Gaydaros Aleksan'ın Şirin'i
Serap Gökalp
Radyoyu her zamankinden fazla açmıştı. Otomobilin içinde fır dönen kaygılara yer kalmasın diye mi? Hadi canım, kendine gelmeliydi. Her şey yolundaydı. Öyleyse neden çuvala konmuş salçalık domates püresi gibi su sızdırıyordu? O olursa, bu olursa, ya şöyle olursa…Az kaldı az. Yarım saat bilemedin bir saat sonra her şey… Yol kenarında rengârenk giysili, başında çiçek çelengiyle bir kadın el ediyordu. Sinyal verip önünde fren yaptı.
-Bodrum’a götürüvecen mi? diye seslendi kadın çömeldiği yerden.
-Marina’ya doğru gidiyorum, sana uyarsa, dedi.
Kadın sevinçle doğruldu.
-Sepetim va, şuracıkta, alcen mi?
-Bagaja koyuver, açtım bak.
-Ha dendi, dedi aynı neşeyle, kapıyı kapattı. Allah ırazı olsun. Gelemedi bu geberesice araba. Dinelipdurum. Eneee!
-Ne oldu?
-Gocuman Irabbım! Ner’den gelipdurun sen?
-İstanbul’dan.
-Hindi, İstanbul’dan gelip durum demesen gaydaros Aleksan’ın Şirin dep’durudum. Şirin’in gözeli ama.
-O kadar benziyoruz yani? derken radyoyu kıstı.
-Anagari pek benzep durusun.
-Kim bu Şirin?
-Zengin evlerine temizliğe gidip durudu. Gocası gaydaros Aleksan hayırsız balıkçının biri. Turist gezdirip duru. Balığa çıkmayıp duru. Çığrından çıktı gari. Oturtma getirdi Şirin’e . Suriyeli bi kızan, on beşinde. Üç beş güne va’madı, Şirin gidivedi. Büyük kıssa, küçük kıssa, ortancası, Gaydaros Aleksan bakakaldı ardından. O gün bu gündü bi’ haber yok Şirin’den. Kızanla, pek güzel okuyup durudu. Güya de’si o muş ki gelcemiş geri. Bak’vercemiş çocukların hallerine. De’si omuş ki kızanları alıp gidivecemiş.
Kadın arabaya gaz verdi, gülümsedi.
-Balıkçı eşek Ali İhsan’a ne oldu?
-Eneee! Ner’den bilip durun gari bunları?
-Neyi?
-Gaydoros’a eşek dedin, Aleksan’a Ali-İhsan…
-E, buralara gele gide öğrendim laflarını ondandır. Şirin’i anlatıyordun…
Bodrum’a girdiler.
-Suriyeli oturtma da gari ikiz doğuruvedi. Pazar yerini bilip durumun?
Trafik lambalarını geçip itfaiyenin önündeki yola saptı,
-Pazaryerinde indirive gari…Etti mi sana beş çocuk. Büyük kıssa tatillerde çalışıp duru ama fukaralık…
Kadın çenesiyle ileriyi işaret etti.
-Şurası iyi mi?
Durdu. Vedalaştılar.
Bodrum’un içine doğru yavaşça kaydırdı arabayı, trafik lambası yeşil yanıyordu. Tanıdık ayrıntılara bakarak ağır ağır devam etti. Tekneler, lokantalar… Otelin önündeki kafede genç bir anne bebeğine biberonla su içiriyordu. Sağ sinyalini yaktı. Denizi arkasına alıp aralığa saptı. Üniformalı güvenlik görevlisi duvarın gölgesinde gazete okuyordu. Tık, tık, tık… Sinyali kapattı. Tıktıkları kapatıyoruz, hiç duymuyoruz. Sıcak öğle saatlerinde ortalık sessizdi. Demek şu ev hala boş. Bahçe kapısındaki yazılar duruyor, dikkat köpek var, girmek tehlikeli ve yasaktır. Bahçe duvarlarından sarkan yaseminler begonviller ne azmış, baksan böyle olmaz. Otopark görevlisi ise bir zakkum gölgesinde uyukluyordu. Yukarılara tırmandı, evler seyrekleşti. Çöp bidonlarının önünden geçerken keskin kokusu belleğinde bir dizi anı patlaması yarattı.
Tam çöp bidonlarının önünde karşılaşmıştı iki kadın. Günlerden Perşembe’ydi. Biri süngercinin yirmi yıldır dul karısı, öbürü hayırsız bir denizcinin temizlikçilik yapan karısı. Temizlikçi kadının o gün terlemeleri ve kalbinin kelebeği hiç durmamıştı. Eve doğru yürürken süngercinin karısı yoluna çıkınca o kelebek çırpınır oldu nedensiz.
