
“Ya sen ya hiç”
Duvarlara yazı yazmanın gençlikle ve böğürtlenlerle bir ilgisi olmalı diye düşündüEski Kurt…Pencerelerinin mavi boyası ağarmış, demir kapısı paslı mı kahverengi mi belirsiz evin önünde bir ikindi vakti otururken. Saçaklarından yaşlılığı belli olan galvaniz saçdan yapılma çatıya, evin bu kadar kanı çekilmişliğe inat edercesine dolgun ve kırmızısı mora çalan böğürtlenler tırmanan dar balkonun duvarında yazan yazıya baktı baktı iç çekerek: Ya sen ya hiç…Üstelik bu arabesk yazının altına mavi, yamuk bir kalp yapmayı da ihmal etmemişti delikanlı olduğu belli kişi. Hem böğürtlenler de kendilerini üzüm sanıyorlardı, bu aşk selinin arasında başka ne olacaktı ki…
Yalnızlıktan mı eskidiği yoksa eskidiği için mi bir başına kaldığı belirsiz sandalyenin balkondaki saadetinden kimsecikler haberdar değildi oysa. O hariç… Savaşın en kötü çehreleri ile tanışıp ardından cennete düşmüşçesine sevinçliydi çünkü. Anadolu’nun Kuzey Batısı’ndakalan ve insana denizi ile rüzgârlı havası kadar huzur veren ahalisiyle Eski Kurt’un öksüzlüğüne yuva olan bu kasabada, neden sonra hikâyelerini yazabilecekti. Çoğunlukla karabasanlarla dolu, haksızlıkların ve insan şerefine aykırı acı hatıraların beslediği; fakat okunduğunda insanların, kurgunun mübalağalıolduğunu düşüneceği sözümonahayalî satırların, aslında tarihe düştüğü gerçek notlar olduğundan kimsenin ruhu haberdar olmayacaktı. İşte kendi ruhuyla aralarında bir bağ olduğunu hissettiği sandalyeye yumuşacık bir yâr kucağına başını koyar gibi oturdu. Elinde, kasabanın tek ve sahibi de kendisi gibi muhacir bakkalından aldığı eski tarihli bir ajanda ile ucunu nefesiyle hoh hohlayarak ısıtıp yazmasını sağlamaya çalıştığı mavi bir tükenmez kalem vardı.
Eski Kurt, ajandayı açtığında içinden sararmış bir tren bileti düştü. Yıllar önceki bir yolculuğun hatırasıydı bu belli ki… Belki de en çok unutmak istediği fakat zihnine en sık uğrayan hatıralarını düşledi. Eğilip bileti aldı, üstünde Orta Anadolu’dan bir şehrin ismi yazıyordu. Tarih, hareket saati, karalama gibi yazılmış ve bazı harfleri silik olduğu için okunamayan bir ad soyad bilgisi… Bileti özenle cebine koydu. Yolculukla ilgili her şey sanki ona geçmişin yaralı hatıralarını getiriyordu… Kalemi ajandanın yıpranmış kapağının arasınabıraktı. Sandalyede oturur hâlde başını “ya sen ya hiç” yazılı duvara yasladı. Yukarıya doğru bakarken kendini üzüm sanan böğürtlenlerle göz göze geldi. O an fark etti ki yıllardır acılarını biriktirdiği gibi, çatının saçaklarına ve balkonun demirlerine tutunan o böğürtlenler de Güneş’i, rüzgârı, hatta pası bile içine çekmiş, sonra da allı morlu meyveye durmuştu. “Demek ki insan da böyledir…” diye düşündü. “Ne kadar yara alsa da sonunda meyveye durabilir!” Öyleyse yazmakla şifa bulmak tam da insan içindir.
Kim bilir nice zamandır içinde bir tren yolculuğunun hatıralarını gizleyen ve ansızın kendisine yarenlik eden ajandayı yeniden açtı. Arasındaki mavi emektar kalemi sayfanın üzerindekaydırmaya başladı. Harfler yavaşça belirirken, birden pencerenin önünden geçen çocukların sesleri duyuldu:
— Amca, orada ne yapıyorsun?
