Bir Göç Hikayesi Zehra (Bölüm 1)

Kültür

Bir Göç Hikayesi Zehra (Bölüm 1)

Alman Nazi askerlerinin tozu dumana katıp zırhlı araçlarla köye yaklaştığı haberi gelince, küçük kız Zehra eldeki avuçtaki son buğdayları yatakların içine yün tıkar gibi saklayıp kız başına dağa kaçar ve günlerce açlığını suyla bastırıp Nazi’lerin köyden uzaklaşmasına kadar ailenin geçimini sağlayan birkaç inekle birlikte dağda ormanlık alanda saklanır.

 Alman askerleri köyü bastıklarında evde yalnızca, asker olarak çıktığı Üsküp Koçana’dan çok uzun yıllar sonra köyüne dönebilen Çanakkale cephesinde vücuduna isabet eden bir şarapnel parçasıyla karın bölgesinden yaralanan ve ömrünün sonuna kadar açıkta kalan bağırsaklarını tutacak bir korseyle yaşamak zorunda kalan gazi babası ve yaşlı annesi vardır.

Çok yakınlarındaki İstibanya Köyünde yaşayan Ablası Ayşe’nin kocası Şaban ve oğlu İbrahim’i Alman Nazi askerleri esir alarak yürüyerek Koçana’ya getirirler ve köy meydanında dipçik ve süngü darbeleriyle şehit ederler ve bir çukura topluca atarlar. Günler sonra kuyudan çıkartılan Şaban ve oğlu İbrahim’in vücudunun hala ilk şehit edildiği günkü gibi sıcak ve beyaz gömleğinin üzerindeki kanın hala kıpkırmızı olduğunu o küçük kız Zehra gözleriyle görür.

O yıllarda ve her dönem sorunlu olan Balkan’larda, Üsküp’ün Koçana bölgesinde yaşayanlar, Türk ve Müslüman olmanın bedelini çok ağır öderler. Bir Nazi’ler gelir bir Bulgarlar daha sonra Sovyet Kızıl ordusu gelir, farklı askeri birlikler ama aynı benzer mezalimleri yaparlar, arada aşırı sağcı Hıristiyan Kralcı çeteci Çetnikler, diğer tarafta Rus yanlısı Komünist Partizan birlikleri, biri gelir diğeri gider. Arada kalan Türkler, yaşamda kalma savaşı verirken erkekler ise askere alınır ve savaşta yer alırlar.

II. Dünya Savaşından sonra Yugoslavya Cumhuriyeti kurulur ve 1950’li yılların başında Topraksız Hıristiyanlar için toprak reformu başlar ve ilk akla gelen kaynak ise Türklerin ve diğer Müslüman toplulukların toprakları olur. Türkleri, Müslümanları göçe zorlayıp boşaltılan arazilere topraksız Hıristiyanlara tahsis ederler. Yeni kurulan Yugoslavya’da Türklere karşı neden hemen hasmane bir tutumun sergilendiğini birazcık merak edip araştırdığımızda önümüze şu an itibariyle 635 yıllık bir davanın hala dünkü gibi diri ve canlı tutulduğu ve 635 yıl önce yapılan Kosova meydan Muharebesinin yarattığı travma karışımıza çıkar.

Osmanlı’nın 1352’de Gelibolu’dan Rumeli’ye geçmesiyle Sırplar ile ilk teması başlamış ve 1371 Çirmen ve 1389 Kosova Savaşlarıyla yenilgiye uğrayan Sırplar, Osmanlı Devleti’ne tabi olmuşlardı. Tam 415 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalan Sırplar ilk defa 1804’te Osmanlı’ya karşı ayaklanmış ve 1829 Edirne Antlaşması’yla özerkliğini elde etmişti. 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi neticesinde Avrupalı güçlerin katılımıyla imzalanan Berlin Antlaşmasıyla da bağımsızlığını  

1829’dan 1867’ye Sırbistan Prensliği’nin idaresindeki topraklarda yaşayan Türk ve Müslüman unsurların kaderi hep göç olur. Ancak 1877-78 Savaşı esnasında ve sonrasında mezalim ve göç zirveye çıkar ve yarım milyondan fazla Türk ve Müslüman bu savaş neticesinde Rus, Sırp ve Bulgarlar tarafından katledilir. 1 milyon 250 bin kadar insan yerinden yurdundan olup göç etmek zorunda kalır.

Yugoslavya’da Sırplar tarafından Türklere ve Müslümanlara etnik/dinsel baskı, zulüm ve soykırım yoluyla etnik/dinsel temizlik yapılmasının, korku, tehdit ile topraklarını terk ederek göçe zorlanmalarının altında yatan temel motivasyon 1389 yılında Sırplarla yapılan I.Kosova meydan Muharebesidir.

Osmanlılar, Balkanlara doğru genişleyerek Dimetoka, Edirne ve Filibe’yi alarak ilerlemeleri üzerine, Osmanlı ilerleyişini durdurmak için harekete geçilmiş fakat Çirmen’de yapılan savaşta (26 Eylül 1371) mağlup olmuşlardı Bu savaştan sonra Makedonya Osmanlıların eline geçmiş, Bizans ve Bulgar Çarlığı Osmanlı himayesine geçmişti.

Marava’ya kadar ilerleyen Osmanlılarla Sırpların sınır komşusu olmalarından endişelenen Bosnalılar, Sırplarla birleşerek 1388 yılında Ploşnik mevkiinde Osmanlılarla karşılaşırlar ve Bosna Kralı Tvrtko ile Sırp Prens Lazar komutasındaki Slav güçler burada Osmanlıları mağlup eder. Osmanlının bu mağlubiyetinden güç alan Hıristiyanlarda Osmanlıyı Balkanlardan tamamen atmak için Sırp, Bulgar, Eflâk, Arnavut, Macar, Boğdan, Çek ve Bosna Krallıkları arasında Osmanlılara karşı bir ittifak oluşturulur.

Hem yenilgilerinin intikamını almak hem de uzun vadedeki Bosna hedefine ulaşmak için, Sultan Murad Hüdâvendigâr ordusu ile Kosova’ya doğru ilerler. İki ordu 1389 yazında Kosova ovasında karşı karşıya gelir ve yapılan zorlu bir savaştan sonra Osmanlı Ordusu galip gelirken Sırp Prensi Lazar savaşta ölür, Sultan Murat Hüdâvendigâr’da savaş alanında dolaşırken yanına yaklaşan Sırp asilzadesi Miloš Obilić tarafından şehit edilir.

Şehzadeliği zamanında Edirne’yi fethederek Balkanlara geçen, yapmış olduğu hiçbir savaşı kaybetmeyen ve Osmanlıyı Beylikten Sultanlık seviyesine getiren, Osmanlı tarihinde İlk Sultan lakabı ile tanınan ve Savaş sırasında şehit olan ilk ve tek Osmanlı Sultanı olan Sultan Murat’ın iç organları Hemen orada defnedilir. Evliya Çelebi’nin deyimiyle, ‘'kalbi Kosova’ya, pak vücudu Bursa’ya defnedilen'’ Sultan Murad, Muhteşem Süleyman gibi iki ayrı yerde türbesi bulunan ilk padişahtır.

Kosova meydan Muharebesi sonucunda Sırp Prens Lazar savaş meydanında öldürülmüş, Sırp ordusu mağlup olmuştu. Savaşın neticesine bakılmaksızın Sırp toplumu bir Kosova Efsanesi yaratmıştır. Sırp Ortodoks Kilisesi Prens Lazar’ı hemen azizlik mertebesine yüceltmiş ve Prens Lazar Milli Kahraman ilan edilmiştir.  

Savaşın tarihi bile efsane olacak şekilde özenle seçilmiş gibidir. Osmanlı kaynaklarına göre 10 Haziran olduğu görülürken, Sırp yazar Olga Zirojević’e göre savaş günü tartışmasız olarak birçok mucizeler gösteren ve Roma İmp. Diocletianus’un çocuğunun içindeki kötü ruhları çıkartmasına rağmen Putların önünde eğilmediği için işkencelere maruz bırakılan ama, işkenceden bile Rab tarafından kurtarılan ve Tanrının huzuruna kavuşturulan Sicilyalı Aziz Vitus’un günü olan 15 Haziran 1389”dır

Sırpların 15 Haziran 1389’da Kosova’daki yenilgileri, efsanenin başlamasına ve Prens Lazar’ın Ravaniča Manastırı’nda azizlik mertebesine yükseltilmesine sebep olmuştur. Savaşın sonucunun yenilgi olacağı, ya da yenilginin bir sebebi, yani ilahi bir sebebi olduğunu, yaratılan Kosova Efsanesinden öğreniyoruz.

Sırp Ortodoks kilisesi Sırp milli bilincinin inşâsında sütun görevi üslenmiş, Kosova Savaşı’ndan sonraki dönemde Sırpların tarihî, kültürel ve dinsel kimliklerinin korunmasına yardımcı olmuştur. 1389 yılındaki savaşın hemen ardından başlayan kilisenin desteği bugün bile Sırp Ortodoks kilisesinin resmi internet sitesinde ve yayınlarında görülebilmektedir. 14. yüzyılın sonunda başlayan bu desteğin yöntemi vaazlar (sermons) ve Prens Lazar’ın tanrılaştırılmasının ve tapınaklarının öğretilmesidir.

 Sırp kilisesi Kosova kültünün oluşmasına, savaştan hemen sonra yazılmış vaazlarla katkıda bulunmuştur. Ortaçağdaki kutsal kişilerin ve büyük yöneticilerin sonraki Sırp nesillerine aktarılmasında kilisenin anma törenleri vasıtasıyla gerçekleştiği bilinmekte ve bu şekilde her Sırp Sava, Stefan Nemanja, Dušan, Lazar gibi azizleri değil unutmak ilk günkü gibi sıcağı sıcağına milli şuurlarında yer verip canlı tutuyorlar.

Yaklaşık olarak savaştan bir yıl sonra Ortodoks Sırp Lazar’ın cesedi Niš ve Belgrad arasındaki Ravaniča’da kurulmuş olan manastıra gömülmüştür. Dinî yazılar yazılmış, şehit ilan edilmiş ve her yıl 15 Haziranda yapılacak olan hayatını ve ölümünü anlatan özel bir ayin (liturgy) yapılmıştır.

 Savaşın kaybedilmesinin en önemli sebebini Sırp Patriği III. Danilo’nun vaazlarından öğreniyoruz. (Danilo Banjski, 1390-1400), Bu vaazlar, Prens Lazar’ın Kosova’da ölümüyle ve “Dünya Krallığı” yerine “Cennet Krallığı”nı tercih etmesiyle ilgili olan vaazlardır;

Aziz Elijah, ( Hz. İlyas ) savaştan önce Prens Lazar’ı ziyaret eder ve O’na Cennet krallığı ile Dünya krallığı arasında bir tercih yapmak zorunda olduğunu söyler. Cennet krallığını seçen Lazar, hem kendinin hem de Sırpların kaderini tayin etmiş olur.

Eğer Prens “Dünya Krallığı”nı seçerse savaşta Balkan birliği ve dolayısıyla Sırplar galip gelecektir. Böylelikle “Dünya Krallığı” Sırpların olacak, ancak Lazar “Cennet Krallığı”nı seçecek olursa, savaşta ordusuyla beraber yok olacaktır. Böylelikle hem kendisi hem de Sırplar Cennete gideceklerdir. Lazar “Cennet Krallığı”nı seçer. Bu olayın neticesinde hem Lazar hem de Sırp halkı “kutsal”sayılır.

Prens Lazar Cennet Krallığı’nı seçmiştir ve askerlerine ölmeleri için onun yanında savaşmaya çağırmıştır. Prens Lazar bu seçimi ile “onursuz yaşam yerine onurlu ölümü” tercih etmiştir. Askerleri onunla beraber savaşa giderlerken yapacakları mücadelenin ve sonrasında ölmelerinin ölümsüzlüklerini sağlayacağının farkındadırlar. Kosova Efsanesine göre savaşı Sırpların kaybetmelerinin en önemli sebebi Lazar’ın “Dünya Krallığı” yerine “Cennet Krallığı”nı tercih etmesidir.

Danilo’nun bu vaazı, “Prens Lazar’a övgü” olarak kaydedilmiştir ve şu mesajı iletmektedir: “Kahramanca bir iş vasıtasıyla ölmek, utanç içinde yaşamaktan iyidir. Bizim için savaşta bir kılıç darbesiyle ölmek, düşmanın önünde boynumuzu eğmekten daha iyidir

Pek doğaldır ki, geçmişi değerlendirmek günümüz şartları ile çok doğru sonuçlar veremez. Ancak Prens Lazar, Hz. İlyas ile görüşmesinde Dünya Krallığı’nı seçse hem Osmanlı ordusunu yenecek hem de 400 yıl boyunca toprakları Türk egemenliğinde kalmamış olacaktı. Aslında Hıristiyanlık teolojisinde İsa Mesih için ölen ya da öldürülenler, İsa yolunda ölüme gidenler ‘’Şehitlik‘’ kavramı ile ödüllendirileceğinden bahseder. Özellikle şehitlik düşüncesinin Haçlı Seferleri’nde önemli bir motivasyon kaynağı olarak kullanılmıştır. 1095’te Papa II. Urban, tüm Hıristiyanları Türklere karşı savaşa davet ederek, katılanlara günahlarının affedileceği vaadinde bulundu. Bu çağrı, 13. yüzyıla kadar süren bir dizi, toplamda dokuz dini savaşa yol açmıştı.

 Papa II. Urban, 1095’te Clermont’ta yaptığı konuşmada “yeni savaşın şehadet ödülünü içerdiğini” belirtmişti. Sadece savaşta ölenler değil, savaş sırasında tutuklandıktan sonra din değiştirmeyi reddeden Hıristiyanlar da şehit sayılmıştı yani kısaca belirtecek olursak Prens Lazar İnancı gereği zaten Türklerle yapacağı savaşta Cennet Kırallığını seçmese Osmanlıyı yenecekti, savaşta ölse bile şanıyla şerefiyle inancına göre İsa Mesih’in yanında yer alacak yani cenneti şehit olarak hak edecekti.

 Neyse bunlar bir efsane oluşturmak için oluşturulmuş söylemler olarak bakmak gerekir, bu da bir milletin kendisine olan saygıyı göstermesi açısından çok önemli bir olgu….

24 Ağustos 1516 tarihinde Halep’in kuzeyinde Osmanlı ile Memlük’lüler arasında  gerçekleşen Mercidabık Meydan Muharebesinde Padişah Sultan Selim, Prens Lazar’ın aksine askerlerine hitaben "Eğer şehadet müyesser olursa ahiretde saadet bizüm, eğer düşmanı kahr edersek dünyada devlet bizümdür. Hamiyyet zamanıdır. Gayret idün. Dilaverlik gerek erlik demidir" Şimdi Yavuz olma zamanıdır. Diyerek savaşta ölmesi halinde şehit, kalması halinde ise devletin kendisinin olacağını söylemiş ve askerlerini motive etmiştir. Sırp’ların aksine Türk’lerin de işte böyle bir Gaza anlayışı vardı.

Sırp milliyetçiliğinin oluşmasında Kilisenin ne kadar önemli olduğunu ve din adamlarının bu konudaki olağanüstü çabalarının yanında halk şarkılarının, edebiyatının da din kadar önemli bir aktör olduğunu ve kuşaktan kuşağa anlatılan ve aktarılan hikâyelerle oluşturulmuş efsanelerin Sırp milliyetçiliğini nasılda canlı tuttuğunu görmekteyiz.

Kosova Efsanesinin Oluşumunda öncelikle Sırp Ortodoks kilisesi ile yazılı kaynaklar önemli bir rol oynasa da, halk şarkıları ve anlatılar, sözlü geleneğin Balkanlarda yaşayan halk arasında çok büyük etkisi olduğu söylenebilir.

Geleneksel anlatılardaki Kosova şarkıları, kolektif Sırp kimliğinin Osmanlı döneminde de çağlar boyunca sağlam kalmasını sağlamıştır. Ortodoks kilisesi ve ağızdan ağza aktarılan halk şarkıları, Sırpların milli ruhlarının yaşamasını sağlamıştır. Şiirlerde olduğu kadar, halk hikâyelerindeki Kosova Efsanesinin anlatıları da, efsane’nin oluşmasına ve kitleler arasında yayılmasına şüphesiz katkıda bulunmuştur.

Geçmişte yaşamış Sırplarla yeni nesil Sırplar arasındaki kültürel bağları sağlayan etkenlerden biri de Eski Yunanlıların Miken Uygarlığını ortak hafızasında koruyan Homer’in epik şiirleri gibi Kosova devrine ait Sırp Epik Şiiri’dir. Kahramanlık ve şehitlik faziletlerinin anlatıları Sırpların askerî geleneklerinin de güçlenmesini sağlamıştır.

Epik şiir Sırp Ortodoks kilisesi ile birlikte Sırp milli bilincinin inşâsında çok önemli bir görevi üslenmiştir. Bu bilinç 18. ve 19. yüzyıllardaki milliyetçi hareketlere kadar taşınmıştır. Epik şiirlerin Sırp topluluğunu bir arada tuttuğunu, Ortaçağ Sırp İmparatorluğunun sona ermesiyle birlikte, Sırpları bir arada tutan en önemli faktörün tarihsel gelenekler ve epik şiirler olduğunu söyleyen Milosevic-Djordjevic, epik şiirlerin ortak hafızanın (collective memory) devamını sağladığını ileri sürer.

Epik kültür geleneği ile Sırp Ortodoks kilise geleneği gibi iki önemli faktör, Kosova Savaşı’ndan sonraki dönemde Sırpların tarihî, kültürel ve dinsel kimliklerinin korunmasına yardımcı olmuştur. Efsaneler toplumların ulus olmasını sağlayan bütün alanlarında etkilidir. Bu sebepledir ki “ulus” tanımı içerisinde efsanenin ve/veya efsanenin etki ettiği alanların yeri mutlaka vardır.

