dek geçen sürede sizce kitabınız istediğiniz amaca ulaştı mı?
Bu ay içinde “Uygarlık Anadolu’dan Doğdu” kitabının 4. baskısı çıkacak. Ulusal arkeolojide bir ilk olarak kendi insanımız da okusun ve sahibi olduğu yeryüzünün bu en değerli mirası üzerine bilgilensin, kendi aramızda tartışarak doğruya varalım diye Almanca’dan dilimize çevirdiğim 600 yapraklı, 175 levha üzerinde 723 resimli 25 makalenin yayımı, istediğim tam gerçekleşmemiş olsa da, dökülen çok emeğe değmiştir. Tek bir kişiyi bile bu konuda düşündürmüş olsa da değmiştir. Geçen 10 yılda hiç eleştiri almaması olumlu gibi gözükür; bence tam öyle sayılmaz. Çünkü eskiçağ bilimi, Batı’da olduğu gibi bizde de kitabın içerdiği ezber bozan düşünceyi ve bilgiyi sanki “susarak öldürme” çabası içinde gözükür. Sayısı 50’yi bulan arkeoloji bölümü var ülkemizde; buna karşın, gelirinden tek kuruş almadığım, zor hallerde Patara’ya “karınca kararınca” destek sağlayan bu 3 baskıyı tüketenler, diyelim ki yarısıyla, meslek dışından kültür dostlarıdır. Buradan anlıyorum ki arkeoloji bölümlerinde öğrencilere hakettiğince tavsiye edilmiyor; içeriğini derslerde tartışmaya açıp “doğrusu nediri” sorgulama yerine, Batı’nın 200 yıldan bu yana alıştırdıkları Hellen odaklı geleneksel eğitim yeğleniyor. Esasen değişik şeyler söyleyen, bu nedenle de sorgulama olanağı tanıyan bu kitap, eğitim ve öğretimde tam da aranan bir mihenk olmalıydı.
Üniversitelerimizde karşılaştırmalı arkeolojinin çağdaş yöntemleriyle ortaya koyduğum farklı görüşleri derslerde tartışmaya açmak yerine, en azından “Fahri Işık da şu nedenlerle farklı yorumluyor” bile demeden, bilinenleri “tek doğru” gibi tekrarlamayı yeğleyen bir yol ve yöntem ulusal arkeolojinin geleceği bakımından beni bilim adına çok kaygılandırıyor. Kulaklarıma inanmak istemesem de, bu tavrın kurduğum ve hocalarının yetişmesinde pay sahibi olduğum üç arkeoloji bölümünün etkili üst kadrolarında bile sürüyor olmasını duymanın üzüntüsünü ise sormayasın. Üstelik ben onlara Almanya’da öğrenciyken ettiğim yemine sadakatle, “Hoca ne derse, ne yazmışsa odur’u” değil, “tartışılmayan, sorgulanmayan bir bilim ve de bilim insanı olamazı” öğrettim; ezbere karşı tavrımı, öğrenciyi sınavlarda serbest bırakarak anlatmaya çalıştım.
Ayrıca; ülke genelinde 300 kadar konferans veren onlardan bir meslektaş neden yalnızca İstanbul, Ankara ve İzmir arkeoloji bölümleri tarafından davet edilmez! Farklı şeyler duymayı, sorgulamayı ve görüşlere eleştirel bakmayı öğrenmeyi hak eden öğrenciler ve genç asistanlar adına bu da üzer. Çağır ve “Batı Uygarlığı’nı yaratan İonlar Yunan değil Luvi’dir” görüşünde bir terslik görüyorsan öğrencinin karşısında eleştir, sorgula, yanlışları ortaya koy ki o da bilimin öngördüğü yöntem nedir, görerek eğitilmiş olsun! 35 yıllık suskunluk ve yurt dışından ve içinden tek bir eleştiri gelmemesi gerçeği, aslında yalnızca izlediğim bilimsel yolun doğruluğuna işaret eder de, bu yetmez. Benim derdim “haklı çıkmak” değildir. Doğruya, eğitim ve öğretim çerçevesinde ve bilimsel çalışmalarda eleştirerek varıldığını görmektir. Bilim bunun için vardır; eleştiremediğini “susarak öldürmek” için değil.