Küçüklerden biri elinde sapanıyla yukarıya bakıyordu. Diğeri böğürtlenleri izliyordu. Bir başkası yanındaki arkadaşını dürtüyordu… Eski Kurt gülümsedi. Yalnızlığın ortasında birdenbire, kendi hikâyelerinin ilk okurlarını bulmuş gibi hissetti. Çocuklara: “Gelin, size bir hikâye anlatayım; ister misiniz?” dedi.
Çocuklar eski evin doğrudan balkona çıkan kaba işçilikle gelişigüzel sıvanmışmerdivenlerini koşar adım çıkıp balkona geldiler. Kimisandalyenin yanınaoturdu kimi ayakta öylece durdu.Kimi çekingen bir şekilde balkon duvarına yaslandı.Bazıları böğürtlenlerden koparıp ağzına attı. Eski Kurt, ajandasını tekrar kapatıp kucağına aldı.
Çocuklar dikkatle ve merakla bakıyor, Eski Kurt’un anlatacaklarını bekliyorlardı. Eski Kurt hafifçe gülümsedi fakat bu tebessüm, yüzündeki çizgilerin derinliğini gizleyemedi. Belki de ilk defa, acılarından beslenen hikâyelerini kâğıda dökmek yerine bu çocuksu canlılıkla parıldayan gözlere anlatacaktı. Böylece hikâyeleri artık sadece onun değil, bu çocukların da mirası olacaktı.Sesini alçaltarak anlatmaya başladı:
Bir zamanlar, uzak bir ülkenin sıcak coğrafyasında yaşayan iki kardeş varmış.Savaş varken doğan, savaş devam ederken büyüyen ve annelerini savaş bitmeden kaybeden iki kardeş… Çocuklar dikkat kesildiler. Eski Kurt anlatmaya devam etti; önce göç ettikleri şehrin taş sokaklarını, sonra denizin tuzlu rüzgârını, ardından da savaşın karanlık yüzünü. Onlara yaşadıklarını bir hikâyeye dönüştürerek anlattı, anlattı…Öyle ki çocuklar gözlerini kırpmadan dinlediler.
Babaları yıllarca süren savaşta şehit olan bu iki kardeş, anneleriyle birlikte yaşadıkları şehrin en güvenilir yerlerine konup göçme şeklinde hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlarmış. Savaşın şiddeti ve mevsimin kavurucu sıcakları artmıştı. Anne, çocuklarına su bulmak üzere gideceğini söylemişti. Çocuklar şehrin bir yanından diğer yanına sürüklenmekten öyle çok yorulmuşlardı ki kadın su aramaya giderken onları yanında götürmek istememişti. Ve yakındaki bir duvarın üstüne oturttuğu çocukları için bir tas olsun su bulmak üzere gözü arkada kalarak bulundukları yerden hızla ayrılmıştı. İki küçük kardeş duvarın üstünde birbirlerine sarılarak annelerini beklemeye koyulmuşlardı. Dakikalar saatleri, saatler Güneş’i kovalamıştı. Orta Doğu’nun kalbindeki o şehre karanlık çöküvermişti. Ancak bir tas su için giden anne dönmemişti…
Eski Kurt’un boğazına bir yumru gibi oturan şey şüphesiz bu hikâyeyi anlatırken kayıplarını, hüzünlerini ve o günlere ait sır dolu yaşanmışlıklarını yeniden hissediyor olmasındandı. Gözlerinin buğulandığını hisseden çocuklardan bu duygusunu saklamak için olsa gerek böğürtlenleri göstererek: “Yesenize hepiniz çocuklar, bakın ne kadar güzeller…” dedi. Çocuklar, bir an evvel hikâyenin sonunu duymak istiyorlar, bir yandan da Eski Kurt’a belli etmemeye çalışarak onun hüznünü paylaşıyorlardı.
