Zamana Yenilmeyen Düşler-7
‘Değer verme ve Değerini Bilme’nin Ağırlığı
Ümit Yaşar Gözüm
İnsanın canını en çok ne yakar biliyor musun diye sorduğunda Tike, ‘keder ’ demiştim İnsan yüreğindeyken değerini bilmediğinin yasını, kaybettiğinde tutarmış. Bunu bildiğim için yüreğime sıkı sıkı yapıştım.
Yokluğunda daha diplere dalıyorum, düşünme sanatının sınırlarını zorluyorum. Bazılarının çapkınlığı, dişleri dökülmüş aslanın önündeki avı çalan sırtlanınkine benzer. Onuru yerlerde sürünürken yol alır her zaman. Onursuz aşklarım olmadı elbette, ancak her gidişinde bir daha dönmeyecekmiş kaygısı sarardı benliğimi.
Aşk bahar tomurcuklarına düşen yağmur damlaları gibi süzülürdü bakışlarından; baka kalırdım gözbebeklerine. Onu gördüğümde, aşk uçurumundan atlayacağımı anlamıştı ki, elini uzattı; tereddüt etmeden birlikte atladık…
Onunla kendi masalımızın takım yıldızları gibiydik. Birimizin ışığı azalırsa, öbürününki aydınlatırdı dünyamızı. Yürek yüreğin coşkusuna, insan insanın ışığına muhtaç değil miydi? Onu sevinceye kadar, henüz aydınlanmıştım aşk karşısında. Dilime dolanan ‘ben seni en karanlık yerinden sevdim’ mottosunu fısıldıyordum. Oysa aydınlığını henüz keşfetmediğin birisinin, en karanlık düşünü nereden bilecektim?
Bazı kadınlar bolşeviklerin inşa ettiği kör pencereli işkence odaları gibi, kapatmışlardı gönül gözlerini. Açmaları için yeni bir devrim gerekiyordu ki, kendimi feda etmeyi aklımdan bile geçirmedim.
Şimdilerde unuttuğum çam sakızı kıvamında bir tat bırakmıştı dudaklarımda ilk dokunuşum. Doğanın güzel kokularını taşımaktan yüksünmüyordu hayatıma.
Bir kusuru vardı sanki; koğuşları yakılmış hapishanenin duvarlarına bağıran gardiyanların düşü kadar emindi kendisinden. Ne zaman ki, kalemimin altın ucunu gördü o an teslim olmayı yeğledi…
Kışlaya ne zaman bahar gelir diye sorduğunda, bilmiş bilmiş yüzüme baktı ve ‘ hiçbir zaman…’ deyiverdi!
Neden diye sorma şansı vermeden ….çünkü benim için her mevsim bahardır. Adı kışla olan bir yere bahar niçin gelsin…. Dediğinde anlamıştım espri kabiliyetini!
Şehrin unutturduklarını, bir köy mezarlığı hatırlatıyordu yeniden. Sanki sabrımı sınıyordu şırıl şırıl akan nehir, dönen makine çarkları! İkisi de gülümsüyordu yüzüme arsızca. Ne o nehir bir parça taşıyordu benden artık, ne de o dişlilerin kıskacında dönen zaman.
Sırtını döndüğü dağ yamaçlarındaki ağaçları okşuyordum saçları yerine… Bunu hissetmiş olmalı ki, ‘rüzgarın değiyor saçlarıma, nefesini ensemde hissediyorum’ diye seslenmişti…
İçinden derin bir of çekip: Ömür bir kuşun kanadında uçup gidiyor. Bak acıyı sözcüklerle terbiye ediyor ozan; bir durup, bir söylüyor. Doyulmayan ömür! Ah doyamadım bir ömür sana, diye de ekliyor….
Tike’yi dinlerken nedense hep başka yaşamları düşünmeye başlamıştım:
Kırık ahşap sandalyesinde gününü geçiren bir ihtiyar geçer göz ucumdan. Bir köy camisinin duvarına yaslanmış, Kanlıdere’ye koyun otlatmaya gittiğini düşündüğünde yüzüne hüzün çöken aksakalın, kimi zaman ağaç kesmek için, ormana gittiği günlere hayıflandığını düşünürüm.