Görüşlerimin ülkemizde, az fakat etkili bir aydın kesim yanında, müzelerde ve rehber birliklerinde, genç asistanlar arasında hem de düşünerek yayılması, umutlarımı şükür diri tutmaya yetiyor. Onlara şükran borçluyum. Çünkü benzer yaklaşımı Batı’da “Hellen’e” şartlanmamış genç kuşakta da görüyorum. Eskiçağ bilimi dünyası Almanların çanak-çömlekle şişirdiği Atina’nın sanatsal yaratıcılıkta ve Doğu ile ilişkilerde MÖ 6. yüzyıla dek gerilerde durduğunu, örneğin bir Girit ya da Euboia’ya yaklaşamadığını dile getirmeye başladı şükür. Yeniliği kabullenmek her zamanda zor olmuştur.
Bir söyleşinizde “Artık insanlar Mısır piramitleri nasıl yapıldı konusunu konuşmuyor. Artık insanlar Göbekli Tepe tapınakları nasıl yapıldı, o taşlar nasıl kesildi, nasıl oraya getirildi, onun üzerindeki kabartmalar nasıl biçimlendirildi ve o kabartmaların düşünsel yönü neydi, insanlar neyi anlatmak istiyordu bunu konuşuyor. ”u dile getiriyorsunuz. Sizce ne zaman kitabınızda anlattığınız “aslolanın Anadolu’nun Yunanlaşması değil, Yunanlıların Anadolululaşması’ gerçeğini kabul edip, ettireceğiz?
Yukarıya bağlamak için sorduğun sorunun son bölümünden başlayayım. Eğer Ionlar Hellen değilse; bundan yalınızca göçle Anadolu’ya gelen Hellenlerin de kültür ve sanatta Anadolulaştığı sonucu çıkar. Zaten Hellas’taki Hellenler de mimaride, yontuda İon etkisinde kalmış, Klasik Devrim Atina’da esasen İon emeğiyle doğmuştur. Olympos tanrıları Anadolu’dan göçmüştür Hellas’a. Çünkü eskiçağ bilimleri, Batı Uygarlığı’nın her alanda Ionia’da yaratıldığından kuşku duymaz; fakat İon yaratıcılığını onların sözde Hellenliğine bağlar. Sorulmaz ki, bu yaratıcı ruh neden Hellas’ta kendi anayurt toprağında değil de bir “sömürgede” ortaya çıkar? Bir sömürgenin, anayurdun kültürel ve sanatsal kimliğinde belirleyici olduğu tersliğini tarih yazmış mıdır?
Yazmamıştır ki karşılaştırmalı arkeolojiye dayalı bilimsel araştırmalar beni İon yontu sanatında esas yaratıcıların kökende Hititler olduğu gerçeğine götürmüştür. Ve Hitit-İon ilişkileri, neden “Ionlar öncü, Hellenler takipçidir” gerçeğinin yanıtını da vermiştir. Ekrem Akurgal Hocamın deyimiyle neden “Ion sanatı doğal ve gerçekçi, Hellen sanatı yapay ve ideal”dir, bunu açıklamıştır. Bu nedenle artık konferans başlığım da “Uygarlık Anadolu’da Doğdu”dan, “Batı Uygarlığını Anadolu’da Yaratanlar. Luviler ve Hititler” olarak değişmiştir. Çünkü Paul Klee’in doğru arayışıyla, “örnek olandan kökene inildiğinde, ilk sebebin gelişimi beslediği sır gibi duran ana unsurun” Hitit’ten köklendiğini görmüşümdür.