Sırpların Müslümanlara karşı sistemli saldırılarının ardında, Kosova Efsanesinin ne kadar çok etkisi olduğu gözlenmiştir. Yugoslavya döneminden sonra 1989 yılında meydana gelen katliamlar yaklaşık 635 yıl önce meydana gelen Kosova Savaşına müteakiben oluşturulmuş efsanenin ürünüdür. Bu efsane, 1389’da Kosova Ovası’nda Hıristiyan kuvvetlerinin Osmanlılara yenildiği bir savaşın efsanesidir. Savaşta gerçekte ne olduğu bir tartışma konusudur. Fakat asıl önemli olan bölge insanlarının (Boşnaklar, Sırplar, Arnavutlar) bu savaşın anılarını kendi halk şarkılarında anıyor/yaşatıyor olmasıdır. Fakat araların da bu savaşı kaybetmiş olmalarına rağmen güçlü bir milli efsane oluşturan etnik grup Sırplardır ve bu savaş üzerine kurulu olan Kosova Efsanesi, Sırp etniğinin ve milli kimliğinin oluşturulmasında en büyük katkıyı sağlamıştır Sırp tarihçi Radovan Samardzic’e göre bu efsane Sırplar açısından o kadar önemli ve etkilidir ki “bir Sırp’ı Sırp yapan karakter özelliğiKosova Efsanesi sayesinde şekillenmiştir.

Kosova efsanesi Hıristiyanlığa, İncil’e ait temalar, derin milliyetçilik duyguları içermesinden dolayı yarattığı etki, oluşturduğu duygusal inanç adeta Kosova’yı “Balkanların Kudüsü” haline getirmiştir.

Birinci Kosova Savaşı’ndan sonra oluşturulan efsaneler Sırp aydınları tarafından tekrar güçlendirilmiş ve vatandaşların 1980’li yıllardaki milliyetçilik tutkularındaki fanatizm’in bir etkeni olmuştur. Sırpların Ortaçağ imparatorluklarını kaybedişleriyle ilgili efsaneler, aşırı milliyetçiliklerinin oluşumuna hizmet etmiştir.

Kosova Efsanesi Sırpların Ortaçağ’dan günümüze kadar olan tarihi devamlılığını tesis etmiştir. 500 yıl boyunca içlerinde yaşattıkları bu efsane sayesinde, Osmanlıya karşı Sırp isyanlarının en önemli itici gücü olmuş ve Osmanlı Devleti içerisindeki etnik gruplardan ilk önce Sırplar ayaklanmıştır. Bu ayaklanmalar Sırpların asırlardır hayalini kurduğu Osmanlı hâkimiyetindeki topraklardan bağımsızlık kazanmak bir çeşit kutsal görev olmuştur. Bu kutsal görev Kosova’nın intikamını alma yükümlülüğüdür.

Kosova Efsanesi 19.yy. başlarına kadar etkisinden hiç bir şey kaybetmez ve yaklaşık 500 yıl boyunca içlerinde yaşattıkları bu efsanenin motivasyonu Sırp Milletinin içinde yanar durur ve Osmanlı Devleti içerisindeki etnik gruplardan ilk önce Sırplar ayaklanır. 1804’te başlayan ve 1915’e kadar devam eden ilk Sırp ayaklanmalarının lideri olarak bilinen Karageorge Petrovic, Sırpların boyunduruk altından kurtulmaya ihtiyacının olduğunu ve böylece 1389 Kosova Savaşı’ndan sonra tekrar doğarak Kosova’nın özgürlüğüne kavuşacağını söylemiştir. Thomas Emmert’e göre bu ayaklanmalar Sırpların asırlardır hayalini kurduğu Sırpları özgürleştirmeye ve Kosova’nın intikamını almaya yöneliktir.

Kosova’da hakim olan daha doğrusu çoğunluk olan etnik topluluk Arnavutlardı. Ancak Bu bölgede Türklere olduğu kadar Arnavutlara da yaşam hakkı vermek istemeyen Sırplar, Arnavutları tarihi Sırp topraklarının işgalcisi olarak göstermektir. Sırplara göre Arnavutlar, tarihi olmayan barbar bir kabiledir ve kültürel ve politik gelişmeden yoksundur. Sırp-Arnavut çatışması böylece Kosova Efsanesi üzerine inşâ edilmiştir. Sırplar başlangıçtan beri diğer etnik grupları dışlamışlar, bu sebeple etnik olarak karışık olan bölgeyi tek bir Sırp bölgesi yapmaya çalışmışlardır.

19. yüzyılın sonlarına doğru eğitimde eski Sırp karakterlerinin özellikleri anlatılmıştır. Akademisyen Steven W. Sowards, 1880’lerde ders kitaplarının içeriğinin Kosova ile ilgili halk şiirlerinin kendini ülkeleri için feda etmiş kahramanların ve şehitlerin hikâyeleriyle dolu olduğunu söyler. Vatanseverlik kitapları ve öğretmenleri sayesinde bu anlatıların yeni nesil Sırp öğrencileri üzerinde etkili olduğunu anlatır.

19. yüzyıl, Avrupa’nın birçok yerinde milliyetçi kimliklerin oluşturulduğu bir dönemdir. Sırbistan’da milli toprakların özgürleşmesi gerektiği fikri şekillenmiş ve bunun Osmanlı Türkleriyle savaşmak veya isyan etmek düşüncesiyle bütünleşmiştir. İşte böyle bir dönemde Vuk Karadžić ve Petar Petrovic Njegoš gibi milliyetçi yazarlar popüler Kosova geleneğinin elementlerini alarak milliyetçi ideoloji içerisine yerleştirmişlerdir. Önceleri bu Kosova şarkılarını dedelerinden dinleyerek ezberleyen genç Sırp nesil, sonraları Vuk ve Njegoš gibi yazarların usta elleriyle şekillenmiş bu halk şarkılarını kitaplardan ezberlemeye başlamışlardır.

Bu şarkılar o kadar etkili olmuştu ki Balkan Savaşlarında Osmanlıyı yenip Kosova’yı ele geçiren bir Sırp asker; ‘’ … Annelerimiz biz beşikte uyumamız için Kosova şarkılarıyla salladılar ve okullarımızda öğretmenlerimiz durmadan bize Lazar’ın ve Miloš’un hikâyelerini anlattılar… Tanrım, özgür Kosova’yı görebilmek için bizi ne kadar beklettin!... Üzerinde bulunduğumuz bu topraklar, bizim şanımızın mezarlığıdır. Atalarımızın düşen gölgelerine saygıyla eğiliriz ve onların ruhlarının günahlardan kurtulması için dua ederiz’’ demiş ve Kosova’ya girdiklerinde diz çökmüş ve toprağı öpmüşlerdi.

Sırpların içinde yanan intikam ateşi 523 yıl sürmüş ve Balkan Savaşı sonucunda Sırpların Osmanlı Türklerine ve onların müttefiki Arnavutlara karşı Ekim 1912’de Makedonya ve Kosova’da zafer kazandıktan kısa bir süre sonra Sırp Kralı Peter Karadjordjevic’in Kosova’nın batısındaki Pec şehrinin güneyinde bulunan 14. yüzyılda inşâ edilmiş Decani Manastırı’nı ziyaret etmiştir. Burada çok büyük bir kandil vardır. Bu kandil, sadece Sırpların Kosova Savaşı’nın intikamını aldıkları zaman yakılacaktır. Kral bu kandili yakmıştır. Yüzyıllar süren içlerindeki intikam ateşi kandilin yakılmasıyla artık dışa vurulmuştu.

1878 Berlin Antlaşması ile Romanya ve Karadağ’ın yanı sıra Sırbistan da bağımsızlığını ilân etmiş ve 1882 yılında Sırbistan Krallığı’nın ilan edilmesinden sonra Sırp hükümeti 1889’da Kosova meydan Muharebesi’nin 500. yıldönümünü ulusal amaç ve birliğe, Kraliyet’in kaderine dair bir anma ve kutlamaya dönüştürmek için kutlamalar yapmıştır. Benzer kutlamayı 550.yıl için 1939’da da planlamışlar ancak II. Dünya Savaşının başlaması üzerine istenen etki sağlanamamıştı. 600.yıl kutlamaları da. Mareşal Tito’nun Yugoslavya’sını parçalayacak ve Bosna-Hersek Savaşının başlamasına sebep olacak Sırbistan Cumhurbaşkanı Slobodan Miloşeviç’in 28 Haziran 1989’da Gazimestan’da, yani Sultan Murad’ın kabrinin karşısındaki arazide yaptığı konuşmayla başlamıştı.

Kosova Meydan Muharebesi Sırp Milleti için yenilgiden ve ülkelerinin, topraklarının kaybedilmesinden çok daha fazlasını içermekte, çok daha fazla anlamlar ifade etmekteydi. Bu savaşla egemenliklerini ve topraklarını 1912 yılına kadar kaybetmişler ancak bu kaybediş yüzyıllarca sürecek Türk hâkimiyetinin altında ilmek ilmek sabırla dokunmuş bir Sırp bilincinin oluşmasına sebep olmuştu.

Sabırla oluşturulan bu Sırp bilincinin oluşmasında hiç tartışmasız en önemli aktörü ve başat rolü din adamları ile kilisenin varlığı olmuştur İlginç olan şey ise savaş kaybetmiş ve bu savaşın sonucunda egemenliklerini ve topraklarını yüzyıllarca kaybetmesine vesile olan Sırp Prensi Lazar kilise tarafından kutsanarak azizliğe yüceltilip milli kahraman ilan edilmesiydi. Kilisenin bu tutumuna siyasetçisinden, halk edebiyatçısına, bilim insanlarından tüm Sırp milletine kadar top yekûn bir sahiplenme ve destek gösterilmiş ve bunun sonucunda yüzyıllar süren esaretten bilinçli bir Sırp Milleti Balkanlarda boy göstermişti.

Kosova Savaşının Efsanelere dönüşmesi ve bunun sayesinde Sırp milliyetçiliğinin yüzyıllarca diri ve canlı kalması belli sınırlar içerisinde takdir edilesi bir başarıdır. Top yekûn milli bilincin oluşturulması açısından örnek gösterilecek bir tutumdur. Ancak bu başarılı bilincin oluşturulmasının da bir sınırı olmalı. Bu sınır insanlık suçu işlemeye varacak kadar bir milletin gözünü ve kalbini karartıyorsa hiçbir anlamı kalmıyor demektir. Bu aşırı bilinçlenme, ötekini yok saymaya, sürgün, tecavüz, mülkiyet hakkını yok etmeye ve devamında farklı olduğundan dolayı öldürmeye varan bir toplumsal cinnet haline geliyorsa bir yerde yanlış var demektir.

 Ne yazık ki Sırp Milleti kutsanası bir milli bilinçlenmeden sonra nasıl bir kin duymuşlar ki, 1804 yılında başladıkları isyanlardan 1882 de bağımsızlıklarını kazanmalarına kadar geçen sürede ve daha sonrasında 1912 Balkan Savaşları ve 1939-45 yıllarında II. Dünya Savaşı zamanında ve dahi 1992-95 Bosna Hersek Savaşında bu aşırı bilinçlenme ile yaptıkları mezalimlerin hiçbir insani yanı olmadığı, yüzyıllardır huzur içerisinde yaşadıkları Osmanlı İdaresine karşı bu tutumlarının açıklanabilecek hiçbir mazereti olmadığı kanısındayım.

Sırp Milletinin milli bilinç oluşturulması için yüzyıllardır yaptıklarına bakınca insanın şaşırmaması mümkün değil gibime geliyor. Yukarıda bahsettiğimiz gibi savaşı kaybeden Prens Lazar’ı Azizlik mertebesine yükseltip, milli kahraman ilan eden başta din adamları ve kilise, şair ve halk ozanları, siyasetçisi, devlet bürokrasisi ve ordusunun topluca bir bilincin oluşması için elbirliği ile kutsanası bir sistem içersinde davranmalarına bakınca ne yazık ki öykünmemek elde değil.

Birkaç örnek vermek gerekirse Sırp toplumunun yaptıklarına bakınca savaş kaybeden bir prensin mitolojik bir kahraman dönüştürülmesi ile bizim Türk tarihinin emsalsiz, her daim muzaffer Komutanı Mustafa Kemal Atatürk’ün Sırpların aksine yapılanların göz ardı edilip unutturulmaya çalışılmasını içimiz acıyarak görüyoruz., Sırpların olmayan bir kahraman yaratmanın modellemesine öykünmemenin elde olmadığını üzülerek belirtmeliyim.

Birinci Dünya Savaşının en kanlı çarpışmalarının yaşandığı Çanakkale Cephesinde gösterdiği olağan üstü askeri dehası sayesinde İtilaf Kuvvetlerinin boğazları geçip Çarlık Rusya’sına yardım edip I.Dünya Savaşını sonlandırmasını ve Osmanlı’ya diz çöktürüp yüzyıllık Şark Sorununa son vermesini arzulayan İtilaf Devletlerinin bu hayallerini yıkan ve Çanakkale Savaşıyla savaşın üç yıl daha uzamasına sebep olan ve yardım alamayan Rus Çarlığı’nın yıkılıp Ekim Devrimiyle Sovyetlere evrilmesini ve İngiliz savaş bakanı Churchill'e hayatının yenilgisini, kariyerinde uzun yıllar kötü bir iz bırakan büyük bir askeri bozgun'u yaşatmasına ve devamında istifa etmek zorunda bıraktıran ve Churchill'in anılarında ‘Kader Adamı’’ olarak tanımladığı yarbay Mustafa Kemal’i, Çanakkale Savaşlarındaki başarısıylaİstanbul’u Kurtaran Kumandan”, “Arıburnu ve Anafartalar Kahramanı olarak anılan ve tarihe mal olan bir isimi, ,artık neredeyse Çanakkale savaşlarının anma yıldönümlerinde adını dahi anmaktan imtina edildiğini, ders kitaplarında bütün dünyanın büyük bir deha olarak kabul ettiği, Mustafa Kemal Atatürk’ten bahsedilmediğini, yaşanan zaferin uhrevi güçlerin yardımıyla başarıldığı yönündeki söylemleri görünce, nasıl oluyor da savaş kaybetmiş bir ordu komutanı olan Prens Lazar’ın Sırp milleti tarafından bu kadar sevgi, değer, itibar, yüceltmeler, ve şehitlik makamı verip azizlik mertebesine yükseltilmesini insan anlamakta zorluk çekiyor. Biz anlamakta zorluk çekerken Mustafa Kemal Atatürk’ün Çanakkale’de ki başarısını o andaki düşmanımız olan İngilizlerin resmi tarihçisi Cecil Faber Aspinall-Oglander “Military Operations, Gallipoli” adlı eserininde  bakın nasıl takdirle bahsediyor. “Tek bir kumandan tarafından sarf edilen gayretin ayrı ayrı üç defa yalnız bir harbin veyahut bütün harekât-ı harbiyenin neticesi üzerine değil, bir milletin mukadderatı üzerine bu derece müessir olduğu tarihte görülmemiştir’’…

Birinci Dünya Savaşı başlayınca Alman Genelkurmayının güdümündeki ve etkisindeki Osmanlı genelkurmayının Alman isteklerine boyun eğmiş ve Almanya Uzak Doğudan, Fransa’ya daha fazla İngiliz kuvvetinin gönderilmesinin engellenmesi veya geciktirilmesi için Osmanlı Devleti’nden acilen İngilizlerin “Şah damarı” olan Süveyş Kanalına bir saldırı yapılarak Kanaldan geçişin engellenmesini istemişti.

Süveyş Seferinden amaç Kanal yoluyla Fransa’ya gönderilen ve Almanlara karşı kullanılan İngiliz kuvvetlerinin geçişinin engellenmesi veya geciktirilmesi ve mümkün olduğu kadar daha çok İngiliz kuvvetinin Mısır’da tutulmasını sağlamaktı. 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa komutasında yürütülen 2/3 Şubat 1915’teki ilk Kanal Seferi başarısızlıkla sonuçlandı ve Türk ordusu su, erzak ve cephane sıkıntısı nedeniyle geri çekilmek durumunda kaldı.

Birinci Kanal Harekatı başarısızlıkla sonuçlandığı zamanda kanlı savaşların sürdüğü Çanakkale cephesinde Yarbay Mustafa Kemal, Çanakkale Destanının önsözünü yazmakla meşguldü. Almanların yine aşırı baskısıyla ve acelesiyle kanal’a bir sefer daha yapılması istenmiş ve harekât için uygun kış mevsimi beklenmeksizin Ağustos sıcağında ve Cemal Paşa’nın Mısır Fatihi hülyasıyla ikinci kanal harekatı yeterli askeri birliğe sahip olunmadan aceleyle Ağustos 1916 da tekrardan yapılmış ve birinci harekattan farklı bir sonuç alınamadan aynı mağlubiyete tekrardan uğranılmıştı.

Süveyş kanalında ağustos 1916 yılında Osmanlı birlikleri İngilizlere mağlup olurken aynı tarihlerde Çanakkale Cephesinin kapanması üzerine Edirne’deki 16. Kolordu Komutanlığına ataması yapılan Albay Mustafa Kemal daha sonra Ocak 1916 da Kolordusuyla Kafkasya Cephesine sevk edilmek üzere Diyarbakır’a intikal eder ve önce Resulayn’a sonra da Silvan’a hareket ederken 1 Nisan 1916 da tuğgeneralliğe terfi eder.

Mustafa Kemal Paşa Silvan’a karargahına geldiğinde Çarlık Rusya’sı Dük Nikola Nikolaieviç’in komutasındaki büyük Rus birliklerini Doğu sınırlarımıza yığmış ve saldırıya geçerek 11 Ocak 1916’da buradaki 3. Ordumuzun cephesini yararak 16 Şubat 1916’da Erzurum, daha sonra Muş ve Bitlis’i ele geçirmişlerdi.

Mustafa Kemal Paşa, Doğu Cephesinde önce Rus saldırılarını durdurur. Daha sonra iyi bir hazırlık döneminden sonra karşı taarruza geçer ve 1916 Temmuzun sonunda başlayan bu karşı taarruzla 7-8 Ağustos 1916 günlerinde Mısır’da Süveyş Kanalında yapılan 2. Kanal harekâtının da mağlubiyetle sonuçlandığı tarihte Mustafa Kemal Paşa Muş ve Bitlis’i Rus’ların elinden kurtarır.