Evinin rutubetli duvarlarında umutları asılı, tandır başındaki yüreği nemli gelinlerin hasret türküleri yankılanır kulaklarımda. Evladını elleriyle mezarına indirirken kıbleye çeviren babanın parçalanmış yüreğini düşünürüm! Zaman kendi deminde akıp giderken birbirinden geçen, ötekine ilmik olmuş yüreklerin yangınına ilintilenirim. Hem hüzünlenir hem içten içe yanarım doyulmayan ömrün dünyadan el etek çekmesine…
Fark ettim ki; Tike’yi görünce bir yerlerde söylevimi keserek bir tanrıçaya seslenir gibi coşuyorum:
Ey sevgili, beynimi kemiren aşk sözcükleri, lal ediyor dilimi. Yüreğim kana kana içilen pınarlar gibi aşka akmaya kararlı.
Dağın arkasında vaat edilen cennet, göz ucumdan her köşe başında acıyla yoğrulmuş kadınlar geçiyor. İçimde düğün evine giden atlıların nal sesleri çınlarken, heybeleri ölüm dolu zebaniler öte yakasında bekliyor köprünün…
Ah insan kardeşlerim bilseniz ki, ömür denilen şey; olabildiğince insanlık, bir tutam nefes, bir demet aşk; gerisi peri masalının orta yerine kondurulmuş ihtiraslar…
Ah insanlık denen içimizdeki küçük gölcük, herkes seni okyanus sanıyor. Dereler, nehirler sana dökülüyor da hala taşmıyorsun!
Bir kadın tanıdım: Çılgın nehrin kendi denizine dökülmek uğuruna geçtiği dolambaçlı vadilerde açtığı yatağından daha karmaşık düşleri…
Yaşamımızı biçimlendiren düşlerimiz ki, onlar bizi asla yanıltmazlar…
Biliyor musun Tike, zekanın çaresiz kaldığı bir gönül gözü var insanın. Ancak onu da yine akıl sayesinde keşfediyor. Ne garip değil mi! Yolumdan hiç sapmadığımı düşünürdüm. Geriye dönüp baktığımda ne çok yol ayrımlarından geçmişim. Sanırım bunda zirveleri hedeflemiş olmanın ve ilkeli kalmanın payı var…
Akan suyun yüzeyindeki saydamlıktan ibaret sanırdım suyu. Dibinde de aynı ahengi gördüğümden bu yana kaynağından içmek arzusu depreşti.
Aşkımız bir gün tükenirse şayet, sen yine de bana gel dediğimde; şaşkın ve keskin bir tavırla bu bir skandal… demiştin.
Şaşırma sırası bana gelmişti sanırım. Niçin, diye sorduğumda ‘Ben zaten hep yüreğinde değimliyim?’ diye karşılık vermiştin. Haklıydın haklı olmasına da, benim isteğim sevgini taşımaktan yorulduğumu düşündüğün anlarda, yeniden aşk getirmendi yüreğime… Yüreğimin yangınını nefesinle güçlendirmen ve yeniden, yeniden harlanmamı sağlamandı.
Karlı bir gün ortası yürüyüşümüzde, yüzüne kar yağdığını, kirpiklerim dondu dediğinde fark edebilmiştim. Öylesine beyazdı tenin; kardan ak su kadar berraktı. Şimdi düşünüyorum da, uzak durmamalı aşka uzağa gitmesine rıza göstermemeli.
İnsan, insanı affedebilmeli değil mi? Diye sorduğunda, yüzüne uzun uzun bakıp, hüzünlü ses tonuyla kükrediğimi anımsadım:
Neden soruyorsun? Yoksa yüreğimin affetmediğini mi düşünüyorsun, diye de eklemiştim.
Değer vermekten daha büyük erdemin, değerini bilmek olduğunu anladığımdan bu yana vazgeçemez oldum hayatıma girenlerden…
Yorum
Üstadım metni okurken aşkın…
Üstadım metni okurken aşkın değer kavramını anlamaya çalıştım. Aşk üstün bir değer ama üstün değerin anlaşılma sorunu var mıdır diye sormadan yapamadım. Sevgiler gönderiyorum
Yeni yorum ekle