Sorunun ilk bölümüne yanıt olarak; “kökene indiğimde” hayretler içinde öğrendim ki, insanlığın en eski anıtsal tapınakları Mısır’a daha 7 binyıl varken, Taştepeler’den Göbeklitepe’dedir görkemli tanrısal dikmeler; onları bezeyen inanılmaz çeşitlilikte ve doğallıktaki kabartma resimler de oradandır. Mezopotamya anıtsal tapınaklarının öncüleri MÖ 9. binyılın Nevali Çori’sinde ve Çayönü’ndedir. Sağlam, nitelikli duvar örgüsü, beton sertliğinde “terrazzo” taban da oradandır. Mimari aklın çağını çok aştığı bir zamandır Erken Neolitik Anadolu’sunda yaşanan. Önasya’da bilinen insan boyundaki en eski taş tanrı heykeli aynı binyıl ürünü olarak Urfa’dandır. Anatomik yapısı ve duyguları dışa vuran heykeller de Bereketli Hilal’in Anadolu’da bükülen doruğundan gelmedir ki bunda da Mısır’a daha 6 bin yıl vardır. MÖ 1200 sonrası Demir Çağ Anadolu’sunda yaygın olan kült mihrapları, kült sunu çukurları, dikme taş putlar, Kybele’ye özgü sanılan iki aslanın tırmandığı tanrı resmi, tanrılaşma ve düşüncenin dışa yansıması yani doğallık ve gerçeklik de, Neolitik Anadolu’dan sürgün sürmüştür. Çatalhöyük’ün değişik ana tanrıça tipleri hiç kesintisiz Roma Dönemi’ne dek uzanmakta ve sonuçta Anadolu halklarının yerli kaldığı, değişmediği gerçeği belgelenmektedir. Çünkü inançta ve onun okunduğu tanrısal resim biçimlerinde süreklilik varsa, uygarlığın yaratıcıları başka olamaz.
Bence bunlar arasında Hint Avrupalı Luviler ve Hititler de olmalıdır; “Anadolu’ya MÖ 3. binyılda dışardan göçle gelen ilk yabancılar” olmamalıdır bu Neolitik kültürü Tunç Çağı’na taşıyanlar ve kimlikleri ilk yazıyla birlikte bilinenler. Hititlerin tüm alanlarda, sanki kesintisiz devamıymış gibi kendilerinden önceki Hatti Uygarlığı’nın mirasçıları olması, bunun arkeolojik tanıtıdır; yurtlarını “Hatti Ülkesi”, kendilerini “Hatti’nin çocukları” olarak tanımlamaları; kurucu kralın Hattuşili ve başkentin Hattuşa adı bu sürekliliği perçinler.
"Efendiler!Avrupa'nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve
düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur.,
Artık vaziyeti düzeltmek için
mutlaka Avrupa'dan nasihat almak,
bütün işleri Avrupa'nın emellerine göre yapmak,
bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi.
Halbu ki,
hangi istiklâl vardır ki
ecnebilerin nasihatleriyle
ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin?
Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!.."
Atatürk’ün bu dizelerini ‘Uygarlık Anadolu’dan Doğdu’ kitabınızı okuyup, arkeoloji özelinde alındığında ne kadar doğru olduğunu açıkça görüyoruz. Fahri Hocam Avrupa’nın bu dogmalarına karşı savaşırken kendinizi yalnız hissettiğiniz oluyor mu?
Ata’nın ulusumuzu çağdaşlığa taşıyacak olan, çünkü ‘tam bağımsızlığı’ esas alan öğüdüdür bu; beni arkeolojide bugüne taşıyan, “Bilimde de bağımsız ol” öğüdüdür. Öze güvenle, çok çalışarak “kendin olabilme” öğüdüdür. Çünkü bu amaçla, 1930’lı yılların zor ekonomik koşullarında bile, arkeolojinin çağdaş bilimsel yöntemleri yerinde öğrenilsin ve ulusal arkeolojimiz bilgiyle donanımlı sağlam bir temelle oturtulsun diye, dünyayla yarışabilelim diye, gençleri yurt dışına göndermiş ve onlara duyduğu güveni: “sizi bir kıvılcım gibi gönderiyorum, bir alev olarak geri döneceksiniz” sözüyle dile getirmiştir.