Mustafa Kemal Paşa 17 Şubat 1917’de, Ordu Komutanı yetkisiyle fakat 4.Ordu Komutanlığı emrinde olmak üzere Hicaz Seferi Kuvvetler Komutanlığına atanmıştır. 23 Şubat 1917’de Şam’a gelişini takiben 4.Ordu Komutanı Cemal Paşa ile görüşmüş, Sina Cephesindeki kuvvetleri denetlemiştir. Bölgede yaptığı incelemeler sonucu stratejik açıdan ‘’Hicaz’ın savunulması değil, boşaltılması gerektiğini ‘’ tüm çıplaklığı ile tespit etmiş ve bu gerçekçi görüşünü hem Cemal Paşa’ya hem de başkomutan Enver Paşa’ya sunmuştur.

İngilizlerin Irak cephesinde ne yapacağını iyi tahayyül edemeyenler, Irak Cephesinde konuşlu Osmanlı birliklerini, Alman Genelkurmayının isteklerine ve çıkarlarına göre Kafkaslarda Ruslarla, Mısır’da Kanal boylarında İngilizlerle, Turan hülyalarının peşinde koşanlar için İran içlerine savaşmak üzere gönderenler Irak cephesini zayıf bırakınca, önce Basra devamında da 11 Mart 1917’de yeterli kuvvet ayrılmamış Bağdat’ın İngilizler tarafından işgal edilmesine engel olamamışlardı.

Bağdat’ın düşmesi, Irak Cephesi’ndeki durumu kaygı verici bir hale getirmişti. Mekke’nin isyan eden Arapların eline geçmesi, Bağdat’ın da kaybedilmesi Osmanlı Devleti’nin ve Halife’nin İslam âlemindeki saygınlığını zedelemişti. Ortadoğu’daki ekonomik çıkarlarına çok önem veren Alman Başkomutanlığı Ortadoğu’daki petrol kaynaklarından uzaklaşılması demek olan bu durum için Osmanlı Genelkurmayı ile işbirliği teklifine derhal olumlu cevap vermişti.

Bağdat’ın kurtarılması için yeni teşkilatlanmaya gidilmiş ve yeni kurulan birliğe Yıldırım Ordular Gurubu adı verilerek başına Alman general Falkenhayn atanmış ve 15 Temmuz 1915 tarihinde yeni ordunun teşkil emri Padişah tarafından imzalanmıştır. Ordunun komuta kademesi resmen Alman subaylardan oluşmuştu. Komutanı Falkenhayn Kurmay Başkanı Albay von Dommes ve karargahta 65 Alman subay vardı.

Yıldırım Ordular Grubu Karargâhı tüm faaliyetlerinde öncelikle Almanya’nın çıkarlarını göz önünde bulunduruyordu. Nitekim Karargâhta bir Arap Şubesi oluşturan Almanlar, Araplar ile Türklerin arasındaki kırgınlıklardan, soğukluklardan bir bakıma yararlanıyorlardı. Alman subayları görev yaptıkları bölgelerdeki Arap aşiretlerine gönderiliyor, özel ilişkiler tesis ediyorlardı. Bütün emirler Almanca yazılıyor, daha sonra da Türkçeye çevrilerek, yayımlanıyordu.

Bu yeni kurulan ordunun ilk amacı, İngilizler tarafından işgal edilen Bağdat’ı kurtarmaktı. Yeni kurulacak 7.Ordu kurulacağı Halep’ten taarruz ile Bağdat’taki 6.Ordu ile birleşip İngilizleri bertaraf edecekti. 4.Ordu Komutanı Cemal Paşa ile 2.Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa, 24 Haziran 1917 günü Halep’te, bir toplantıda bu öneriye şiddetle karşı çıkarak, Filistin cephesi tehlikede oldukça Bağdat seferinin faydasızlığını dile getirmişlerdir.

Mustafa Kemal Paşa bu planın uygulanabilirliğine inanmamıştı. Mustafa Kemal Paşa ve diğer komutanlar, bu planın başarıyla uygulanabilmesi için 4. Ordu’nun Filistin’de bulunan İngiliz kuvvetlerini emniyetle tespit etmesinin şart olduğunu, aksi takdirde Filistin’de kuzeye ilerleyecek İngiliz kuvvetlerinin 7. Ordu’nun yan ve gerilerine taarruz ederek planı başarısızlığa ve belki de 7. Ordu’yu ağır yenilgiye uğratabileceğini söylediler. 5 Temmuz 1917’de Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da kurulmakta olan 7.Ordu Komutanlığı görevine atanmış ve 7.Ordu Kurmay Başkanlığına Yarbay von Falkenhausen getirilmişti.

Ancak Enver Paşa, Filistin cephesindeki mevcut kuvvetlerin İngilizlerin ilerlemesine engel olabileceği kanaatini taşıdığından Bağdat’ın geri alınması kararından o dönem için vazgeçmemiştir. Bu doğrultuda Bağdat’ın geri alınması görevinin Yıldırım Ordular Grubuna verilmesi ve yeni teşkil edilecek olan 7. Osmanlı Ordusunun Halep’te toplanması kararlaştırılmıştı.

1917 yılının Ağustos ayında hâlâ İstanbul’daki Alman karargâhında Bağdat’ın geri alınması için planlar yapılırken İngilizlerin, Filistin’de taarruza geçme hazırlıkları içinde oldukları istihbaratı alındığından General Falkenhayn, 1917 Eylül ayı başında cepheye gelerek birlikleri ziyaret etmiştir. O da Alman ve Osmanlı Başkomutanlıklarının düşünceleri dışında 7.Ordunun Suriye ve Filistin’de kullanılması kararına varmıştı. Enver Paşa’da aynı düşüncede olunca yeni kurulan orduya 7 ve 8. ordularda dahil edilip önce Filistin’de sonuç alınıp daha sonra Bağdat’a harekat yapılması planlanmıştı.

Mustafa Kemal Paşa, 15 Ağustos 1917 günü Halep'e gelerek, göreve başlamıştır. İstanbul’da yeni ordu teşkil edilirken Mustafa Kemal Paşa’nın komutanı olacak olan General Falkenhayn Mustafa Kemal Paşa’ya bir miktar altın vermek istemiştir. Bu olay daha ilk günden Atatürk’ün Falkenhayn’a güvenini sarsmış ve onda General’in para ile Türk komutanlarını satın alarak Alman çıkarlarına hizmet ettirmek istediği izlenimini yaratmıştı. Bu rüşvet niteliğindeki altınları Mustafa Kemal Paşa Levazım subayına senetle aldırır ve daha sonra da kuruşuna dokunmadığı altınları senetle generale iade eder.

7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Ordular Komutanı olan General Falkenhayn ile temel bazı problemlerde fikir ayrılıklarına düşmüştü. Mustafa Kemal Paşa, başlıca iki noktada Falkenhayn’dan farklı düşünüyordu: Mustafa Kemal Paşa’nın görüşüne göre Osmanlı Ordusu, Filistin’de taarruz edecek güce sahip değildi ve bu nedenle savunmada kalmalıydı. Bu düşüncesinin temelini daha önce 23 Şubat 1917 yılında Hicaz Seferi Kuvvetler Komutanlığı zamanında Şam’a gelişini takiben Sina Cephesindeki kuvvetleri denetlemesi ile oluşturmuş ve stratejik açıdan Hicaz’ın savunulması değil, boşaltılması gerektiğini çok daha önce idrak etmişti. Öte yandan Filistin cephesinde, iki ordunun kullanılmasına uygun coğrafî yapıda olmadığını belirtip, bütün riskleri, sorumlulukları üstüne alıp cephenin tüm sorumluluğunu yalnızca 7. Orduya, kendisine verilmesini istedi. Ancak Mareşal Falkenhayn, Mustafa Kemal Paşa’nın bu herkesin cesaret edemeyeceği görüşlerine katılmamış ve 7. Ordunun, Alman Albay Kress von Kressenstein komutasındaki 8. Ordu’nun yanında taarruz kademesinde görevlendirilmesi kararında direnmişti.

Mustafa Kemal Paşa’nın bu bölgeye ilk gelişi değildi. Daha 1905 yılında, askerlikten atılmış ve Abdülhamit’in muhbirlerinden olan Fethi diye birinin genç Yüzbaşı Mustafa Kemal’i, Abdülhamit rejimine sırf muhalif olduğundan dolayı saraya ihbar etmesinden dolayı Yzb. Mustafa Kemal tutuklanır ve birkaç ay hapis yatar. Okul Müdürü Rıza Paşa’nın desteği, ciddi bir suç ve delilin olmayışı nedeniyle Mustafa Kemal serbest bırakılır. Bu olaylardan sonra iyi bir yere tayin beklerken sürgün olarak Şam’da bulunan 5. Ordu karargâhı olan Suriye’ye tayin olur.

Suriye’de 3 yıl görev yapmış ve tüm bölgeyi at sırtında adım, adım dolaşmıştır. Yafa, Kudüs, Beyrut, Şam, Havran gibi şehirlerde Filistin ve Suriye’nin her yerinde adımlamadığı, incelemediği yer kalmazken, bu incelemelerine yerel halkın yaşayışı ile ilgili kısımlara da dahil eder ve ne yazık ki Pax Ottoma’na (Osmanlı Barışı) sayesinde yüz yılardır huzur ve barış içerisinde yaşadıkları Osmanlı idaresi altındaki, Osmanlı tarafından ‘’Kavm-i Necip’’  olarak güzel, üstün ırk diye nitelen ve neredeyse askere alınmayıp vergi dahi alınmayan Arap halkının bir Türk hareketinden yana olmadığını da fark etmişti. Ümmetçilik düşüncesinden daha çok bir Arap düşüncesine sahip olanların Osmanlılık gibi bir anlayıştan çok uzakta olduğunu anlamakta çok gecikmemişti genç yüzbaşı Mustafa Kemal.

Mustafa Kemal Paşa yıllar öncesinden hem coğrafyaya olan hâkimiyeti hem de bölgenin demografik yapısını çok iyi analiz etmesinden dolayı komutanı olan General Falkenhayn’dan hem tecrübe hem de görüş olarak fersah, fersah önündeydi, tabi ki bu durumda, onunla bir fikir ayrılığı getireceği aşikardı.

Mustafa Kemal Paşa kişisel olmaktan çok ülkenin çıkarlarını ön plana aldığı, ülkenin kaderini belirleyecek olan önlemlerin belirtildiği iki önemli rapor hazırlayıp ilk raporu 20 Eylül 1917 yılında raporun birer suretini Başkumandan Vekili Enver Paşa’ya, Sadrazam ve Dâhiliye Nazırı Talat Paşa ile 4.Ordu Komutanı Cemal Paşa’ya göndermiştir. 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa 20 Eylül 1917 tarihli raporunda ülkenin koşullarını ve Alman Mareşali Falkenhayn ile çalışamayacağını bildirmekteydi. Mustafa Kemal Paşa, bahse konu raporunda bu durumu şöyle ifade etmektedir: “Bağdat’ın geri alınması hiçbir şeyi değiştirmez, çünkü savaşın kaderini belirleyecek yer Sina’dır. İngiliz birliklerinin aslında yoğun bir şekilde bulunduğu yer de aslında Sina-Filistin’dir.’’

Mustafa Kemal Paşa, 20 Eylül 1917 tarihli raporuna ilaveten 24 Eylül 1917 tarihinde ek bir rapor daha yazmıştır. Aslının Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya suretinin de Cemal Paşa’ya gönderildiği ek raporda Sina cephesine yapılacak harekâtın nasıl olması gerektiğine ve Falkenhayn ile arasındaki görüş farklılığına dikkat çekmiştir. Mustafa kemal Paşa bu genel durumu anlatan raporları yazıp büyük felaketlere neden olacak durumları anlatmaya çabalarken Yıldırım Orduları Komutanı Falkenhayn’ın ordulardaki yeni düzenlemesiyle 7. Ordu etkisiz hâle getirir ve adeta Mustafa Kemal Paşa’yı yok sayar.

Mustafa Kemal Paşa, raporunda vatanın çıkarlarıyla birlikte kendi şeref ve yeteneğinin de aşağılanacağından dolayı vatana hizmet edemeyecek hâle geldiğini, Sina cephesinin savunmasının yalnız 7. Ordu Komutanlığına verilmesini ya da istifasının kabul edilmesini bildirmekteydi. Enver Paşa, memleketin ve ordunun durumu konusunda Mustafa Kemal Paşa’nın bu değerlendirmelerine yüzeysel yaklaşmış ve Mareşal Falkenhayn’ı destekler tutumunu sürdürmüştür.

Falkenhayn dürüst, vatansever, memleketin çıkarları konusunda kimseye ödün vermeyen, açık fikirli, düşündüklerini açıklamaktan çekinmeyen, fikirlerinde sebat sahibi, enerjik 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa ile hiçbir zaman anlaşamamış onu etkisizleştirmek için görev sahasını daraltmaya, yetkilerini kısıtlamaya çalışmış ve yazışmalarda 7. Ordu’yu adeta lağvedilmiş bir halde göstererek onu yok saymış ve emir komuta kargaşası yaratmıştır.

Mustafa Kemal Paşa bu zihniyet ve öngörüsüzlük içinde bulunan Falkenhayn’ın başarılı olacağına inanmıyor ve Enver Paşa’nın ona olan güveninin felaketle sonuçlanacağını düşünüyordu. 2 Ekim’de Enver Paşanın Mareşal Falkenhayn’ın görüşlerini benimseyen, Mustafa Kemal Paşanın endişelerinin gereksiz olduğu, Falkenhayn’a güvenmesi mealindeki cevabi telgrafı da gelmişti. Mustafa Kemal Paşa bu noktadan itibaren ipleri atmak, Falkenhayn komutasında yürütülen bu olumsuz ve yanlış politikalara ortak olmamak, başarabilirse bunu engellemek adına istifa etme konusunda kesin kararını vermişti.

Bazen insanın varlığı ile bazen de insanın yokluğu ile bir fayda sağlanır. Mustafa Kemal Paşa istifa ederek ülkesi adına endişe duyduğu gelişmeleri istifa ederek engelleyebileceğini düşünmüştü. Mustafa Kemal Paşa, 6 Ekim’de Cemal Paşa ile yaptığı görüşmeden de bir sonuç alamadı ve istifasını verdi. Yerine Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa’yı vekil tayin ederek 11 Ekim’de Halep’ten hareket ederek 15 Ekim 1917’de izinli olarak İstanbul’a geldi

Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a geldi ama nasıl geldi. İstanbul’a gidecek yol parası olmadığından atlarını Cemal Paşa’ya 2000 altın liraya satarak kendinin ve yaverinin yol parası sağlamak olanağını bulmuştu. Mustafa Kemal Paşa bir ordu komutanı olarak İstanbul’a gidecek maddi imkânı yoktu. Yol parası için Diyarbakır’da 2.Ordu Komutanıyken almış olduğu cins atlarını satmak durumunda kalmıştı. Atları 2000 altın liraya Cemal Paşa almış ve daha sonra bu atları 5000 altın liraya satınca aradaki farkı sonradan Mustafa Kemal Paşa’ya göndermiştir. Mustafa Kemal Paşa bu paraları daha sonra yeni teşebbüsler için kullanmıştır.

Mustafa Kemal Paşa tüm açıklığı ile yazmış olduğu raporların ne kadar doğru olduğu istifasından kısa süre sonra ortaya çıkacaktı. Tüm ikazlara rağmen Falkenhayn’ın hala kat’i sonuçlu taarruz fikrinde direnmesi büyük felaketlere sebep olacaktı.  Mustafa Kemal Paşa, düşmanın yakında saldırıya geçeceğini ve bu saldırının daha kendi birlikleri cepheye girmeden olacağını 20 Eylül 1917 tarihli raporunda belirtmişti. Alman birliği olan Asya Koluna ait kuvvetler henüz cepheye ulaşmamıştı bile.

Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a 15 Ekim 1917 yılında izinli olarak gelmiş ve ülkenin geleceği için neler yapabilirim diye düşüncelere dalmış ve çeşitli görüşmelere başlamıştı. Filistin cephesinde ise işler tahmin edileceği gibi hiç de iyi gitmiyordu. Mustafa Kemal Paşa daha İstanbul’a gelişin ikinci haftasında 8.Ordu Komutanı von Kress, Gazze’den gelecek bir İngiliz saldırısı beklerken, asıl saldırı 31 Ekim 1917 tarihinde Birüssebi yönünden gelmişti. Mustafa Kemal Paşa’nın ne kadar endişe duyduğu olay varsa gün ve gün gerçekleşiyordu.

İngilizler 110 bin kişilik bir kuvvetle taarruza geçerek 30 Ekim 1917’de başlayan III. Gazze Savaşı’ndan galip çıktılar ve 7 Kasım’da Gazze’yi, 16 Kasım’da Yafa’yı işgal ettiler. İngiliz ilerleyişi karşısında tutunamayan Yıldırım Orduları Grubu süratle Filistin’den kuzeye doğru çekildi.

İngiltere Başbakanı Lloyd George, General Allenby’den Haziran 1917’de göreve başladığında İngilizlere Noel hediyesi olarak Kudüs’ü almasını istemişti. Mustafa Kemal Paşa’nın istifasından iki ay kadar kısa bir süre sonra İngilizler Kudüs’ü 9 Aralık 1917’de işgal etmişti. Mekke ve Bağdat’tan sonra Kudüs düşman eline düşen üçüncü kutsal şehir olmuştu.

İngiliz Komutanı Allenby, aynı gün büyük bir törenle, 1538 yılında Kudüs surlarını inşa ederek şehrin esas görünüşüne mührünü basan Kanuni Sultan Süleyman devrinde yeniden inşa edilen ve Şehrin kadim ve dinî veçhesini yansıtan Müslümanları hem de Ehl-i Kitap mensuplarını kucakladığını belirten yani İbrahimi dinlere, her üç dine duyulan saygıyı ifade eden Lâilahe illallah İbrahim Halilullah” (Allah’tan başka ilah yoktur. İbrahim O’nun dostudur) yazan şehrin giriş kapısındaki kitabe olan Halil Kapısı ya da diğer bilinen adıyla Yafa kapısından Kudüs’e girer.