Eski Kurt, devam etti… Birbirlerine sarılıp korkuyla etrafa bakan iki kardeşi fark eden bir adam çocukların yanına yaklaşmıştı. “Korkmayın çocuklar, kimseniz yok mu? Neden burada bekliyorsunuz?” diye sormuştu. Çocuklar ağlayıp titreyerek adama olan biteni anlatmışlar. Her ne kadar annelerini beklemeye devam etmek isteseler de adam havanın karardığını, annelerinin şayet gelecek olursa onları mutlaka arayıp bulacağını söylemiş ve kardeşleri kendi evine götürmeye ikna etmişti. Çocuklar, artık adamın koruması altındaymış. Eve gittiklerinde aç, susuz ve aylardır banyo yapmamış bir hâldeymiş. Adamın karısı, savaşın her eve ve aileye yansımış olması nedeniyle endişeliymiş. Evde, misafir olarak gelen bu iki kardeş dışında üç çocuk daha varmış. Yiyecek şöyle dursun su bulmak dahi oldukça zormuş. Herkes âdeta birbirine tutunarak savaş şartlarının ağır imtihanı ile mücadele etmeye çalışıyormuş.
Günler geçmiş. Çocukları himayesine alan adam her ne kadar sorup soruşturduysa da çocukların annesini bulamamış. Çocuklarına su bulmak üzere giden kadının neye maruz kaldığını kimsecikler bilmiyormuş… Adam, iki kardeşe açıkça bu durumu ifade etmiş. Annelerinin kaybolduğunu öğrenen çocuklar, gözyaşlarına boğulmuşlar. Ancak hiçbir çare yokmuş, bu iki kardeş en azından savaş bitene kadar kendilerini misafir edecek bu aileye minnet duymuşlar ve birbirlerine tutunarak yaşamaya çalışmışlar.
Aradan yıllar geçmiş. Kardeşler büyümüş, savaş tamamen bitmiş olmasa da şiddetini yitirmiş. Talihsiz acıları göğüslemiş, önce babalarını şehit vermiş; sonra annelerinin yitikliğini kabul etmiş bu iki kardeşten birini Anadolu’nun Kuzey Batısı’nda kalankasabalardan birinde yaşayan bir aile evlatlık almış. Savaşın bitmez tükenmez olumsuzlukları nedeniyle teker teker birbirinden koparılan bu ailenin dramı maalesef bitmiyormuş. Büyük olan kardeşi ise küçük yaşına rağmen Güneydoğu Anadolulu bir aile gelin olarak almış. Yıllarca birbirlerinden güç alıp hasretlerine ve hüzünlü çocukluk hatıralarına sarılarak yaşayan bu iki kardeş, böylece birbirlerinin izini de kaybetmişler… Ancak muhacir köylerinde ve kasabalarında her birinin kendi kurdukları aileleri olacakmış. Bu umut, iki muhacir kardeşin birbirinden ayrı olsalar da hayata tutunmaları için bir neden olmuş…
Güneş ufukta kaybolurken, balkonun duvarındaki yamuk yumuk mavi kalbin yanına bir başka iz daha ekleniyordu: Eski Kurt’un anlattığı hikâyeyi dinleyen çocukların buruk tebessümü... Eski Kurt, ilk kez yalnız olmadığını hissetti. Yazamadıklarını anlatıyor, acılarını paylaşıyordu.Böğürtlenlere baktı. Onlar artık kendilerini üzüm sanmıyorlardı. Her meyve kendi renginde güzeldi…
Çocuklar, dinledikleri hikâyenin hislerini heybelerine koyarak bu hikâye anlatıcısı tuhaf adamın yanından ayrıldılar. Muhacir Eski Kurt, sandalyesine yaslandı, gökyüzüne baktı… Yıldızlar birer birer belirirken fısıldadı:
— Ya sen ya hiç... Artık biz varız kardeşim.
Savaş mağduru bir kadının, yıllar önce çocuklarını duvarın üzerine oturtup meçhule yelken açtığı gibi Eski Kurt da kucağındaki ajandayı balkonun duvarına bıraktı. Belki bir gün, o ajandadaki sayfalar da muhacir kardeşlerin hikâyeleriyle dolacaktı. Belki de onun yazamadıklarını,hatıralarını emanet ettiği çocuklar yazacaktı. O an biliyordu ki her hikâye sadece paylaşıldığında gerçek oluyordu…
Dr. Seda Artuç Bekteş
Yorum
Hayatı anlamlandırıp ve…
Hayatı anlamlandırıp ve hazinemizi bulduğumuz, genç nesillere miras bırakabileceğimiz bir hikâyemiz olmalı diye düşündüm. Ne güzel anlatmışsınız, elinize sağlık Seda Hocam.
Yeni yorum ekle