Ekrem Akurgal’ların, Jale İnan’ların bir “alev olarak geri dönmesini” sağlayan aynı yasa maddesiyle 1966 yılında Almanya’ya giden bir genç olarak bu sözleri ben de kabullendim. Ve o büyük önderin güvenine layık olabilmek için sadece çalıştım, ”bağımsız” düşünmenin gösterdiği yolda özgüvenle şükür ki bugünlere geldim. Yukarda söylediğim gibi, bilimin gösterdiği bu yolda arkeoloji çevremizde “yalnız” olmadığımı görüyorum. Dedim ya, kültür dostlarının yanı sıra, meslekten özellikle müzeci yol arkadaşlarımın, öğrencilerin, asistanların yoğun ilgisi var. İlginin giderek artacağını, çoğalacağımızı biliyorum. Gücümü bundan alıyorum. Gözlemlediğim “suskunluğu” ise hayra alamet olarak yorumluyorum. Bölümlerinde etkili arkadaşlarımın her konferans sonrasında yanımda olduklarından biliyorum ki şimdilik “düşüncelerinde saklanan” görüşlerim zamanla bu meslek erbabı üzerinden eğitime ve yayınlara da yansıyacaktır. Farklı düşünceleri konuşarak, tartışarak anlamaya çalışma süreci uzak değildir. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
Bu “duraklama dönemi” Batı’da çok daha uzun sürecektir. Çünkü 200 yıl kadar önce, henüz daha bilimsel kazılar yokken, Hellen odaklı mitos ve eskil kaynaklar üzerinden, her yerde gördükleri Hellence yazıtların büyüsüyle dogmalaştırdıkları “Anadolu Yunan Tarihi”nden dönmeleri zaman alacaktır. Bir klasik arkeolog olarak Erzurum’da Anadolu Prehistoryası ve Ön Asya Arkeolojisi derslerini vermek için bu konuları öğrenmeden önce, 1980’li yıllara dek, ben de “Doğu Yunancı”ydım. Her sosyal bilim gibi arkeolojinin de yeni bulgu ve veriler ışığında değişebileceğini gördüm ve döndüm. Her şey 200 yılda değişir de; yalnızca, hem de toprağa vurulan her yeni kazmanın ucunda usa gelmeyen ezber bozucu yeniliklere gebe bir bilim mi değişmez! Anadolu kültür ve sanat tarihini “büyük resimde” gören eskiçağ bilimcilerinin Anadolu Uygarlığı’nı benden farklı yorumlayabileceklerini düşünemiyorum. Bu kadim uygarlığı 10 bin yıllık resmin bütünlüğünde gördüğüm Erzurum benim için “bilgiyi bulduğum yer” olarak çok değerlidir, özeldir.
Hep şunu sormuşumdur. Mümkün müdür ki bu topraklarda Neolitik Çağ’da “günümüz uygarlığının temel taşları döşensin”, Kalkolitik Çağ’da “kentten devlete giden ikinci büyük devrimin yolu açılsın”, Tunç Çağı’nda “daha sonra Avrupa’ya yayılacak kültürler yeşersin” de; yalnızca izleyen Demir Çağı’nda Anadolu, tarihinde ilk kez -hem de kültür ve sanatını Girit’e ve Hititlere borçlu olan, yaratmayan, hazıra konan- Akha boyundan“ sözde Yunan sömürgecilerle yabancıların kültürel ve sanatsal vesayeti altına girmiş” olsun. Tam da Batı Uygarlığı’nın yaratıldığı doğru zamanda ve doğru yerde ki amaç bellidir: Bu büyük gurur mutlaka “Hellenlerin” olsun!