İngiliz general Allenby Kudüs’e muzaffer bir Komutan olarak girer ve 638 yılında Hz. Ömer zamanında Roma (Bizans) İmparatorluğundan İslâm orduları başkumandanı Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın şehri kuşatarak almasından 461 yıl sonra, Haçlı Seferlerinin birincisinde 15 Temmuz 1099 da Aşağı Lorraine Dükü Godefroi de Bouillon’un birlikleri tüm Kudüs Müslümanlarını ve Yahudilerini kılıçtan geçirerek öldürüp işgal etmesinden 88 yıl sonra Temmuz 1187’de Hittîn mevkiinde yapılan savaşta Kudüs krallık ordusunu yok edip Mi‘rac kandiline denk düşen 27 Receb 583 (2 Ekim 1187) Cuma günü Kudüs’ü Haçlılardan kurtaran Selçuklu sarayında yetişmiş büyük komutan Selahattin Eyyübi’nin mezarına çıkıp   

‘’ The wars of the crusades are now complete ‘’ (Ey Selahattin Eyyübi Haçlı Seferleri işte şimdi tamamlandı) dediği rivayet edilir.

               Sellahattin Eyyübi’nin 1187 yılında Kudüs’ü yeniden ele geçirmesinden sonraki yıllarda da Kudüs’ü ele geçirmeye uğraşan Haçlılar’ın girişimleri başarıya ulaşmadı. Ancak 42 yıl sonra İmparator II. Friedrich, düzenlediği Haçlı seferi sırasında 1229 yılında Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’l-Kâmil Muhammed ile anlaşarak on yıl süreyle Kudüs’e ve Kudüs’ü Yafa’ya bağlayan dar bir arazi şeridine sahip olma hakkını elde etti Friedrich 17 Mart 1229’da Kudüs’e girdi ve Nablus kadısı Şemseddin’in refakatinde şehri dolaştı. Böylece Batılılar silâh zoruyla elde edemedikleri Kudüs’e diplomatik gayretleri neticesinde kavuştular.

               Mısır Eyyübileri 1229 yılında diplomatik yoldan ele geçen Kudüs’ü 15 yıl sonra Ekim 1244 yılında Suriye Eyyûbîleri’ni ve müttefikleri Haçlılar’ı Gazze dışında yaptıkları savaşta bozguna uğratmış ve Kudüs kesin olarak Haçlılar’ın elinden çıkarak Mısır Eyyûbîleri’nin hâkimiyetine girmiş olur ve Haçlılar’ın 1099’da Kudüs’ü ilk alışından 145 yıl sonra şehir Türkler’in eline geçer. Kudüs tam 673 yıl kesintisiz Türk hakimiyetinde kalır. Bunun 272 yılı 1244 yılından 1516 yılına kadar Mısır Memlük Türk devleti, 1516 yılı Memlük-Osmanlı Mercidabık Savaşından 1917 yılına kadar 401 yılda Osmanlı Hakimiyetinde kalır.

Kudüs Haçlılar’ın 1099 da ele geçirmesinden çok önce de Mısır’daki Türk Tolunoğlu devletinin 878 yılında Filistin’i alınca Kudüs 905 yılına kadar 27 yıl Kahire merkezli devletlerin idaresinde kaldı. 1073 yılından 1099 yılındaki haçlı seferlerine kadar olan çeyrek asırlık bir süre de Kudüs, Büyük Selçuklu Devletinin hâkimiyetin de kalmıştı.

İngiliz General Allenby Kudüs’e muzaffer komutan olarak girmiş ve 730 yıl sonra Kudüs’ü Türklerden, Müslümanlardan kurtarmış olmanın sevinci I.Dünya Savaşındaki ittifak yaptığımız Almanya gibi müttefikimiz olan Avusturya Macaristan İmp.’luğunun başkenti Viyana’da kiliseler de çılgınca çanlar çalınarak kutlanır,

 İnsanların ellerinde mumlarla zafer çığlıkları attığını görünce, müttefikimiz Avusturya’nın bir zafer kazandığını zanneden ve bunu sokaktaki birine soran  Mehmet Akif Ersoy’a

‘’ Zafer de söz mü? İngilizler Müslümanlardan Kudüs’ü aldılar: İngiliz ordusu Allenby’nin kumandasında Kudüs’e girdi. Mukaddes şehir aydan kurtuldu, haça kavuştu

diyen adamdan Kudüs’ün düştüğünü öğrenen Mehmet Akif Ersoy’un anılarından ve bu anıları kitaplaştıran Mithat Cemal Kuntay’ın kitabından nasıl bir çıkmaza düştüğümüzü çok iyi anlıyoruz. Zaten Alman hükümetinin üyeleri Mehmet Akif Ersoy’a  ‘Müslümanlar ve Türkler gibi vahşilerle medeni Alman milleti nasıl birleşir?’’ diye soru sorarak bu ittifakın anlamsızlığını dile getirmişlerdi.

Hıristiyan dünyası için Kudüs’ün manevi değerini, Türklerden ve Müslümanlardan kurtulmasının Avrupa’da çılgınca kutlanmasını insan bir derece anlıyor da, 1099 yılında Haçlılarca ele geçen ve günlerce katliam yapılan ve ne kadar Müslüman varsa kılıçla katledilen bütün şehrin kan denizine dönüşen Kudüs’ün 20 yy. Haçlılarınca ele geçirilmesine Arap aşiretleri neden sevinir onu anlamakta insan zorlanıyor.

Kudüs İngilizlerin eline geçince İngiliz istihbaratının uydurduğu bir senaryoda ete kemiğe bürünmüştü. ‘’ Nil Nehri Filistin’e akıtıldığı zaman batı’dan gelecek bir peygamber El Nebi ( Allenby),Türkleri Kudüs’ten çıkaracaktı’’ Allenby’i El Nebi (Peygamber) olarak okuyan Araplar Hıristiyan bir komutanı peygamber seviyesine çıkarmışlar ve bu kehanetin gerçekleşmesine seviniyorlardı 1917 yılından sonra kovulup bir daha girmeyecekleri Kudüs için İngiliz istihbaratının yaymış olduğu bu söylentiye Arap aydınları da inanmış ve kendilerine göre bu söylentiyi adapte etmişler ve ; “Nil Arabistan’a aktığı zaman, Araplar Türk hâkimiyetinden kurtulacaklardır.” Diye bir inanışa sahip olmuşlardı.

Bu söylenti Mecazi anlamda kalmamış İngilizler muharebe sırasında su borularıyla Nil suyundan yararlanarak Tih sahrasından bu borular vasıtasıyla Nil’in suyunu Filistin’e akıttılar. Sonuç da Türk Ordusu Arap İsyancıların desteği ve İngilizlerin taarruzlarıyla Filistin’den ayrılmak durumunda kaldı ancak gerçekleşen söylencedeki Nil suyu Filistin’de akmaya başladığı günden beri göz yaşı ve kan gün ve gün hala akmaya devam ediyor.

Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a geldikten 54 gün sonra 9 Aralık 1917’de Kudüs artık Türklerin elinden çıkmıştı. Padişah Sultan Reşat rahatsız olduğundan Velihat Vahdettin Alman İmparatoru II. Wilhelm’in davetine katılmak üzere Almanya’ya gidecekti. Mustafa Kemal’in izinli olarak İstanbul’da bulunmasından, hükümeti eleştirmesinden ve siyasi nüfuz arayışı içerisinde olmasından rahatsız olan Enver Paşa, onu İstanbul’dan uzaklaştırmak için diplomatik bir görevle Velihat Vahdettin’nin yanında Almanya’ya gitmesini teklif etmiş, Mustafa Kemal Paşa’da kabul etmişti.

Velihat Vahdettin ve beraberindeki heyet 15 Aralık 1917 yılında Sirkeci’den Almanya’ya hareket eder ve 19 Aralık’ta Alman Genel Karargâhının bulunduğu Bad Kreuznach’a gelirler. Bu seyahat esnasında Mustafa Kemal, Alman Genel Karargâhında ve Alman askerî çevrelerinde incelemeler yapmış, aynı zamanda Alman İmparatoru II. Kayzer Wilhelm’in yanı sıra, Mareşal Paul von Hindenburg, General Erich Ludendrorff gibi dönemin tanınmış komutanlarıyla tanışma imkânına sahip olmuştur.

 Almanya seyahati sırasında Alsas bölgesindeki Güney-Batı Cephesi ve Essen’deki Baron Gustav Krupp von Bohlen’in sahibi olduğu Krupp Fabrikaları ziyaret edildi. Oradaki durumu yakından gören Mustafa Kemal müttefik devletler için geleceğin mağlubiyet olacağını açıkça söylemekten çekinmemiştir. Zira o günlerde artık ABD’de Almanya aleyhine savaşa girmiştir.

Rusya’nın harpten çekilmesine rağmen Alman zaferi artık bir hayaldir. Mustafa Kemal Paşa bunun idraki içindedir. 1 Ocak 1918’de İstanbul’a hareket edildi. Mustafa Kemal Paşa heyette askerî müşavir ve tercüman olarak bulunan Albay Naci (Eldeniz) Bey de olduğu halde Vahideddin’in kompartımanında birkaç kez bir araya geldi. Bu toplantılarda Almanya’nın sanıldığı kadar güçlü olmadığını savaşı kaybetme ihtimalinin büyük olduğunu askeri değerlendirmeleriyle ortaya koydu.

 Önce Bağdat, ardından Kudüs düşmüştü. İngilizler Filistin’de taarruz hazırlığındadırlar. Bu durumda Mustafa Kemal Paşa’ya göre uygulanacak strateji, elde kalan kuvvetleri süratle Toros’lara çekerek son gücümüzle Anadolu topraklarını savunmaktı. Yol boyunca Veliaht Vahdettin’e bu fikri işlemeye çalışmıştır Almanya hakkında mevcut ve gelişen düşüncelerini Sofya’da kendilerini karşılamaya gelen Büyükelçi Ali Fethi (Okyar) Bey’e “Şuna kesin olarak inandım ve yerinde gördüm ki Almanya savaşı kaybetmiştir. Biz ne yapıp, yapıp ayrı bir barış imzalamalı savaştan en az zararla sıyrılmalıyız” sözleriyle açıkladı.

.Savaşın kaderi her şeyiyle apaçık ortadaydı. Mustafa Kemal Paşa tüm detayları açıkladığı Vahdettin’e durumu tüm açıklığı ile anlatmış, çözüm yollarını arz etmişti. Mustafa Kemal Paşa’nın Almanya seyahati, 4 Ocak 1918’de Veliaht Vahdettin ve mahiyetindeki heyetin İstanbul’a gelmesiyle son bulmuştur.

Mustafa Kemal Paşa ve veliaht Vahdettin’in Almanya gezisinin İstanbul’da sona erdiği Ocak 1918 in ilk günlerinde, İngilizlere karşı kutsal toprakları savunmaya çalışan Osmanlı askerlerine karşı, Osmanlı Hükümeti'nin Müslümanlığın kutsal değerlerini çiğnediği !!! ve Arap haklarının çiğnendiği iddialarını sebep göstererek isyan eden Mekke Şerifi Hüseyin’in 50.000 kişilik Arap isyancıları Filistin Cephesinde ardı ardına saldırılarda bulunuyorlardı. 3 Ocak 1918’de isyancı Araplar Ölü Deniz’in güneydoğusundaki Ebi’l Lesen’i, 14 Ocak 1918’de Tüfeyle’yi, 21 Şubat 1918’de Eriha’nın (Jericho) ‘yu ele geçirmişti.

Mustafa Kemal Paşa’nın anlaşamadığı ve o yüzden istifa ettiği Yıldırım Ordular Komutanı general von Falkenhayn ile Mustafa Kemal Paşa’nın bölgeden ayrıldığı Ekim 1917 yılından Şubat 1918 yılına kadar geçen 4 aylık kısa sürede her rütbeden Türk subayları ile anlaşmazlıklar yaşanmış, Türk subayları general von Falkenhayn'ın kararları ve komutasından giderek daha fazla rahatsız olmaya başlamışlardı. Gazze ve Birüssebi'deki bozgunun (1917) onun yönetiminden ve tabiatından kaynaklandığı düşünülüyordu.  General von Falkenhayn'ın sorunlarının bir kısmı Türk subaylarına yukarıdan bakması ve Türk kurmay heyetinin operasyon planlamalarına katılmasına izin vermemesinden kaynaklıydı.

Falkenhayn'ın Yıldırım Ordular Komutanı olarak göstermiş olduğu başarısız süreç Enver Paşa ve Türk Genelkurmayının gözünde bir hayal kırıklığına dönüşüyordu. Falkenhayn'ın Gazze-Birüssebi hattını tutmaktaki başarısızlığı bu hayal kırıklığını daha da belirgin hale getiriyordu. Genelkurmay birinci yardımcısı von Seeckt 6 Şubat 1918’ de von Falkenhayn'ın karargahını ziyaret etmiş ve hayal kırıklığı ile dönmüştü. Enver Paşa bu güven kaybından dolayı von Falkenhayn'ı görevden almaya karar vermişti. Tabii ki bu geç gelen karar ve Mustafa Kemal Paşa’nın öngörüsüne kayıtsız kalarak Falkenhayn’ı Filistin cephesinde tutmak cephede onarılması güç zararlar vermişti.

İngiliz General Allenby, Türk cephesinde komuta kademesindeki rahatsızlığın sürdüğü bir zamanda 19 Şubat 1918'de Eriha kasabasına taarruza geçer, Türk piyade tümenlerine ağır darbeler indirir ve Türk savunma hattı Şeria Nehri'nin doğu yakasına çekilmek durumunda kalır.

Göreve geldiğinden beri başarısızlıklarla dolu bir komutanlık gösteren General Falkenhayn Yıldırım Ordular Komutanlığından alınır ve yerine başka bir Alman general von Lossow ile o sırada 1.ordu'ya komuta etmekte olan Lliman von Sanders’in adı öne çıkar. Osmanlı'nın savaşla ilgili stratejik yönetimi hususundaki büyük görüş ayrılıklarına rağmen Enver Paşa, von Sanders'e büyük saygı duyuyordu. 19 Şubat 1918 tarihinde Enver Paşa, von Sanders'e Yıldırım Ordular Grubunun komutasını teklif eder ve Liman Paşa bu görevi hevesle kabul eder.

21 Mart 1918 - General Allenby, karşı harekete geçince Osmanlı orduları Amman’a çekilmek durumunda kalır. Nisan 1918'de Cafer el-Askari ve Nuri es-Said önderliğindeki Arap Düzenli Ordusu, Ma'an'daki Osmanlı tren istasyonuna saldırı düzenler. Eski bir Osmanlı subayı olan ve Harbiye’de askeri eğitim almış Cafer el-Askeri, İngilizler'den Ma'an'da bulunan Osmanlı garnizonuna karşı hardal gazı kullanılmasını talep eder ancak bu talebi Hıristiyan İngilizler tarafından reddedilir. 1918 baharında Hicaz demiryolunu yok etmeye yönelik olan Kirpi Harekâtı başlalar ve. Mayıs 1918'de Hicaz demiryolunun 25 köprüsü yok edilir.

Osmanlı İmp.’nun Padişahı ve İslam Aleminin Halifesi I.Dünya Savaşında Cihad-ı Ekber ilan ederek savaşa katılmış ve İngilizlere karşı Suriye, Filistin ve Hicaz’da kutsal toprakları savunmaya çalışırken, Mekke Şerifi Hüseyin İngiltere'nin Mısır Valisi Henry McMahon ile bağımsız bir Arap devletinin kurulmasına yönelik gizli görüşmeler yaparak Osmanlı askerlerine karşı, Osmanlı Hükümeti'nin Müslümanlığın kutsal değerlerini çiğnediği iddiasıyla İngilizlerin yanında yer almış ve savaşın başlamasıyla birlikte İngilizlerle ittifak kurarak Cihat çağrılarına uymayarak İngiliz desteği ile isyana başlamıştı..

 Yemen'de Aden, Suriye'de Halep'i kapsayan bağımsız ve birleşik bir Arap devleti kurmak amacıyla Şerif Hüseyin bin Ali tarafından başlatılan silahlı isyan ilk olarak 10 Haziran 1916 sabahı Mekke'de başlamıştı. Sırasıyla 10 Haziran 1916'da İngiliz savaş gemileri ve deniz uçaklarının bombardıman yardımıyla birlikte 3500 isyancı Arap Cidde limanına saldırı gerçekleştirdi. Osmanlı garnizonu 16 Haziran'da teslim oldu. 9 Temmuz 1916'da Mekke, 22 Eylül 1916'da Taif'i,  Eylül 1916'nın sonuna gelindiğinde Şerif Ordusu,Kraliyet Donanması'nın da yardımıyla Rabigh, Yanbu ve Kunfudha gibi kıyı şehirlerini ele geçirmişti ve 6.000 Osmanlı askerini esir almıştı

               Kraliyet Donanması’nı desteği ile 23 Ocak 1917'de kuzeyden Wejh'e saldırdı. Wejh 36 saat içinde teslim oldu. Arap kuvvetlerinin sayısı 70.000 adama ulaşmıştı. Şubat 1917'de ilk kez hareket halindeki bir lokomotif mayınla havaya uçuruldu. Mart 1917'de Lawrence, Hicaz demiryoluna ilk saldırısını gerçekleştirdi. Ağustos 1917'de Yüzbaşı Raho, bir Bedevi kuvvetine komuta ederek Hicaz demiryolunun 5 kilometresini ve dört köprüyü yok etti.

Lawrence, 1917'de Arap düzensiz birlikleri ve Auda Abu Tayi komutasındaki güçlerle birlikte Akabe'ye karşı bir saldırı gerçekleştirdi. Akabe, o sırada Kızıldeniz'de kalan tek Osmanlı limanıydı. Akabe'nin ele geçirilmesi, İngiliz malzemelerinin Arap isyanına aktarılmasına yardımcı olacaktı. 6 Temmuz'da karadan yapılan bir saldırının ardından Akabe, yalnızca birkaç kayıpla Arap güçlerinin eline geçti

1918 baharında Hicaz demiryolunu yok etmeye yönelik olan Kirpi Harekâtı başlatıldı. Mayıs 1918'de Hicaz demiryolunun 25 köprüsü yok edildi. 27 Eylül 1918'de Tefes köyü yakınlarında gerçekleşen savaş ile isyan güçleri önemli bir zafer elde etti. Burada isyan güçleri, yakalanan Osmanlı askerlerini ve onlarla birlikte olan yaklaşık 250 Alman ve Avusturyalı askerini Lawrence'ın emri ile makineli tüfeklerle vurarak kısa sürede idam etti ve Tefes Katliamı'nı gerçekleştirdi.