-Napdurun bizim gııız? derken, süngerci Harun’un dulunun bakışları temizlikçi kadının gözünden girmiş yüreğine bir şey bırakıp kaçmıştı. Çenesiyle onun evini göstere göstere konuşmaya başlamışken, çocukları kan ter içinde koşup sokağın başında analarını karşılamışlardı. Fazla oyalanmamıştı kadınlar bu yüzden. Üç çocuk bir de anaları, az önce süngerci Harun’un dulunun çenesiyle işaret ettiği evlerine yürürken ağızlarını açmamışlardı. Tahta bahçe kapısını tutan annenin eli taş kesilmişti. -Araba kullanan kadın, direksiyondaki parmaklarını kıpırdattı, alnındaki saçı bir seğirmeyle gözünden çekti-Babaları sundurmada bağdaş kurmuş sigara tüttürüyordu. Bu saatte!Evde! “Gel otur şöyle,” deyişiyle kadının bütün vücudu kasılmıştı. Adamın kulağının arkasında titrek deniz ve tel gibi yelken direkleri görünüyordu. Günlerdir kurduğu, kaygılandığı şeyin şimdi adamın ağzından akacağını anlamıştı. Tel direkler yelkenlerden koptu geldi de böğrüne girdi sanki.
Onun “olmayacak böyle” diye masayı yumrukladığı günden beri tetikteydi kadın. O gün masa toplanmış, son tabak bardak yıkanmış, bulaşıklıkta süzülürken bir an “eli tencerede gözü pencerede” mutfağının küçük penceresinden dışarı bakmıştı. Eski sinek teli, büyüklü küçüklü karelere dönüşmüştü. Uzaklardaki evlerin ışıkları tek tek yandıkça telin üzerinde etamin işine benzer altın desenler yapıyordu. “Olmayacak böyle,” bağırtısından göğsünde bir tık sesiyle irkilmişti. Son zamanlarda bu tıklamalar ikide bir oluyordu. Adam her fırsatta ya pişirdiği yemeğe kusur buluyor (Tık.) ya dublekslerin, yatların temizliğinden yorgun düşmüş bedenine bakıp kıçına, memesine çirkin laflar ediyordu. (Tık.) “Ulan karı senin de eline hiçbir şey yakışmıyor!” (Tık.) Ama o geceki tık daha irkilticiydi. Üstelik bu kere aradan hayli zaman geçmesine karşın kaç kere odaya girip çıktıysa, kaşlar sözlerin anlamını taşımayı sürdürmüştü. Yumruktan çıkan gözdağı da cabası. (Olmayacak böyle, yumruğu!) Kadın öylece çay bardaklarına bakarken beyni onu uyarmıştı; alışılmadık bir durum vardı! Gözlerini yine pencere dışına çevirdiğinde mehtap bir anlığına bir yelken direğine saplanmış gibisine geldi. Kaygı tüm benliğini sarmıştı ama kararlı şekilde elindeki bezi büküp sıkmış, ellerini kurulamış, tişörtünün önünü çekiştirmişti. O andan sonra da neredeyse her şeyi bir kenara bırakıp tüm dikkatini kocasına yöneltmişti. Ses değişikliklerini, yüzünün anlatımını kayda almaya başlamıştı. Olmayacak böylenin devamında ne söylenecekti? Ama nasıl olduysa bir kulak uğuldaması peydahlanmış, kadın adamın dediklerini bir borunun ucundan duyar olmuştu, ne dediği de anlaşılmıyordu. Anlaşılmıyordu da ağzından çıkan her ses kadının tasasını artırdıkça artırıyordu.
Tasa gece yastığa başını koyduğunda olası durumlara çözüm senaryoları geliştirmesine neden olmuştu. Tasa balıkçı Harun’un dul karısının sesiyle fısıldamıştı; “Gocalara güven va’ mı gari? Bi bakmışsın oturtma getirivemiş üstüne. Döşek dostu onlar bilip durun mu?” Kadın yatakta oturmuştu. Ağustos böceklerinin sesleri tüm pencerelerden giriyordu. Yok odanın duvarlarındaydılar. Komut almışçasına bir anlığına sustuklarında öbür odada küçük kızın uykusunda iç çekişini duymuştu. Hemen kocasının horultusunda kaybolmuştu ama. Böcek sesleri gene başladı. Birden her şey kafasına dank etmişti. Olmayacak böylenin arkasından ne geleceği belliydi: sen artık yaşlandın, şişmanladın, hep yorgunsun, Suriyeli bir kız satın aldım ben… Bir şey görmeksizin önüne bakınca saçları yanaklarında gezmişti, sonra yavaşça ıslandılar, yüzüne yapıştılar. Tüyleri diken diken oldu o anda. Oldu da vücudunun her yanından büyüyüp uzayan dikenleri karanlık odayı tümden kapladı. Kapının arkasında insan parçaları gibi asılı kocasının giysilerine saplandılar, gömleklerin pantolonların acıyla kıvranmasına neden oldular. Elbiselere işkence ederek, sıkıntı veren bir dizi düşünceye daldı. Herkes Suriyelileri konuşuyordu.