Bugün batıda hiç kimse müthiş Troya uygarlığını Yunan Uygarlığı olarak nitelendirmiyor. Şimdi sıranın İyonya’ya geldiğini söylüyorsunuz. Bunu başarmak için önümüzde nasıl bir yol var?
Yakında Batı; Troia’dan sonra İstanbul’un da Sarayburnu üzerinde ilk kez Hellenler tarafından, Megaralı mitolojik kahraman Byzas ile ve ona izafeten Byzantion adıyla kurulmadığını; ondan -şimdilik- 500 yıl kadar önce orada eski bir Anadolu yerleşimi bulunduğunu, yani Konstantiniye’nin kökende “Yunan” olmadığını da bilecek. Böylece, Hellenleri çağrıştırsın diye Batı’nın, Konstantin’in bizzat “Nova Roma/Yeni Roma” olarak adlandırdığı bir büyük imparatorluk için “Hellen dostluğu” adına uydurduğu “Byzans” adındaki amaç da boşa çıkacak. Görüyorsun ki yapacak iş çok, benim ömrüm az.
Allah izin verirse bir İonia yazmak istiyorum. “Eğer MÖ 1200’de yıkılmasaydı, haksızlıkla ‘Atina’ ile anılan Klasik Dönem, bir büyük sanat devrimi, 700 yıl önce onlarla gelecekti” dediğim Hititlerin Batı Uygarlığı üzerindeki belirleyici yeri tam bilinsin istiyorum. Olympos’a giden “Anadolu Bacılarını”, Nietzsche’nin “Hellen toplumunu kültür sahibi yapanlardır” dediği Dionysos ve Apollon’u yazmak istiyorum. Gerçi söylenecek her şey -bilim dili nedeniyle anlaşılması zor olsa da- makalelerde söylenmiştir de, içerdikleri önem nedeniyle bu konular halkın anlayabileceği yalınlıkta ve dipnot olmaksızın, kitaplaşmayı hak ediyor. Sevgili Atila Koç bakanım ve Metin Sözen hocam da her konuşmamızda bunu isterler.
Halkı bilgilendirme görevini “bilginin zekâtı” olarak çok önemsiyorum; çağrıldığım her yere şartsız koşulsuz gitmem bundandır. Halk bilgilensin, öz mirasına sahiplensin diye kendiliğimden de gittiğim oluyor; bunlar arasında iki projeksiyon makinesini yüklenerek gittiğim Torosların ıssızlarında eskil Selge’nin üzerindeki üç-beş evlik Zerk Köyü var ki unutamıyorum. Bu nedenle de, çok insana ulaşılsın amacıyla “Uygarlığın Anadolu’da Doğduğu” gerçeğini İşsanat üzerinden 15er dakikalık 9 bölüm halinde belgeselleştirerek sosyal medyayla buluşturan, görüşlerime sahip çıkan İş Bankası’na bilim adına çok borçlu olduğum her yerde ve her fırsatta mutlaka bilinsin istiyorum.
Tmolos’un eteklerinde doğan biri olarak kendimi daha önce burada yaşayan medeniyetlerden, Lidyalılar’dan ayrı görmek istemiyorum. Eski çağlarda yaşayan Anadolu medeniyetlerinin devamı olduğumuz gerçeğini kabul edersek onlara sahip çıkıp koruma duygusunun daha da gelişeceğine inanıyorum. Bunların önemini gençlere, çocuklara bu eşsiz mirasın üzerinde yaşayan bizlere nasıl anlatırsınız?