Arap isyanının gerekçesi Osmanlı Hükümeti'nin Müslümanlığın kutsal değerlerini çiğnediği iddiasıydı. Müslümanlığın kutsiyetini taşıyan ve İslam’ın 5 şartından biri olan Hac Farizasını gerçekleştirmek için çok uzun mesafeleri, binlerce kilometre kızgın çölde yaya ya da deve kervanlarıyla aylarca süren hac yolculuğu 4,5 güne düşüren ve o yıllar için müthiş konfor içeren Hicaz Demiryolunu Arap isyancıları Lawrence’ın emir komutasında kilometrelerce demiryolu hattını ve köprüleri sabotajlarla kullanılmaz hale getirmişlerdi.

Cephede bütün bu gelişmeler yaşanırken, Mustafa Kemal Paşa, böbreklerinden rahatsızlanmış ve doktorların tavsiyesi ile önce 13 Mayıs 1918 tarihinde Viyana’ya gelmiş daha sonra ise 30 Haziran-28 Temmuz 1918 tarihleri arasında tedavisi Karslbad’da devam ederken Sultan V. Mehmet Reşat’ın 3 Temmuz 1918 tarihinde vefatını ve yerine 4 Temmuz 1918’de Veliaht Vahdettin’in VI. Mehmet unvanıyla tahta geçtiğini de Karlsbad’da iken haber almıştır.

 27 Temmuz 1918 tarihinde Karlsbad’dan İstanbul’a hareket etmek üzere ayrılan Mustafa Kemal Paşa, Viyana’da İspanyol nezlesine yakalanınca gecikmeli olarak 1918 Ağustos ayı başında İstanbul’a dönmüştü. İstanbul’a döner dönmez yeni Padişah Vahdettin, 5 Ağustos 1918’de Mustafa Kemal Paşa’yı huzuruna davet etmişti.

 Padişah VI. Mehmet Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa’ya:“...Sizi Suriye’ye komutan atadım. Oradaki durum önem kazanmış, oraya gitmeniz gerek, sizden istediğim şudur: O tarafları düşman eline geçirtmeyeceksiniz! Verdiğim görevi başarıyla yapacağınıza inanıyorum. Hemen o kıt’aya hareket etmelisiniz!” diyerek mağlup ve bitik haldeki cepheye tekrardan Mustafa Kemal Paşa’yı 7. Ordu Komutanı olarak görevlendirdiği iradesini bildirmiştir.

Osmanlı geleneklerinde bir komutanın atamasındaki teamüller Padişahın onayı alındıktan sonra Genelkurmay’ın bu atamayı yapması şeklindeydi ancak teamüllere aykırı olarak Mustafa Kemal Paşa’ya 7. Ordu Komutanlığı görevi Harbiye nazırı Enver Paşa tarafından değil de Padişah tarafından verilmişti.

Padişahtan atama iradesini alan Mustafa Kemal Paşa Suriye’de yenilmiş bir orduya görevlendirmesiyle orada nasıl başarılı olacağını Padişaha arz etmiş ancak Mustafa Kemal Paşa, bu şekilde atanmasından memnun olmamakla birlikte, Padişah VI.Mehmet Vahdettin ile tartışmaya gerek olmadığını düşünerek izin alıp dışarıya çıktığı sırada, salonda Enver Paşa’yı görür ve ona:“Bravo kutlarım, başardınız!:Azizim, hiç olmazsa, biraz esaslı önlemler üzerinde konuşalım. Benim bildiğime ve anladığıma göre, artık Suriye’de ordu; kuvvet, durum, isimden ibarettir: Beni oraya göndermekle, güzel bir intikam alıyorsunuz. Sonra alışılmışın dışında bir iş yaptınız; Padişah’ın kendisinden bana buyruk çıkarttınız!”diyerek duyduğu rahatsızlığı belirtmiştir..

Mustafa Kemal Paşa, Padişah ve Enver Paşa hakkındaki kişisel düşüncelerini dikkate almayarak, Osmanlı Devleti’ni kurtarmak amacıyla, Filistin Cephesi’ne hareket etmiştir. Uzun bir süredir hasta olan 7.Ordu komutanı Fevzi Paşa (Mareşal Çakmak), 1 Ağustos 1918’de izinli olarak ayrılmış, Ordu Komutanlığını, 1-6 Ağustos 1918 tarihleri arasında, 2.Ordu Komutanı Nihat Paşa vekil olarak yürütmüştür. Yeniden 7. Ordu komutanlığına atanan Mustafa Kemal Paşa İstanbul’dan 22 Ağustos’ta trenle yola çıktı ve 27 Ağustos’ta Halep’e ulaştı. 7. Ordu karargâhının taşındığı Nablus’a 1 Eylül 1918’de geldi ve vekâleten görevi üstlenmiş olan Nihat Paşa’dan komutayı devraldı.

Yıldırım Orduları Grubu, 4, 7 ve 8.Ordulardan kurulmuş olarak Nablus’un güneyi ile Şeria Nehri arasına konuşlanmıştı. Mustafa Kemal Paşa, yolculuğu sırasındaki gözlemlediği cephe durumundan etkilenmiş, gerçekte her şeyin bittiğini görmüştü. Kendisi Suriye’den ayrılırken Sina Çölü kıyısında olan ordu gerilemiş, cephe Şeria Vadisi’nin kuzeyine çekilmiştir. Mustafa Kemal Paşa kumandasındaki 7. Ordu’da 3.Kolordu Komutanlığını Albay İsmet (İnönü), 20. Kolordu Komutanlığını Ali Fuat Paşa (Cebesoy), 26.Tümen Komutanlığını Albay Fahrettin (Altay) yapıyorlardı.

Mareşal Falkenhein, 25 Şubat 1918’de, Filistin Cephesi’ndeki Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'ndan alınmış, yerine atanan Mareşal Liman Von Sanders, 1 Mart 1918’de emir ve komutayı almıştı. Mustafa Kemal Paşa, Çanakkale Muharebeleri’nde komutanı olan Liman Von Sanders’i çok iyi tanımış, Mareşal Liman Von Sanders, Mustafa Kemâl Paşa'nın yeniden 7.Ordu Komutanlığı'na atanmasından dolayı çok mutlu olmuştu.

Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı General Liman Von Sanders de cephenin bitmiş olduğu kanaatindeydi. O da durumu şöyle özetliyordu: ‘’Bölgedeki Arap halk silahlanmış, saldırıyor, yağmalıyor, telgraf tellerini kesiyor. Yolsuzluk, araçsızlık, yoksulluk her şeyi olduğundan birkaç kat daha zorlaştırıyordu. Rusların Doğu Anadolu’dan çekilmesi üzerine Kafkasya’da yeni bir cephe açılmış, Filistin Cephesi’nden buraya asker ve teçhizat kaydırılmıştı. Bu cephenin daha da zayıflaması sonucunu doğurmuştu.’’ Bu durum, Enver Paşa tarafından Filistin ve Irak Cepheleri’nin yeteri kadar önemsenmediğini göstermiştir. Alayların çoğu mevcudunun yüzde onuna sahipti. Askerler tümüyle ihmal edilmiş, giysileri perişan, susuzluk, açlık, sıcak ve hastalıktan ölen binlerce asker vardı.

Yıldırım Ordular Grubu Komutanı Mareşal Liman Von Sanders, Mustafa Kemal Paşanın Enver Paşa tarafından yanıltıldığını ve Filistin Cephesi’nin gerçek koşullarının çok olumsuz olduğunu hatıralarında şöyle açıklamıştır:“Çanakkale Muharebeleri’nde tanıdığım bu değerli komutan, buraya gelince Ordunun mevcut itibariyle azlığını ve birliklerin perişan halini gördü ve aldandığını anladı. Enver Paşa ona gerçekten uzak rakamlar vermiş ve Ordunun durumunu da hayli elverişli göstermişti... Malarya(sıtma) ve dizanteri, bu sıcak yaz mevsiminde pek çok kayıp verilmesine sebep oldu. Bütün seyyar hastaneler, nekahathaneler, yurt içi hastahaneleri dolmuştu. Sıcaklığın 55-60 derece arasında değiştiği Ağustos ayında, birliklerin sabah 08.00’den güneş batıncaya kadar hareket etme imkanları yoktu. Yazlık elbisesi olmayan, ancak kalın yün kumaş giyen (bunlara paçavra demek daha yerindedir) ve dörtte üçünden fazlasının artık iç çamaşırı da kalmayan Türk erlerinin, doğrudan doğruya tenlerine giydikleri bu kalın kumaş altında ne zahmet çekecekleri apaçıktır. İngiliz ve Hintlilerin birçok sonuçsuz taarruzlarından sonra, Türk siperleri önünde kalan ölülerinin elbiselerinin derhal soyulması, asla özel olarak tertiplenmiş bir zulüm eseri sayılamaz. Bu durum, Türk erlerinin elbise, ayakkabı ve çamaşır elde etmek için açık olan biricik yoldu. Ölülerin soyulmasıyla ilgili yasaklar hiçbir işe yaramadı. Bu gibi durumlarda Türk askerlerinin cılız (zayıf) omuzlarındaki külüstür(eski, yıpranmış)elbise hızla yere atılıp, yerine düşmandan alınan yeni elbise giyiliyordu.”

Mustafa Kemal Paşa, 9-11 Eylül 1918 tarihleri arasında birliklerini dolaşır ve cepheyi teftişinden sonra nasıl bir kanıya vardığını anılarında açıklamaktadır: “Her şey bitmiştir. Yakın felaketi önlemek için esaslı tedbir bulmak güçtür. Yüzlerce kilometre uzunluğunda üç ordu vardır. Adları ordu… Zayıf, dağınık birtakım kuvvetler.” Bu noktada Mustafa Kemal’in tek düşüncesi bütün kuvvetlerle ufak da olsa değeri olan tek bir ordu kurulmasıydı.

Mustafa Kemal Paşa, 7.Ordu Komutanlığı'nı çok olumsuz vaziyette teslim almış, üzüntü ve yorgunluktan hastalanmıştı. Kurmay Başkanı, yatağında hasta yatan Mustafa Kemal Paşa'ya, günlük raporları getirmişti. Mustafa Kemal Paşa, bir Hintli esirin ifadesine dayanarak düşmanın cephe üzerinde ciddi saldırılar yapacağını değerlendirdiğini ifade ederek, hatıralarında olayı şöyle anlatmaktadır;

Biraz sonra, kurmaylarımı toplu olarak göreceğim, dedim. Yataktan kalktım, giyindim, iş odasına giderek bir savaş buyruğu yazdırdım. Bu buyrukta; düşman, 18 Eylül günü akşamı genel saldırı yapacaktır, diyor ve buna karşı alınacak tedbirleri sıralıyordum. Bu buyruğu, bilgi için Liman Von Sanders Paşa'ya gönderdim. Çok saygı duyduğum bu zat, benim raporlardan çıkardığım sonucu önemsememiş ve gülmüş... 18-19 Eylül gecesi Kolordu Komutanları İsmet ve Ali Fuat Bey’leri telefon başına çağırdım ve sordum: Verdiğim buyruğu ve ona göre gereken önlemleri aldınız mı? Buyruğunuz yapılmıştır, karşılığını verdiler. Ben daha telefon konuşmasını bitirmeden düşman topçusu savaş hatlarımız üzerine ateş etmeye başladı.”

19 Eylül sabahı 04.30 sıralarında General Allenby takviyeli bir kolordu ile denize bitişik 20 km'lik dar bir hat üzerinden Türk’lerin 8000 tüfek ve 120 topuna karşı 35.000 piyade, 9000 süvari ve 400 topluk büyük bir güç ile. İngiliz topçu ateşiyle birlikte tarihin en önemli meydan muharebelerinden biri olan yabancı kaynaklarda Megiddo, bizim tarihimizde ise Nablus olarak adlandırılan Nablus Meydan Muharebesi başlamıştı.

İngiliz, Fransız, İtalyan, Lahor, Hint, Yeni Zelanda-Avustralya (ANZAK) birliklerinden oluşan General Allenby komutasındaki, Türk tümenlerinden beş kat daha güçlü olan deniz ve hava unsurlarıyla da desteklenmiş birlikleriyle, cephedeki Türk kuvvetlerine karşı, 14 katlık bir üstünlük sağlamıştı. Birinci Dünya Harbi’nde hiçbir cephede bu kadar fazla muharebe gücü üstünlüğü sağlanamamıştı. İngilizler ele geçirdikleri askeri güç üstünlüğünü beş aylık bir hazırlık süresiyle en üst seviyeye çıkarmış ve 18 Eylül 1918’de, taarruza başlamışlardı.

Denizden donanmanın, havadan İngiliz uçaklarının yoğun bombardımanı altında gerçekleştirilen bu taarruzda daha ilk saatlerde Türk kuvvetlerinin haberleşme araçları tahrip Bu yüzden birliklerin birbirleriyle irtibatı kesilmiş ve İngiliz birliklerine karşı ortak hareket etme imkânı kalmamıştı. 19 Eylül 1918’de bütün cephe boyunca gerçekleşen İngiliz taarruzu sonucu gün ağarmadan 8. Ordu cephesi yarılmış, 8. Ordunun ezilmesiyle Mustafa Kemal Paşa’nın 7. Ordusu kuşatılma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştı. Bunun üzerine 7. ve 4. Ordular çekilmeye başlamıştı.

8. Ordu kısa sürede muharebe dışı kalırken, İngiliz birlikleri, Nasıra şehrine girip Mustafa Kemal’in uyarısına aldırmayıp çok büyük çapta bir saldırının yapılacağına inanmayan Liman von Sanders’in karargâhını basmışlardı. Yıldırım Orduları Grubu Komutanı Mareşal Liman von Sanders, Nasıra’da İngilizlere esir olmaktan son anda kurtulmuştu.

Ricat, Geri çekilme harekâtı en zor harekatlardan biridir. Taarruz ya da savunma harekatında genel olarak askerler ne yapacağını bilir, ancak geri çekilme harekatı öyle bıçak sırtı bir harekattır ki, yapılan harekatın ruhunu askere anlatamazsanız asker geri çekilme harekatını kaçmak şeklinde algılar ve bir felakete sürüklenen firar, kaçma olayına dönüşür ve önlenemez bir yok oluşa dönüşür.

İngilizlerin taarruzlarıyla cephesi yarılan 8.Ordu askerleri darmadağın olmuş bir biçimde disiplinsiz bir halde geriye doğru kaçarlarken İngiliz uçak filolarının alçaktan uçarak attıkları bombalar, yolları şehitlerimiz, hayvan ölüleri ve tahrip edilen araç parçalarıyla doldurmuştu. Bu dağınık ve disiplinsiz gruptan hiç olmazsa küçük düzenli birlikler kurup, düşmana karşı koymak için bazı subayların giriştiği teşebbüsler, muharebe şoku yaşayan, can derdine düşmüş, aç ve perişan, panik halindeki kalabalığın ilgisizliği karşısında hiçbir işe yaramamıştı.

               Cevat (Çobanlı) Paşa'nın komuta ettiği 8. Ordu, muharebenin ilk günü 19 Eylül 1918’de mevzilerini kaybetmiş, düşmanın şiddetini artıran taarruzları karşısında, birçok esir vererek, silâh, araç ve gereçlerini bırakarak, çekilmeye devam etmiştir, Mustafa Kemal Paşa, 8. Ordu'nun cephesi ve Yıldırım Ordular Grubu'nun gerisinde meydana gelen bu çok kritik durum nedeniyle, 7. Ordu'yu imhadan kurtarmak amacıyla, geri çekilmekten başka bir hareket tarzının uygulanmasının mümkün olamayacağını değerlendirmiş ve Filistin Cephesi’nde meydana gelen bu kritik durum karşısında, Anadolu’yla irtibatını kesmeye ve gerisini kuşatmaya çalışan İngiliz atlı kuvvetlerinin imhasından kurtulmak amacıyla, tarihi geri çekilme (Ricat) emrini vermiştir.

               8. Ordu muharebe gücünü tamamen kaybetmişti. 8. Ordu Komutanı Cevat (Çobanlı) Paşa Nablus’tan çıkarken, düşman süvarisinin taarruzuna uğramış, kaldığı çok zor durumdan ve esir olmaktan son anda kurtulmuştur. 22. Kolordu Komutanı Albay Refet (Bele) de Cevat (Çobanlı) Paşa gibi, canını zor kurtarmıştı. Yıldırım Ordular Grubu'nun cephesi yarılmış, 8. Ordu'nun çoğunluğu imha ve esir olmuştu.

               Mustafa Kema l Paşa'nın 7. Ordusu; Nablus-Afule-Bisan ve Şeria Nehri arasında Allenby’ın Ordusu tarafından çembere alınmıştı. Birinci Dünya Harbi’nde, Kafkasya, Irak, Çanakkale ve Avrupa Cepheleri’nin hiçbirinde Türk komutanları ve Türk Orduları bu kadar zor bir durum yaşamamışlardır. Yıldırım Ordular Grubu Komutanı Mareşal Liman Von Sanders Karargâhı'yla birlikte 21 Eylül 1918’de Dera’ya intikal etmiş, Arap İsyanı’nın ortasında kalmıştı... Liman Von Sanders’e göre durum şöyleydi:

-             Bir memlekette bu bağlantıların kesilmesi, ancak Alman ölçülerine uygun yolların bulunmamasıyla Avrupa’da kullanılan vasıtalardan mahrum ve bunlara ek olarak, ahâlinin Hükâmet’e düşmanlık beslemesiyle izah olunabilir.

Gerçekten bölgede bütün Arap ahâli silâhlanmıştı. Subaylara, erlere hatta küçük müfrezelere saldırıyor, baskınlar yapıyor, birçoğunu öldürüyor ve hatta parçalıyorlardı. Elbiseleri soyulmuş, hakarete uğramış bir vaziyette canını kurtarabilen askerlerden pek çoğu bunun tanığıdır. Telefon ve telgraf hatları durmadan kesiliyordu. Orduda telsizlerin ağır arabalarını çekecek hayvan da bulunmadığı için, bunlardan da yoksunduk."