Kimi Türkiye’ye yerleşiyormuş, kimi Yunanistan’a gitmek için Bodrum’a geliyormuş. Sokaklarda yatıyorlar. Köpekler aç kaldı, diyor millet. Para için kızlarını satıyorlarmış. Botlarla İstanköy’e gitmek için Akyarlar’dan denize açılıyorlarmış. Ölenler mi ararsın, yarı yolda yakalananlar mı? Benim adam da aldı besbelli. Eve getirmek için yol yapıyor (Tık) “Olmayacak böyle!” (Tık) Herifi öldüreyim! Yok, çocukları babasız bırakmak doğru olmaz. Sonra o Suriyeliyi ne yaparım? Başıma kalır. Satarım. Parasını da bir güzel yerim. Bir kadın kaça satılır? İnsanlar ne diyecek? “Gari… Olan olmuş gari… O da evde işler…” (Tık) En iyisi kızı öldürmek. Böylece adama da gözdağı vermiş olurum. Bir Suriyeliyi kim arar? Şu eski sarnıçlardan birine atıverdin mi kim bulacak? Bahçedeki eski kuyu ne güne duruyor? Kapağı çok ağır ama, kaldırmıştım bir keresinde…
Ürettiği her bir düşünce başka kaygıya dönüşe dönüşe sabahı yapmıştı. Ter içinde gün doğumunu gördüğünde sırtı ağrımaya başlamıştı. Odaya giren ışık onun dikenlerini eritti, elbiseler kapının arkasında eski halleriyle sallandı kaldı… Elini kalbine bastırmıştı. Akıl ne diyor kadın? Bırak sümüğünü çekmeyi. O kadar derdin belanın içinden çıktın da şimdi kendini ateşe mi atacaksın? Bir hastayı yatıştırırcasına “Akıl ne diyor,” demişti yüksek sesle. “Köşeye sıkıştın tamam. Ama Allah bir kapıyı kapar birini açar. Bu üzüntünün üstüne çökmesine izin verme!” Aklı başına gelip yanındaki adama korkuyla bakmıştı. Yok, duymamıştır. Şu horlamaya baksana.
Kocası “gel otur şöyle,” diye bahçedeki sundurmaya çağırınca, çocuklara “siz gidin oynayın” deyince… Günlerdir kurduğu, kaygılandığı şeyin o an adamın ağzından çıkacağını anlamıştı. Kulakları uğuldarken, -gene!- adamın burnunun altındaki fare inip kalkarken, hiçbir dediğini anlamış değildi. O içindeki benle konuşuyordu o sıra. Yalnızca şunu duydu; “Çağırayım elini öpsün.” (Tık) Bir sözcük seslendirmişti adam. Bir isim besbelli. Evin kapısından on dört on beş yaşlarında kirli giysiler içinde bir kız belirdi. Kadın bir ona bir adama defalarca baktı. Adam ayağa kalktı, kıza bir fenalık yapacağını sanmıştı. Ama kadın öfkeden beslenen bir acı kuvvetle adamı öyle bir savurup geri oturttu ki kız kaçıp saklandı. Adamsa beklenmedik bu davranıştan kıpırtısız kala kalmıştı. Hiç fazla söze gerek yoktu. Kadının zaten bir kararı vardı…
Gaydaros Aleksan’ın küçüğü, bir arabanın dar yoldan kıvrıla kıvrıla gelişini görür görmez ablasıyla ağabeyine seslendi. Sesi ağustos böceklerini susturdu, sıcak basmış evin her köşesinde çınladı. Limana büyük bir gemi demirlemişti, o gün. Bir horoz öttü. El freninin yırtılma sesinden sonra arabanın kapısı açıldı. Şık giyimli sarışın bir kadın ter ve parfüm kokusuyla arabadan çıktığında çocuklar çoktan yanına varmışlardı.
-Karneler hani? dedi, kadın.
Bir an nutku tutulmuş çocuklardan ses çıkmadı, sonra ortanca, bir koşu getirdi. Kadın karneleri gözden geçirirken gözlerini ondan alamadılar.
-Eşyanız hazır mı?
Aynı anda başlarını aşağı yukarı salladılar.
-Kimlikleriniz?
-Çantalarımızda.
-Al gel.
Büyük kız, koştu getirdi. Kadın çantayı bagaja koydu, arka kapıyı açıp binmelerini bekledi. En küçükleri aklına bir şey gelmiş gibi geri eve koştu. Pencere kenarında duran babasının olta zilini, gömleğinden kopmuş bir düğmesini cebine attı. Küçük işaret parmağıyla kapı kolunu okşadı. Koşarak geri geldi. Kadın, direksiyona geçti. Tavukların ayak izlerinin üstünde bir daire çizip arabanın burnunu yola çevirdi. Kıvrılarak ana yola doğru giderken Gaydaros Aleksan, arkasında oturtması, iki de bebe bayırı çıkıyorlardı. Nefes nefese kalmışlardı.
Bahçedeyse sinekler vızıldıyordu.
Yeni yorum ekle