Senin “eteklerinde doğduğun” yerden, “Tmoloslar’dan geldim; Lydialı’yım ben” diye kendini tanıtır Atinalı Euripides’in Bakkhalar Tragedya’sında Dionysos. Zaten asıl adı Bakhos’tur onun ve Luvi soylu Lydialılar ona Sardes’te Bakiva der. Ve Luvi olan Yeni Hititlerin ayağından üzüm salkımlı asma köklenen “Üzümbağı’nın Tanrısı Tarhunzas” resmiyle ilişkili bulduğum bu Lydialı, yukarda Apaliunas/Apollon’la bağlantılı olarak aktarıldığı gibi, “Hellen toplumunu kültür sahibi yapan, onun dehasını özünde taşıyandır”. Tüm eskil dünyada en çok tapınım görendir, en çok sevilendir de. Üzümü bol Lydia’dan olmaması şaşırtırdı da; biz yurttaşlarının ve hemşerilerinin o’nun Ege kültürü için büyük önemini bilemeyişimiz, bizden saymayışımız daha da şaşırtır. Sahiplenmezsen, sahiplenirler! Doğduğun o kutlu topraklarda bir “Dionysos Bağ Bozumu Şenliği”ne önayak olsana kızım; belli ki iş sana düşüyor! Ben de gelip onun oralı olduğunu anlatayım…
Fahri Işık Hocam, Ekrem Akurgal Hoca’dan ilhamla tabirimi maruz görün tam bir ‘Yunancı’ olarak yetiştiğinizden bahsetmiştiniz. Daha sonra realite ile karşılaştığınızda, sorgulama dönemlerinizin başında neler hissettiniz? Şimdi o günlere baktığınızda bu süreç sizin için heyecan verici miydi yoksa sancılı mıydı?
Ord. Prof. Ekrem Akurgal, benim öğrencisi olmakla tanımsız gurur duyduğum öncümdür, yol gösterenim ve de örnek aldığım. Arkeolojinin “köken bilim” olduğunu ve Anadolu’nun ancak erken dönemlerinden başlayarak “büyük resim”de bütüncül olarak gerçeğiyle görülebileceğini, devamlılık üzerinden doğru yorumlanabileceğini hocamdan öğrendim. O büyük bilgin, “Ion uygarlığı özde Anadolu yaratmasıdır” dedi ve ben o temel kavramı “İonlar Hellen de değildir, Luvidir” görüşüne taşıdım. Hocam’ın bana bunda da inandığının tanığı 1990’lı yılların başında Antalya Rehberler Derneği Başkanı olan Giray Ercenk’tir. Ve bu “gizlenen” inanç bana güç vermiştir. Hocamı okuyanlar bilecektir bu gerçeği. Onun haksız, temelsiz eleştirilere tahammülsüzlüğünü bilenler soracaktır: “Acaba Akurgal gibi ünü dünyaya yayılmış bir büyük bilgin, nasıl olur da öğrencisinin batı dergilerinde kendisine ters düşen yayınlarına eleştirel bir yanıt vermez?” diyecektir. Bu herkese örnek erdemli davranışın bir tek nedeni olabileceği de görülecektir: “1986-2002 arası yıllarda sergilediği bu ‘sessizlik’ ile bir büyük Hoca, öğrencisinin önünü açmıştır”. Yol verdi bana, ben de ona lâyık olabilmek için inançla yürüyorum, şükran doluyum. Rahmet olsun!