İngiliz Casusu T.E.Lawrence’in akıl hocalığını yaptığı Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in isyancı oğlu Faysal’ın ordusuna mensup Araplar, Türk ordularının çekilme yolları üzerine pusu kuruyor, köprüleri tahrip ediyor, telgraf ve telefon hatlarını kesiyor, kıt’asından ayrılıp dağılan askerleri öldürüyor, giyeceğini soyup alıyor ve organlarını kesiyorlardı.

Nablus Meydan Muharebesi, Filistin Cephesi’ndeki muharebelerin şeklini değiştirmiştir. Yıldırım Ordular Grubunun çoğunluğu, imha veya esir olarak dağılmış, kalan unsurları düzensiz şekilde Anadolu istikametinde çekilirken, İngiliz ve Arap Orduları, takip harekâtına başlamıştır. Yıldırım Ordular Grubu, Şeria Nehri’nin batısında İngiliz Ordusu tarafından çevrilmiş, Mustafa Kemal, 7.Ordu birliklerini imhadan kurtarmak amacıyla, Şeria Nehri doğusuna çekmeye karar vermişti.

Mareşal Liman von Sanders karargâhıyla birlikte 22 Eylül 1918’de Dera’ya doğru çekilme kararı almıştı. Bu esnada 7.Ordunun sağ kanadını koruyan Cevat (Çobanlı) Paşa komutasındaki 8.Ordu muharebe gücünü tamamen kaybederken, 7.Ordunun doğusundaki Mersinli Cemal Paşanın 4.Ordusu Şam istikâmetinde kuzeye doğru çekilmekteydi. Bu durumda gerek 7.Ordu birlikleri, gerekse 8.Ordu artıkları bakımından tek kurtuluş yolu Şeria nehrinin doğusuna geçmekti.

7.Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa da, birliklerini imhadan kurtarmak amacıyla, 20-21 Eylül 1918 gecesi Şeria Nehri doğusuna çekmeye karar vermişti. General Allenby, Osmanlı savunmasının 21 Eylül 1918’de tam olarak kırıldığını değerlendirerek, bundan sonraki takip harekâtının daha çok süvari birlikleri ve hava kuvvetleriyle yürütülmesini emretmişti.

Mustafa Kemâl Paşa, yürüyüş kolunun emir ve komutasını üzerine alarak, gece yarısından önce verdiği emirde, “Yürüyüş düzen ve disiplinine uymada zerre kadar kusur eden, yol kolu uzunluğunun artmasına sebep olan, geriye kalanların (subay, er kim olursa olsun) hiç acımadan idam edileceğini” bildirmişti. Düşman uçaklarının gece de faaliyete geçebilecekleri ihtimâli düşünülerek, sigara içilmesi ve gürültü yapılması yasaklanmıştı.

Atlı subayların, yürüyüş kolunun disiplinini sürekli olarak denetlemeleri ve Ordu Komutanı’na rapor vermeleri planlanmıştı. Çünkü, Mustafa Kemal Paşa'nın, verdiği emirleri, bizzat tâkip ve kontrol ederek gereğini yaptığını, her seviyedeki komutanlar çok iyi bilmekteydi.

Mustafa Kemal Paşa'nın emri, çok zor şartlara rağmen, aksatılmadan uygulanmış, ilerledikçe birerli kola dönüşen yürüyüş kolu, dağılmadan tek bir kitle halinde 21-22 Eylül 1918 günleri süresince Şeria Nehri istikametinde intikâline devam etmişti. 7. Ordu Karargâhı, uçurumlar kenarından ve virajlı patikalardan gece karanlığında, intikâl ederek, 22 Eylül 1918 sabahı güneş doğmadan önce, Der Tell el Amar Geçidi’ne ulaşmıştı.

Mustafa Kemal Paşa’nın ast birlik komutanı olan 3.Kolordu .Komutanı Alb. İsmet (İnönü) 1. ve 11.Tümenler'in Karargâhları ve kadrolarının çok altına düşmüş olan birliklerini, çok zor şartlarda Şeria Nehri’nin doğusuna geçmesini sağlamış ve 21-23 Eylül 1918 tarihleri arasında Şeria Nehri batısında İngilizler’in 20. ve 21. Kolorduları'nı Çözele Vâdisi’nde 1. ve 11. Tümenler'le cepheden tespit ederek, gerisinde bulunan Çöl Atlı Piyâde Kolordusu'yla birleşmelerini engellemiş, 3. Kolordusu'nu ikinci defa imha veya esir olmaktan kurtarmayı başarmıştı.

7. Ordu’nun sağ kanadını koruyan 8. Ordu imha olduğu ve ayrıca kuşatılmaktan kaçınmak amacıyla çekilmekteydi. Bu olaylar üzerine Mustafa Kemal Paşa’nın doğusundaki 4. Ordu da kuzeye yani Anadolu’ya Halep’e doğru geri çekilmeye başlamıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın 7.Ordusu, Nablus, Bisan ve Şeria Nehri arasında General Allenby’in kuvvetleri ve isyancı Araplar tarafından çembere alınmıştı. Bu hengâmede Nablus-Bisan kara yolu İngiliz süvarilerince tutulduğundan ve Şeria nehrinde köprü olmadığından dolayı Mustafa Kemal Paşa ordusunu bin bir zorlukla daha gerilere çekmeyi başarmış ve ordusunu kuşatılmaktan ve imha edilmesinden kurtarmıştı. 22-23 Eylül 1918 gecesi itibarıyla 7.Ordu birlikleri Şeria nehrinin doğusuna ulaşabilmişti.

8.Ordu Komutanı Cevat Çobanlı Paşa kendi 16. ve 19.Tümenleri daha Şeria Nehrinin doğusuna geçemeden Alman Asya Kolu birliklerini Şeria nehrinin doğusuna geçirtmiş ve 23 Eylül 1918 günü sabahı 16 ve 19.Tümenlerin Şeria Nehri doğusuna geçemeyen karargahlarıyla perakendeleri düşmanın topçu, makineli tüfek ve uçaklarının ateşlerinin etkisiyle teslim olmuşlardı. Cevat (Çobanlı) Paşanın, Albay Fon Oppen’a Şeria Nehri doğusuna geçmesi için verdiği bu çok yanlış emir,8.Ordunun sol (doğu) kanat grubunun iki tümeni olan 16 ve 19.Tümenlerin imha ve esir olmalarına, Mehmetçiğin boş yere şehit olmasına veya esir düşerek gururunun kırılmasına neden olmuştu.

Filistin Cephesi’nde kendisine tahsis edilen bölgeyi savunamayan Cevat (Çobanlı) Paşa, Ordusunun imhasını hazırladığı gibi, Mustafa Kemal Paşanın 7.Ordusuna ve özellikle Albay İsmet (İnönü)’in 3.Kolordusuna, Ali Fuat (Cebesoy) Paşanın 20. Kolordusuna çok zor anlar yaşatmış ve imha edilme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmıştı

. Mustafa Kemal Paşa’nın 7. Ordusu düzenli bir şekilde geri çekilme harekatını icra ederken 3.Kolordu birlikleri 22-23 Eylül 1918 gecesi, Ebu Malih’e ulaştığı sırada düşmanla temas sağlamıştı. Albay İsmet (İnönü)’nün 3.Kolordu’su dört taraftan taarruz eden düşman birlikleri arasında kalmış ve iki kilometre çapında bir daire biçiminde çepeçevre savunma tertibi almıştı. Yani birliği tamamen imha edilmek için kuşatılmıştı.

 Top başına 10 atım ve makineli tüfek başına 1000 atım cephane kalmış, su ve yiyecek bitmişti. Tümen ve alay komutanları Kolordu Komutanı İsmet Albay’a gelerek, muharebeye son verilmesini teklif etmişlerdi. 3.Kolordu Komutanı Albay İsmet (İnönü), teslim olmanın askeri şeref ve namusuyla bağdaşmayacağını bildirmiş, bunun üzerine Tümen ve Alay Komutanları tutanak hazırlamaya başlamışlardı. Buna karşılık, 3.Kolordu Komutanı Albay İsmet (İnönü): “Böyle bir tutanağı getiren kişiyi, kendi tabancamla öldürürüm” demiştir.

Mustafa Kemal Paşa 23 Eylülde Şeria’yı geçip ordusunu Aclun dağlarına ulaştırmış ve 25-26 Eylül’de Der’a demiryolu kavşağına ulaşmıştı. Mustafa Kemal Paşa, mevcut şartlarda Şam’ın savunulmasının imkânsızlaştığını Rayak’ın kuzeyine çekilmenin uygun olacağını yoksa orduların bundan sonra düzenli bir şekilde geri çekilmelerinin mümkün olmayacağını Liman Von Sanders’e bildirir.

Mustafa Kemal Paşa Ordular Şeria nehrini geçer geçmez emir ve komutayı tamamen ele almıştır. Yıldırım Orduları Grubu’ndan kalanları düşmana ezdirmeden Halep’e kadar çekilmeyi, savunma hattının burada kurulmasını düşünüyordu Bu esnada Yıldırım Ordular Grubunun çoğunluğu, imha veya esir edilerek dağılmış, kalan unsurları düzensiz şekilde Anadolu istikametinde çekilmekteydi. Bu çekilme sırasında bile Mustafa Kemal Paşa at sırtında düşmanla teması kesmeyerek düzen içerisinde ordusunu geri çekmeye çalışmıştı

Diğer yandan isyancı Arapların, Osmanlı ordusunu vurmaları da cephenin çok çabuk çökmesine sebep olmuştu. İşte bu asilerden Emir Faysal kuvvetleri de güneyden ilerliyorlardı ve bunların yardımıyla. 23 Eylül 1918’de Akka ve Hayfa; 25 Eylül 1918’de ise Amman, İngiliz süvarisi ve ünlü İngiliz istihbaratçısı Lawrence emrindeki Arap ordularının eline geçmişti. 25/26 Eylül 1918 gecesini karargâhı ile birlikte Dera’da geçiren Mustafa Kemal Paşa, gelinen bu noktada Şam’ı savunmanın olanaksızlığını düşünmekteydi ve İngiliz ve Arap birlikleri 30 Eylül’de Şam yakınlarına kadar gelmişlerdi bile.

Türk birlikleri geri çekilerek Şam’a girmiş ancak İngiliz ve Arap birlikleri de Şam sokaklarına girmiş sokak çatışmaları devam ediyordu. Arap isyancıların İngiliz askerleriyle nasıl birlik olup Türk askerine karşı savaştıklarının canlı tanığı, 1918 Yılında Türk Ordusunun Filistin ve Suriye’den Çekilişinde 3 Süvari Tümeninin 8 Alayının 3 Bölüğüne komuta etmiş ve cephede geçen tüm muharebelere katılmış olan üsteğmen (Emekli Süvari Albay) Şerif Güralp’in Şam sokak çatışmalarından aktardığı anlar;

 ‘’Bunların başında bir gün önce Türk ordusunda hizmet eden Süvari Yüzbaşısı Arap Cemali Hayri'nin olduğu anlaşıldı. Bunlar bölüğü görünce sokakların derinliklerine kaçıyorlardı. Şam gençleri fesleri atarak başlarına agel, kefiye giymişlerdi. Bunun da İngilizlere ve Şerif Hüseyin’e katıldıklarının göstergesi olduğu öğrenildi. Kısa bir süre yürürken yerli halktan birçoğunun sırtında çuvallarla deste deste çizmeler taşıdıkları görüldü. Bunların teçhizat ambarlarını yağmaladıkları kesindi.’’ (Kefiye: Araplarının kullandığı ve omuzları da örten, püsküllü erkek baş örtüsü, Agel: Arap erkeklerinin kefiyelerinin üzerine bağladıkları, yünden örülmüş kalın çember bağ)

Bozgun halinde çekilmeye rağmen General Liman Von Sanders birliklerin yerlerinde kalarak çarpışmalarını istiyordu. Fakat 1 Ekim günü Şam düştü ve yüzlerce asker İngilizler tarafından esir edildi. 4.Ordu tarafından icra edilen Şam savunmasının başarısız olması üzerine yeni bir savunma cephesi kurmaya çalışan Mustafa Kemal Paşa, 2-3 Ekim 1918 gecesini Baalbek’te geçirmiştir.

 Humus’a, Liman Von Sanders’in karargâhına gelen Mustafa Kemal Paşa, 3 Ekim 1918’de Ordu Komutanı von Sanders ile buluşarak, durum değerlendirmesi yapmış ve ondan orduyu Halep’te toplaması emrini vermesini istemiştir. Liman von Sanders kendisinin neticede bir yabancı olduğunu, bu emri Mustafa Kemal Paşa’nın vermesinin daha uygun olacağını, Suriye'nin tahliyesinin "milli bir mesele olduğunu" bu nedenle bir Alman olarak buna karar veremeyeceğini, meseleyi Türk’lere bıraktığını bildirmişti ‘’Kaptanın iyisi fırtınalı denizde belli olur’’ aslında tam da bu durum için söylenmiş gibi. Nihai emir veremeyen bir başkomutan ne kadar inandırıcı olurdu artık. Neyse… yapılan toplantıda fikir birliğine varılmış ve elde kalan kuvvetlerin Halep’in güneyinde toplanması kararı alınmıştır.

Bu karar üzerine Mustafa Kemal Paşa, 3 Ekim 1918 gecesi Humus’tan ayrılıp, 5 Ekim 1918’de karargâhı ve topladığı kuvvetler ile beraber Halep’e gelmiş ve iki hafta kadar kısa bir süre içinde Halep civarında yeni bir ordu yaratmıştır.

14 Ekim 1918 tarihi itibarıyla Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı elde kalan kuvvetlerle yeni bir düzenlenmeye tabi tutulmuştur. 8. ve 4. Ordudan geri kalanları Mustafa Kemal Paşa’nın 7. Ordusuna dahil edip bu suretle 7.Ordunun emrine 30 Piyade taburu ile 12 makineli tüfek ve 14 toptan ibaret Yıldırım Ordular Grubunun enkazı geçiyordu. Yıldırım Ordular Grubu Komutanı Liman von Sanders ise 22 Ekim 1918’de Halep’ten ayrılmış ve Adana’ya geçmişti.

23 Ekim 1918 gününden itibaren Şerif Faysal birliklerinin yanı sıra Halep’teki yerli Arap kuvvetlerinin Halep kentinin doğusundan saldırmaları, ordu komuta yerine dek sızmalarıyla meydana gelen çarpışmalar, Mustafa Kemal’e Halep’te ve güneyinde birlik bırakmamak kararını aldırmıştı. 25 Ekim 1918’de Halep’in güneyinde gerçekleşen sokak muharebelerine bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın kendisi de katılmıştı. Halep’te yaşanan bu şiddetli sokak çatışmalarında bazı isyancı Arapların arasına düşen Mustafa Kemal Paşa, soğukkanlı davranışıyla esir düşmekten, belki de ölümden kurtulmuştu.

23 Ekim 1918’de ileri hatlarda başlayan muhârebe, 25 Ekim 1918’de Halep’in güneyine intikâl etmiş, Halep o gün önemli vak'alara sahne olmuştu. Bir taraftan Halep’in güneyinde muhârebeler olurken, öte yandan İngilizler'le birlikte hareket eden Araplar ile Şerif Faysal’ın kuvvetleri de, doğudan şehire hücum ederek Halep’e girmişler ve Kale ile Hükûmet konağını da ele geçirmişlerdi. Halep şehri içinde binalardan Türk birliklerine ateş açılmaya başladı. İngiliz zırhlı, yarı paletli unsurlardan kurulu İngiliz keşif birlikleri ve Arap birlikleri ile sokak muharebeleri başladı. Daha sonra 7. Ordu Karargâhı’nın bulunduğu Merkez Komutanlığı’na hücum ederek burasını da ele geçirdilerse de, biraz sonra geri atıldılar, şehir ahâlisinden bir kısım Araplar da silâhlanarak isyancı Bedeviler'e katılınca, sokak muharebeleri başladı.

Ancak sürekli meydana gelen bu tarz olaylardan sonra, Mustafa Kemal Paşa Halep’te daha uzun bir süre kalmanın anlamsız olduğunu fark etti 25-26 Ekim 1918 gecesi Halep’te ve güneyinde bulunan kuvvetler, Halep’in kuzeyine alınarak, burada bir cephe teşkil edilmiştir. 7. Ordu Komutanlığı karargâhı da zorunlu olarak Halep’ten Katma’ya taşınmıştır.

Mustafa kemal Paşa, Halep kuzeyi, Katma ve Müslimiye mevkilerine 7. ordu güçlerini mevzilendirmişti. Mustafa Kemal Paşa tarafından Halep civarında ordunun yoktan var edilerek, yeniden düzenlenmesi sonucu 26 Ekim 1918 günü Halep’in kuzeyinde Katma’da Müslimiye mevkiinde gerçekleşen muharebede Türk kuvvetlerinin uzağa çekildiğini sanan dört İngiliz süvari alayı ve Arap çetelerine karşı büyük bir silahlı mücadele verilerek, İngiliz ve Arap birliklerinin ilerleyişi durdurulmuştur.

Katma Muharebesi” olarak bilinen bu muharebe, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nun son muharebesi ve zaferi olarak tarihe geçmişti. Mustafa Kemal Paşa komutasındaki 7.Ordu, 28 Ekim 1918 tarihi itibarıyla İskenderun-Belen-Dircemal-Tel’ül-rifat çizgisini koruyordu. Bir iki gün sonra da Antakya’yı sınırı içine almış bulunuyordu. Ordu karargâhı 30 Ekim 1918 tarihi itibarıyla Raco’ya alınmıştı.

19 Eylül 1918’de gerçekleşen Nablus Meydan Muharebesi’nden itibaren 26 Ekim 1918’de Halep kuzeyinde Katma’da yapılan son muharebeye kadar geçen ve 39 gün devam eden geri çekilme sonunda Mustafa Kemal Paşa bu hattı, Misak-ı Milli sınırı olarak belirlemiş ve ordusunu İskenderun istikametine doğru çekmeyi başarmıştır. Bu hat hemen hemen bugünkü Türkiye’nin güney sınırıdır. Bu suretle Mondros Mütarekesine kadar olan süreçte, İngiliz ve Arap birliklerinden oluşan işgal güçlerinin Toros geçitlerinden Anadolu içlerine sızmasının önüne geçilmişti

7. Ordu, Halep’in kuzeyinde İngiliz Süvâri Ordusu ve silâha sarılmış âsi Arap kuvvetleri ile 26 Ekim 1918’de yaptığı Birinci Dünya Savaşı’nın son muharebesi olan Katma Meydan Muharebesi’ni kazanarak, düşman ordusunun 500 kilometrelik hızlı ilerlemesini, bugünkü güney sınırımızın üzerinde durdurmuştu. Mustafa Kemâl Paşa bu zaferden sonra;

- “Bir hat tespit ettim ve sınırladım. Kuvvetlerime emrettim ki, düşman bu hattın ilerisine geçmeyecek!"

Nitekim de geçmemiştir!..

Mustafa Kemal Paşa, anılarında güney sınırımızı çizen ve misak-ı milli'nin güney kanadını belirleyecek olan bu savunma hattına "Türk süngüsünün çizdiği sınır" diyecekti.

Bu muharebe ile, Toros Geçitleri'ni düşmana tamâmiyle kapatmıştık. Geri çekiliş esnasında da Suriye dâhilindeki demiryolu hatları ve yollar iyice tahrip edilmiş olduğundan, İngilizler'in ileri kıtalarını süratle takviyesi imkânı ortadan kalkmıştı. Ancak sâhilden ilerliyebilirlerdi.

Mustafa Kemal Paşa Osmanlı Hükümeti’nin mütareke imzalayacağı günlerde kuvvetlerini kurtaran tek kumandan olmuş ve son çarpışan Türk birlikleri ile İngilizlerin ileri hareketini durdurmuştur. Liman von Sanders anılarında bu durumu şöyle ifade etmektedir: “Ordu, son günlerdeki muharebelerde silahının şan ve şerefini yükseltmişti.” İngiliz resmî harp tarihinde de Mustafa Kemal Paşa’nın bu başarısından övgüyle bahsedildiği görülmektedir.

30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanması ile birlikte Alman komutanların Suriye cephesinden ayrılması gerektiğinden 31 Ekim 1918’de Yıldırım Orduları Grubu Komutanı Liman von Sanders komutayı Adana’da Mustafa Kemal Paşa’ya bırakarak, görevden ayrılmıştır. 7.Ordu Komutanlığını vekâleten 20.Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa’ya bırakan Mustafa Kemal Paşa, 31 Ekim 1918’de Yıldırım Ordular Grubu Kumandanlığı görevini devralmıştır. 10 Kasım 1918 tarihinde Yıldırım Orduları Grubu’nun ve 7.Ordunun lağvedilmesi üzerine Mustafa Kemal Paşa’nın bu cephedeki görevi son bulmuştur.

I.Dünya Savaşı’nda Sina–Filistin-Suriye Cephesinde Osmanlı ve Alman Genelkurmayının belirgin hataları, bu cephelerden Kafkas Cephesine birlik kaydırıp buraları zayıflatması, Alman ve Türk Komutanların emir komuta zafiyetleri, İkmal, mühimmat, teçhizat vb. gibi başat sorunların gölgesinde çıkmaza doğru sürüklenirken bu çıkmazı öngören ve alacağı tedbirler ile soruna çare olacak Çanakkale ve Doğu Cephesinin muzaffer komutanı Mustafa Kemal Paşa’nın her türlü çabasına rağmen türlü, türlü yollarla engellenmesi, istediği sorumluluğun verilmemesi, yaşanan yanlışlıkları tüm çıplaklığı ile belirtmesine rağmen engellenerek istifa etmeye zorlanması ve işlerin çıkmaza girince tekrardan göreve çağrılması şeklinde özetlenebilecek bir süreçtir bu yaşananlar.

Mustafa Kemal Paşa için Filistin cephesi gerçekten anlatılması gereken bir süreçtir. İngilizlerin I.Dünya Savaşından 20 yıl sonra Nazi Almanya’sının II.Dünya Savaşında uyguladığı Yıldırım Harbi’nin (Blitzkrieg, Türkçe adıyla Yıldırım savaşı, 2. Dünya Savaşı'nda Nazilerin uyguladığı bir savaş biçimi).ilk provasını ve doktrinini İngiliz general Allenby Megiddo ya da Nablus Meydan Muharebesinde yapmış ve uygulamış ,bu anlayışla İngiliz süvarileri 34 saatte yarmış olduğu Türk cephelerini 110 km. kat ederek ulaşılması güç bir iş yapmıştır. Nablus savaşının başlamasıyla 39 günde Sina’dan Adana önlerine kadar yıldırım harbini sürdürmüş, zırhlı araçları, güçlü süvarileriyle sel gibi akıp gitmişler taki Mustafa Kemal Paşa’nı Türk süngüsüyle çizdiği sınırda Katma önlerinde saplanıp kalıncaya kadar.

Nablus Meydan Muharebesi’nin ve tarihin en önemli geri çekilme harekatlarından biri olan ve Mustafa Kemal Paşa’nın dirayetli emir komutasıyla Adana önlerine kadar büyük zayiatlar verilmesine rağmen Milli Mücadelenin çekirdek kadrosunu oluşturacak bu muhteşem harekat için bazı makaleler yazılmış ve sonuç bölümünde bu savaşın neden kaybedildiğine ilişkin akla zarar, çok ilginç yorumlar yapılmış. Yapılan bu yorumlar insana;

 İstanbul’da Üsküdar iskele meydanı, Ankara’da ise Ulus Heykel civarında sabahın 9’unda evden çıkarılmış, 65 yaş üstü olduğu için de yol parasını düşünmeden belediye otobüslerine binmiş, cebinde bir simit alacak dahi parası olmayan, elinde evde doldurulmuş pet şişede su, pahalı olduğundan dolayı alamadığı ve sol üst sigara cebine koyamadığı sigara paketinin yerine poşet içinde sarma sigarası olan enine çizgili dayı tişörtünü, aşırı sıktığı kemeriyle pot yapmış gri kumaş pantolonunun içine soktuğu halde dolaşan ve yeni nesil, elinde mikrofon ve kamera olan her youtuber’la elinde tuzlukla koşan, gönüllü konuşan tahminen, en iyi ihtimal köyde ilkokulu bitirebilmiş, çoğu sahip olduğu yeteneğini askerlikte edinmiş belli bir düşünce kalıbının esiri olmuş, farklılığa tahammül edemeyen, kendi gibi düşünmeyene saygı duymayan ve son zamanlarda ‘’Dayı’’ olarak tanımlanan bu dayıların o bilgisizce yaptığı beyin yakıcı yorumlarını hatırlattı. İşte o yazılan makalelerden bir sonuç örneği…

 ‘’Mustafa Kemal Paşa özelinde bir sonuç çıkarmak gerekirse, Çanakkale Muharebelerinde gösterdiği katı savunma anlayışını Nablus’u, Irbit’i, Riyak’ı savunmakta göstermemiştir. Çanakkale’de askerlerine ölmeyi emrettiği halde, buralarda sürekli çekilmeyi emretmiştir. Çünkü Mustafa Kemal Paşa bir Türk milliyetçisiydi. Bu nedenle Arapların yaşadığı yerleri (buralardaki genel isyan havasının etkisiyle beraber), anavatanın parçası olarak görmemiş, adı geçen yerleri Çanakkale Boğazı’nı savunduğu gibi savunmamıştır.’’

Evet derinlemesine yapılan analizden bir bölüm bu şekilde. Ulus Heykeldeki dayıların dahi bu yorumu yaparken bir nebze utanacağını, sıkılacağını düşünüyor insan. Bir yorum yaparken anca bu kadar ‘’IKINIR’’ insan!!!.  Ikınmış ıkınmasına da, bir işe yaramamış.

Öncelikle fethedilen toprakların vatan olarak kabul edilmesi Türk’lerin genel bir özelliğidir. Her fethedilen yer vatandır orada yaşayan insanlar o devletin teba’sıdır artık. İngilizler gibi sömürmeye yönelik değil hizmet etmeye yönelik bir tavırları vardır. Ele geçen her yere köprüler, hamamlar, medreseler, şifahaneler, Bimarhaneler, imar eder, yaşayanlar gayri-müslim’se dinine saygı duyar, toprağını ekmesine dikmesine karışmaz vergisini alır ve başka bir işe karışmaz, eğer ki ele geçen yerler, fethedilen ülkeler müslümansa o topraklarda yaşayanların değmesin keyfine, Osmanlı onlara ‘’Kavm-i Necip’’ yani güzel ırk diyerek onore eder, onlardan vergi almaz, askerlikten muaf tutar, her sene hac döneminden önce Mekke ve Medine halkına gönderilen para, altın, Kabe örtüsü ve değerli eşyalardan oluşan hediyeleri ‘’Surre Alayları’’ ile dev kervanlar ile gönderir. İşin ilginçliğine bakın ki Osmanlı Mekke’ye son Surre Alayını 1915’de, Şam’a ise 1918 yılında son kez gönderebilmiş. Kanlı savaşların sürdüğü bir zamanda bile bu yardımı esirgememiş.

Mustafa Kemal Paşa bir Osmanlı Subayı olması münasebetiyle bir toprağın üzerinde kimin yaşayıp yaşamadığına bakmaz, vatan toprağı ise verilen emirler doğrultusunda vazifesini layik-i vechile.ile yapar, aksi düşünülemez çünkü almış olduğu devlet terbiyesi bunu gerektirir. Mustafa Kemal Paşa için ‘’Arapların yaşadığı yerleri anavatanın parçası olarak görmemiş ve bu nedenle Çanakkale gibi savunmamış’’ diye bir iddia daha var; Acaba 1911 yılında İtalyanların Osmanlı toprağı olan, şimdiki Libya o zamanın Trablusgarb’nı işgal ettiği zaman Kuzey Afrika’daki Arapların yaşadığı Derne, Tobruk  Anavatanın bir parçası değil miydi ki genç bir subayken gidip orada savaştı.  1911 yılında vatan toprağı olan Trablusgarp İtalyanlar tarafından işgal edilmiş ancak Mısır’ın İngiliz işgali altında olmasından ve İngilizlerin tarafsız kalmaları nedeniyle karadan Trablusgarba’a geçişin olmadığı, Doğu Akdeniz’de İtalyanların önlem almasından dolayı denizden de donanmayla gidemediğimizden İtalya’ya Savaş açamayan Osmanlı vatan topraklarının savaş yapılmaksızın kaybedilmesine razı olmadıkları için Trablusgarp’a gönüllü olarak giderek oradaki yerli halkı İtalyan saldırısına karşı örgütlemek ve bir direniş mücadelesi başlatmak kararına vardı..

 Böylece aralarında Mustafa Kemal’in de yer aldığı subaylar, farklı güzergâhlar üzerinden Trablusgarp’a gitmeye başladılar. Enver ve Mustafa Kemal Beylerin içinde yer aldığı grup Mısır yoluyla Trablusgarp’a doğru hareket ederken Ali Fethi Beyin (Okyar) komuta ettiği grup ise Tunus üzerinden bölgeye ulaşmaya çalıştı. Trablusgarp’ta İtalyan işgaline karşı savaşan subaylar arasında Kuşçubaşı Eşref, Nuri (Conker), Süleyman Askeri gibi isimler de bulunuyordu.

Mustafa Kemal Paşa Arapların yaşadığı yerleri vatan olarak görmediğini iddia edenler, Trablusgarb’a gitmek üzere Urla’daki karantina noktasında kalan Mustafa Kemal’in, bu dönemde arkadaşı Fuat’a (Bulca) yazdığı mektupta; Trablusgarp’taki amaçlarının “ebedi bir mücadele sahası açmak” olduğunu belirtirken, “Vatanı kurtarmak için şimdiye kadar olduğundan fazla gayret ve fedakârlık elzemdir… Beni unutmayın” diye mektup yazan genç Türk subayı olan Mustafa Kemal’in vatan sevgisini nasıl yorumlar acaba. Gittiği Trablusgarp, Arapların çoğunlukla yaşadığı bir yerdi ama bir Türk toprağı, anavatanın bir parçası olduğunu hiçbir zaman aklından çıkarmamıştı.

İngilizlerin üniformalı veya resmi kıyafetli Osmanlıların Mısır’dan geçişine izin vermemesi, diğer arkadaşları gibi Mustafa Kemal’in de takma bir isimle seyahat etmesi gereğini ortaya çıkarmıştı. O, yolculuğu boyunca Mustafa Şerif takma adını kullandı ve bir gazeteci olduğu izlenimini vermeye çalıştı. Mustafa Kemal ve arkadaşları, Batı Sahra’nın başlangıcındaki son istasyonda indiler. İstasyonda tutuklanma tehlikesi yaşayan Osmanlı subayları, kendilerini tutuklamak isteyen Mısırlı subaya gerçeği açıklayarak tehlikeyi ortadan kaldırmayı başardılar. Yanlarındaki eşyaları develere yükleyen subaylar, çölde yaklaşık bir hafta süren yolculuktan sonra 8 Aralık tarihinde Bingazi sınırına ulaştılar ve vatan toprağını savunmak üzere canla başla savaşırken birde almış olduğu şarapnel parçasıyla gözünden oluyordu.

Yine bu yorumlarda Mustafa Kemal Paşa’nın  ‘’ Çünkü Mustafa Kemal Paşa bir Türk milliyetçisiydi. Bu nedenle Arapların yaşadığı yerleri (buralardaki genel isyan havasının etkisiyle beraber), anavatanın parçası olarak görmemiş, adı geçen yerleri Çanakkale Boğazı’nı savunduğu gibi savunmamıştır.’’ Diye yazmış olduğu iddiada Mustafa Kemal’in bir Türk Milliyetçisi olduğunu üstüne basarak yazmış ve bilinç altında dini bir olgu ile sırf bu nedenden dolayı Arapların yaşadığı yerleri savunmamış Anavatan olarak görmemiş, vatan olarak Çanakkale’yi görmüş diyerek Mustafa Kemal’i suçlamıştır. Evet Mustafa Kemal Paşa bir Türk Milliyetçisiydi ancak hayalperest bir anlayıştan uzak ‘’Ne mutlu Türküm diye’’ diyecek kadar akılcı, gerçekçi bir Türk Milliyetçisiydi. Hayalperest bir milliyetçi olsa Bağdat’daki konuşlu 6.Ordu ile Turan sevdasına İran içlerine savaşmaya gider Sina, Suriye cephesinde ölümle kalım arasında mücadele etmezdi.

Çanakkale’de savaştığı gibi Arap coğrafyasında savaşmadığını buraları vatan olarak görmediğini iddia eden kişi bu Arap coğrafyasının, Çanakkale’den neredeyse eğer Tolunoğlu Devletini esas alacak olursak 498 yıl önce Türk toprağı olduğunu bilmiyor olamaz. Eğer Selçukluyu esas alacak olursak da Kudüs ve bu coğrafya 305 yıl önce Çanakkale, Gelibolu’dan önce Türk vatanı olmuştur. Mustafa Kemal Paşa’nın mensubu olduğu Osmanlı Devletini esas alacak olursak bu coğrafya 1516 yılından 1918 yılına kadar 400 yıl Türk toprağı vatanı olmuştu. Mustafa Kemal Paşa için bir toprağın vatan olması için üzerinde yaşayanların ne olduğundan çok o toprağın üzerinde dalgalanan Türk Bayrağının önemi vardı ve o uğurda savaşımını vermiştir.

Neyse bu tarihsel olmaktan çok, farklı amaçlara hizmet eden akla ziyan yorumları yapabilmek için bu bilgileri nereden öğrendiklerini çok da merak etmeden kaldığımız yerden devam edelim.

Mustafa Kemal Paşa müthiş bir ricat, yani geri çekilme harekâtını icra erken İngilizlerin Yıldırım harbi esaslarıyla çok hareketli ve hızlı süvarileri, zırhlı araçları ve develerden oluşmuş birlikleri ile 39 günlük takip harekâtı Mustafa Kemal Paşanın Türk Süngüsü’yle çizilmiş Katma’da son bulmuş ve Osmanlı’nın I.Dünya Savaşı’nda kazandığı son muharebesi olarak tarihe geçmiştir.

Katma Muharebesinin en önemli sonucu; 26 Ekim 1918 tarihinde gerçekleşen Katma Meydan Muharebesi'nde Arap-İngiliz müttefik kuvvetleri Kilis güneyinde durduruldu. Savunma hattının bu bölgede kurulması, 30 Ekim'de imzalanacak Mondros Ateşkes Anlaşması'na kadar Britanya imparatorluğu ve Şerif Hüseyin'e bağlı birliklerin Toros geçitlerine ulaşarak buradan Anadolu içlerine sızması önlendi. Mustafa Kemal Paşa, anılarında güney sınırımızı çizen ve misak-ı milli'nin güney kanadını belirleyecek olan bu savunma hattına"Türk Süngüsünün çizdiği sınır"diyecekti.

Muharebe sonunda durdurulan ve yenilen İngilizlerin ilerlemesi durdurulmuş ve Toros Tünelleri Osmanlı tarafında kalmıştı. Mustafa Kemal Paşa neden bu tünellere bu kadar önem veriyordu da sınırı süngüsüyle bu tünellerin önünden çekmişti. Çünkü Mustafa Kemal Paşa çok iyi bir asker, çok büyük bir stratejist ve tarih ve askerliğin olmazsa olmazı olan coğrafyayı çok iyi biliyordu.

Türk Süngüsüyle çizilen sınırın berisinde kalan bu tünellerin önemini anlamak için coğrafya ve geçmişteki savaşların tarihini iyi etüt etmek gerekir. Bu Toros Tünelleri resmen güneyden Suriye’den Anadolu’ya olan geçişin bir kilit noktası can damarıydı. Nasıl mı?

Antik çağda Mısır’ın güvenliği Toros’lardan başlar diye bir söylem vardır. Evet Torosları aştığınızda karşınızda Sina çöllerine kadar sizi engelleyecek hiçbir arazi engeli bulunmaz. Aynı şekilde Anadolu’nun da güney savunması Toros’lardan başlar.

Anadolu ve Avrupa’yı, Ortadoğu ve Mısır’a bağlayan ve Gülek Boğazı ile birlikte iki önemli geçitten biri olan Belen, aynı zamanda Doğu Akdeniz ile Suriye arasında irtibatı sağlayan stratejik konumu nedeni ile tarih boyunca önemini hep korumuştur.