Fahri Işık. Patara, 11 Mayıs 2023
Yorum
Sayın Fahri Hocam
Her cümlesinin bu kadar kıymetli olduğu çok az söyleşi okudum. Geçmişimizin farkında olmamak ne üzücü. Fahri Işık Hoca önce bizlere sonra tüm ülkeye gerçeği gözler önüne sermiş ne mutlu ki böyle bir değere sahip ülkemiz
Sevgili Fahri Işık Değerli…
Sevgili Fahri Işık
Değerli ağabeyimiz, hocamız
Öncelikle yürekten kutluyorum. Hem ilgili bölümde üst yönetici olduğum dönemde Patara Kazısındaki bilim insanı olarak titiz davranışınız, hem akademik süreçteki yaklaşımınız ile köken kültür anlayışına yaptığınız katkıların yakın tanığıyım. Türk Arkeoloji tarihinde özgün tez ortaya koyabilmiş sayılı bilim insanlarından birisi olmanız, tezlerinizi bilimsel yayınlarla taçlandırma başarınız övgüye layıktır. Sırf bu çabanız bile sizin baş tacı yapılmanıza yeter ve de artar. Uygarlık Anadolu'dan Doğdu kitabınızın ilk baskısını hediye ettiğinizde, bir solukta okumuş ve septik şüphelerimi depreştirmiştim. Zaman içerisinde anladım ki, bir çok alanda olduğu gibi arkeoloji ve sanat tarihinde de köken kültür üzerinden bakış açısı geliştirmek, hatta maslahatçı yaklaşımlara karşı tez geliştirmek pek kolay değildi. Sırf bu açıdan oluşmuş tezleri cam fanustan aktaran zihniyet kendine batıda rahatlıkla yer bulabilmişti. Epey zaman aldı ancak, Anadolu coğrafyasında özgün, özgür ve köken kültür üzerinden bir bilimsel yaklaşımın oluşmasına zemin hazırlanmasında büyük payınızın varlığını görmekten mutluluk duyuyorum. En son kitabınız Patara da akademik süreçteki öğrenci ve akademisyenlerin yanında toplumun aydınları tarafından okunması gereken bir kitap.
ZorbaTVderginin bu sayısında iğne ile kuyu kazan genç arkadaşımız Gamze Karaoğlan'ı, ekibinizi tebrik ediyor, belleğimizde unutamayacağımız bir tat bırakan söyleşiniz için ZorbaTVdergi Ailesi adına teşekkürü bir borç sayıyoruz.
Düşüncenin aydınlattığı sevginin, sanatın ve yazının ışığında yol alalım.
Ümit Yaşar Gözüm
Genel Yönetmen
Teşekkürler
Baştan sonra iki kere okudum. Kesinlikle çok kişiye ulaşmalı. Kim olduğumuzu bilmememiz, kalıplaşmış bilgilere inanmamız ne üzücü. ‘Uygarlık Anadolu’dan Doğdu’ kitabının birgün tüm okullarda ders kitabı olarak okutulmasını görmek istiyorum.
Fahri Hocam hakkınız ödenmez. Uzun sağlıklı bir ömür sizinle olsun, başımızdan eksik olmayın.
Çok Güzel Çok Değerli
Keyifle okudum her satırını.Fahri Hoca duygularını inanılmaz geçirdiği bir ifade dili kullanmış, çok etkilendim. Ve öğrendiklerime yeni şeyler kattım, bildiklerimi tazeledim. Sorular çok hoş, çok da yaratıcı bir perspektiflikle seçilmiş. Ne söylesem eksik kalacak,tebrik ediyorum çok.
Fahri bey kutlarım hem…
Fahri bey kutlarım hem söyleşi hem kitap için. Tezinizin arkası güçlü kaynaklarla dolu. Akademik dünyanın Türk arkeolojik söylemini çoktan gelistirmeliydi. Özellikle genç damarları coşkulu kalmalı.
Yüreğinize sağlık sağolun
Gamze hanım söyleşiyi…
Gamze hanım söyleşiyi okuyunca kitabı edindim. Kitabın amacına ulaşması önemli. Kendi tezlerimizin önünü kesen hain zihniyete karşı durmayı becerenlerle olmalıyız. Emeğinize sağlık hocaya selam ve sağlık dilerim
Fahri Bey'in mücadelesini…
Fahri Bey'in mücadelesini takdir ediyorum. Bu konular hakkında az bilgim olmasına rağmen çok dikkatle okudum. Tek dileğim birgün bu toprakların gerçek geçmişinin önce bizler sonra da tüm dünya tarafından anlaşılması, bilinmesi. Gamze Hanım'ı da çok tebrik ediyorum bu güzel soruları sorarak bizlerin Fahri Hoca ile tanıştırdı. Tebrikler
Bir tarih öğrencisi olarak…
Bir tarih öğrencisi olarak bu söyleşi beni çok etkiledi. Tek kelime ile muhteşem. Teşekkürler
Yeni yorum ekle