Güney Anadolu ile Kuzey Suriye arasında ulaşım bakımından ciddi bir engel teşkil eden Amanos Dağları’nın ekseni Belen’de ortalama 700 m’ye kadar alçalmaktadır. Anadolu’yu kat ederek Gülek Boğazı’ndan Çukurova’ya inen ve sonra deniz kıyısını izleyerek İskenderun’a kadar gelen yolun, yüksek dağları aşıp Suriye, Mezopotamya ve Hicaz istikametine doğru ilerlemesi mümkün olmaktadır.

Belen Geçidi tarih boyunca önemli ordulara geçiş imkanı sağlamıştır. Gerçekten de, Büyük İskender, Yavuz Sultan Selim ve Mısır Valisi Kavalalı İbrahim Paşa komutasındaki orduların, ticaret kervanlarının, Hıristiyan ve Müslüman hacıların, seyyahların ve ulakların geçtiği son derece doğal ve tarihi bir yoldur.

M.Ö. 2000 yıllarının başlarında Anadolu’da Hititler hüküm sürmeye başlamıştır. Hititlerin en önemli krallarından olan Suppiluliuma, Suriye’yi almak amacıyla savaşa giderken Belen Geçidi’nden geçmiş ve Suriye yakınlarına ulaşarak savaşı kazanmıştır. Bu savaştan sonra uzun süre Hitit kontrolünde kalan geçit, Hitit askerlerinin Suriye yolu olarak biliniyordu. Hititlerden sonra bölgeye hâkim olan Asurlular, ilk defa Belen Geçidi’nde yol yapım çalışmaları yapmışlardır.

M.Ö 500 yıllarında Pers imparatorluğu eline geçen bölge, bu imparatorluğun ordularının geçiş yolu olarak kullanılmıştır. Nitekim Pers Kralı Kombizes, M.Ö. 525 yılında Suriye ve Mısır seferlerinde, yol olarak Belen Geçidi’ni kullanmıştır.

Suriye ile Kilikya/Küçük Asya arasında geçiş olanağı sağlayan iki geçitten birisi olan Belen Geçidi Pers Kralı Darius ile Büyük İskender arasında M.Ö. 333’te yapılan ünlü İssos savaşında da kullanılmıştır. Bilindiği üzere M.Ö. 333 yılında, binlerce kişilik ordusuyla Anadolu’yu bir baştan bir başa geçen ve her yeri istila eden Büyük İskender’in ilerleyişini durdurmak için Pers Kralı Darius ordularını bu geçitten geçirerek İssos’ta toplamış ve savaş düzeni almıştır. Büyük İskender Pers ordusu üzerine saldırarak savaşı kazanmıştır. Yenilen Darius geri çekilmiş ve Orduları da dağılmıştır. İskender’in kazandığı bu zafer Anadolu’da Pers hâkimiyetini sona erdirip, dünya kültür tarihinde önemli bir yeri olan Helenistik dönemin başlamasına yol açmıştır.

1516 yılından itibaren Osmanlı hâkimiyetine giren bölge, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferine giderken kullandığı güzergâh olmuştur.

 Evet Katma Muharebesiyle bu kadar önemli, hayati öneme haiz geçitleri İngiliz kuvvetlerine kapatan Mustafa Kemal Paşa aslında Türk tarihi için çok önemli bir olayı gerçekleştirmişti:

Eğer ki Katma önlerinde Mustafa Kemal Paşa İngilizleri durdurup engellemeseydi, ya da Mustafa kemal Paşa 7. Ordu Komutanı olmasaydı General Allenyb’nin bir sel gibi akıp giden, zırhlı araçları, uçaklarla desteklenen piyadeleri, develerle takviyeli birlikleri ile yıldırım harekatı yapan süvarilerinin ele geçirdiği Toros Tünellerinden sonra bu birlikleri Anadolu içlerinde engelleyecek bir birliğin olmaması ve açılan Anadolu kapılarından sonra ilk hedef Ankara sonraki ana ve nihai hedef İmparatorluğun Başkenti İstanbul ‘un ele geçmemesi için hiçbir neden yoktu. Bu harekatın sonucunda da Osmanlı İmparatorluğunun kayıtsız şartsız teslim olmasından başka çaresi de kalmayacaktı.1915 yılında Gelibolu’dan 200 km. mesafedeki İstanbul’a ulaşamayan İngilizler bu emellerini biraz gecikmeli de olsa üç yıl sonra Süveyş Kanalından 2300 km .mesafedeki İstanbul’a Filistin, Suriye çöllerini aşıp neredeyse ulaşabilecekti.

Kayıtsız şartsız teslim olmuş bir devletin pazarlık şansının da olmayacağını düşünecek olursak ne Sevres Anlaşması ne de Yunanlıların İzmir’e çıkma ihtiyacı kalacaktı. Bu değerlendirme beklide çok abartılı olabilir ancak eldeki verilere bakınca ve geçmiş sürecleri incelersek çok da uzak bir faraziye olmasa gerek. Bu faraziyenin yüksek gerçekleşme ihtimali ile Viyana Kongresi (1815) esnasında Rus Çarı Birinci Aleksandr tarafından ilk olarak kullanılan Şark Meselesi sorunu daha 1918 yılında Avrupa için çözülmüş olacaktı. Toros Tünellerinden Anadolu’ya sel gibi akıp İstanbul’a ulaşacak olan İngilizler için, Türkleri 1071’de ayak bastığı Anadolu’dan Orta Asya’ya sürme emellerinin bir politikası olan Şark Meselesi’nin de nihai çözümü olacaktı.

İngilizlerin bu hedefleri gecikmelide olsa Mondros Ateşkes Antlaşması ile gerçekleşiyordu, Rusya’nın onayı ve 9-16 Mayıs 1916 tarihlerinde mektup teatisiyle İngiltere-Fransa arasında sağlanan anlaşma ile Osmanlı İmparatorluğu’nun, Anadolu ve Ortadoğu topraklarının paylaşımını içeren, Fransa adına François Georges Picot, İngiltere adına ise Sir Mark Sykes’in imza koydukları gizli bir anlaşma olan Sykes-Picot. İle taksim ettikleri Osmanlı topraklarını Mondros Ateşkes Ant. İle hayata geçirip işgale başlamışlar ve yapılan Sevres Ant.ile de son darbeyi koyarlarken  bu hayallerine dur diyen ve nihai hedefleri olan Şark Meselesi ile Türkleri Orta Asya’ya gönderme hayallerini yıkan Mustafa Kemal Paşa önce Katma’da sonrada Milli Mücadele’de karşılarına çıkmıştır.

Sykes-Picot Anlaşması Araplara’da şok etkisi yaratmıştır. Yemenden Halep’e kadar Arap krallığı hayalleri ile yaşayan ve İngilizlere bir olup bu hayallerin peşinde Osmanlı’ya isyan eden Şerif Hüseyin’e bırakılacak olan Filistin, Suriye vb gibi yerlerin. Fransızlara bırakılması üzerine hayal kırıklığı içerisindeki Araplara ileride yalnızca Irak krallığı ile yetinmeleri tavsiye edilmişti. Bu yaşananlardan sonra Kıral Abdullah ‘’Biz Osmanlı’ya neden isyan ettik? ‘’ diye bir kitap yazar, …acaba cevabını içtenlikle verebilmiş miydi?

Filistin Suriye Cephesi daha anlaşılır olabilmesi için kısaca farklı bir anlatımla özetlemek isterim, müsadenizle;

Filistin-Suriye cephesini bir gemiye, savaş politikalarını da rota’ya benzetecek olursak bu cephede yaşananları hayalimizde daha iyi canlandırabiliriz diye düşünüyorum…

Osmanlı ve Alman Genelkurmayının daha baştan hatalı çizmiş olduğu rotanın götüreceği yanlış istikametteki geminin süvariliğine (Birinci Kaptan) Alman kibiri ve şişkinliği ile  Geminin sahibi olan ve ittifak yaptığı ortağı Osmanlı’nın değil  yalnızca Alman çıkarını düşünen general Falkenhein görevlendirilirken, diğer yardımcı 2.,3., ve 4. Kaptanlardan biriside Mustafa Kemal Paşa görevlendirilmişti.( 7. Ordu Komutanı olması nedeniyle burada 7. Kaptan demeyi uygun gördüm)

Daha önce bu sularda yüzmüş ve bu suların çalkantısını çok iyi bilen 7. Kaptan Mustafa Kemal Paşa, Süvariye hitaben; çizilen rotanın yanlış olduğunu, yaptığı hesaplamalara göre bu rotada devam edilecekse Büyülü sesleri ile gemicileri kendilerine çeken kuş vücutlu güzel kadınlar olan Siren’lerin söyledikleri şarkılardan büyülenerek gemilerini bilinçsizce kayalara doğru süren ve gemilerinin parçalanıp sirenlere yem olan gemiciler misali Orta Doğunun petrol rüyalarının büyülü şarkılarının etkisiyle gemisini siren kayalıklarına doğru gittiğini ve çarpıp batacağını ifade etmişse de Kibir abidesi Falkenhein tecrübeli 7. Kaptanını dinlemez, onu yok sayar ve çizilen rotada sahibi olmadığı gemiyi yüzdürmeye inat eder. ,

 7. Kaptan Mustafa Kemal Paşa bunları anlatırken bu sularda daha önce çok yüzdüğünü, bu suların huyunu suyunu çok iyi bildiğini ve savaş kaybetmediğini, Süvari Falkhenhein’ın daha önce ‘’Verdun Savaşı’’nda Fransızlarla yapmış olduğu ve iki tarafında 300 binden fazla, toplamda 700 bin  askerin öldüğü savaşta komutanın Falkhenhein olduğunu ima eder.

Yanlış ve sonucunda kayalıklara doğru yol alan geminin rotasını değiştirtmek için Başkomutanlığa gerçeklerin tüm açıklığı ile bir rapor yazar ve bu Süvarinin gemiyi batıracağını anlatır, Başkomutanlık cevap bile vermez, daha sonra ikinci bir rapor yazar geminin dümenine geçmek istediğini tüm sorumluluğu almak istediğini belki geminin rotasını değiştirebileceğini belirten ikinci bir rapor daha yazar ancak Başkomutanlık süvariden ve çizilmiş olan rota’dan nasıl memnun oldukları yönünde verdiği bir cevap ile 7. Kaptan Mustafa Kemal Paşa’nın istifa etmesine neden olurlar.

İstifa edip İstanbul’a Başkomutanlığa gider durumu tüm ayrıntılarıyla tekrar tekrar anlatır, yeni çareler arar daha fazla gecikmeden geminin rotasını çevirtmek mümkünse tüm sorumluluğu alarak dümene de kendisinin geçmesini arz eder. Ancak Hükümet çevreleri onu dinlemek istemz ve Başkomutanlık onu Almanya’ya geziye yollar ve İstanbul’dan uzaklaştırır. Ancak vazgeçmeyen Mustafa Kemal Paşa bu yolculukta ileride Devletin başına geçecek olan Vahdettin’e durumu anlatır ancak yine derdini anlatamaz.

Yanlış rotada giden geminin Süvarisi Falkhenhein’in hatalı davranışlarını geç de olsa fark eden başkomutanlık onu süvarilikten azleder ve yerine başka ancak aynı rotayı takip etmek isteyendiğer bir Alman Süvariyi Limon von Sanders’i getirir ancak gemi artık iyice yanlış rotaya girmiş ve geri dönüşü zor bir yola girmiş ve üzerinde yüzdüğü deniz bu coğrafyanın ruhuna uygun, çalkantılı haline çoktan gelmişti.

  Başkomutanlık yanlış yola giren ve su almaya başlayan gemiyi kurtarabilmek için bu suları daha önce tecrübe etmiş 7.kaptanı Mustafa Kemal Paşa’yı tekrardan göreve çağırır. 7. Kaptan Mustafa Kemal Paşa yeni süvariye Limon von Sanders’e gidilen rotanın sonu kayalıklar olduğunu ve fırtınanın başlayacağı emaresini gösteren karabulutları gösterir ancak yeni süvari de o bulutların çok önemli olmadığını belirtir.

Karabulutların yağmur yüklü fırtınası daha o gece yağmurununu boşaltır ve Süvari Limon von Sander 7. Kaptan Mustafa Kemal Paşa’ya aman gel dümene sen geç der ve çok geç de olsa dümene 7. Kaptan geçer ve ilk emri ‘’Tam yol Tornistan’’ yani tüm emniyeti alarak, güvenlik koşullarını sağlayarak su almış ve batması mukadder olan gemiyi tam geri istikamette güvenli bir limana yanaştırmak olur.

Çok fırtınalı ve çalkantılı bir denizde alınmış tüm güvenlik koşullarıyla gemi Anavatan’a doğru zor da olsa yol almaya devam eder ve tam su alıp dalgaların yıpratıcı etkisiyle batacakken İskenderun limanının yani Anavatanın şefkatli ve güvenli kollarında ki limanda gemiyi sığ suya batmadan oturtur.

Başkomutanlığa ve hükümete kıyıya getirttiği geminin yeniden yüzdürebileceğini ve gerekli koşulların sağlanmasını belirtir ancak Hükümet, gemiyi terk etmesini içindeki kaptanları ve gemicileri teslim etmesini ister buna karşı çıkan 7.Kaptan Mustafa Kemal Paşa’yı gemi komutanlığından alır ve İstanbul’a geri çağırır.

İstanbul’a Haydarpaşa’ya 13 Kasım 1918 yılında gelen, görevden alınmış, ordusu lağvedilmiş Mustafa Kemal Paşa Galata’ya geçmek üzere yaveri Cevat Abbas’la  24 metrelik ‘’Kartal İstimbotu’’ ile boğazı İşgal ordularının demirlediği savaş gemilerinin arasından geçerken ‘’ Geldikleri gibi giderler ‘’ sözü, daha bu yolculuğun bitmediğini yapacak daha çok şey olduğunu Milli Mücadele için ilk kıvılcımı yakacağının müjdecisi olur.

Mustafa Kemal Paşa Filistin-Suriye gemisinde beraber kader birliği yaptığı komutanlarla ve derli toplu hale gelen 4, 8, ve 7. Ordudan geriye kalanlarla bu sefer daha küçük ama rotasını kendinin çizdiği Bandırma Gemisi ile yeni bir yolculuğa çıkar, rotasını güneşin doğduğu önce Samsun’a sonra Erzurum, Sivas ve Ankara’ya, sonra Güneşin düşmanlar için battığı ancak yeni Türkiye Cumhuriyeti için yeniden doğduğu Akdeniz’e İzmir limanına çevirir ve yolculuğun sonunda  ‘’Sancak Gemisi ‘’ nin çıpasını 9 Eylül 1922’de ilelebet Ege Denizine demirler.

I.Dünya Savaşı sonucunda 700 yıllık İmparatorluktan elde kalan son topraklarımız, Suriye, Irak, Hicaz ve Yemen’deki verdiğimiz savaşımlar neticesinde;  Mısır’ı fethedip Mısır Fatihi olma hayalleri ile Alman çıkarları peşinde Kafkas’larda ve İran içlerinde Turan hayalleri peşinde koşarken Mısırdan vazgeçtik Sina’dan Kudüs’e ve Basra’dan Bağdat’a kadar alanı çok kısa sürede kaybetmiştik. Mısır’ı alalım derken ta Adana önlerine kadar bütün Sina, Filistin ve Suriye’yi, İran’ı fethedelim derken Basra’dan Hakkari’ye kadar tüm Irak’ı İngilizlerin eline bırakmıştık.

Hadi bizim Sancak Gemimizin bir kaptanı vardı ve bu gemiyi fırtınalı, çalkantılı sulardan güvenli sulara çıkartıp batmaktan kurtarıp güven içerisinde sakince yüzdürmeyi başarmış ve kendi çizdiği sağlam bir Rota ile geleceği aydınlık ve güven altına almıştı, kurtuluşu başka devletlerin inayetinde arayanların durumu ne olmuştu? Bunun cevabını Şam, İngiliz ve Arap isyancılarının eline geçtiğinde geri çekilen Osmanlı askerinin durumunu gören biraz aklı salim olan iki Arap genci vermişti, bu cevabı yine Filistin’de tüm muharebeleri yaşamış olan süvari Üsteğmen (Emekli Süvari Albay) Şerif Güralp’in anılarında görebiliyoruz;

‘’ Öğle vakti 3 ncü Bölük hemen yolun batısında yüksekçe bir yerde rastladığı bir kaynakta hayvanlarını                         insanlara mahzun bir tavırla bakarken yanına iki köylü Arap yaklaştı. Selam vererek yanına oturdular. İyi Türkçe konuşan, genç olanı Bölük Komutanına,

 “Ne düşünüyorsun?” diye sordu. Bölük Komutanı, “Arap’ın gayretiyle bu hâle gelen Türk ordusuna bak! Nasıl düşünmeyeyim” cevabını verdi. Bunun üzerine Genç Arap,

 “siz büyüklerinizi tanır, etrafında toplanır, memleketinizi yine savunur, vatanınıza bu düşmanı sokmazsınız. Ancak siz gittikten sonra biz ne olacağız? Her taraftan bir seyit çıkar, birbirimize düşeriz. Sonuçta yabancılar da işe müdahale eder, bizde esaret hayatı başlar.” dedi.

 Arap genci, “Zaman beraet-i zimmet kabul etmez hükümlerini verir.” diyerek o zaman bu durumu çok güzel yorumlamıştı. Arap gencinin dediği aynen çıktı. Türk milleti “ATA”sının etrafında toplandı. Büyük mücadele sonucu düşmanlarını kovdu. Savaşı kazandı. İnkılâbını yaptı. Büyük hamlelerle çağdaşlaşma yoluna girdi.

(Beraet-i zimmet: Kişinin suçsuz ve temiz olmasıdır. “Zaman beraet-i zimmet kabul etmez hükümlerini verir.” Kişinin suçsuz ve temiz olması (insanların koyduğu hukuk kuralları) zamanı ilgilendirmez, o kendi yasalarını işletir. Dolayısıyla yaşanan olayların sonucu zaman içinde görülür.)

***

Selçuklu İmparatorluğunun 1048 yılında Erzurum Pasinler’de Roma(Bizans) İmparatorluğu ile yapmış olduğu savaş ile Türklerin Anadolu ile ilk temasları başlamış devamında Doğu Anadolu'nun Kuzeydoğu ucundaki meşhur Ani kalesi 1064'te feth edilmiş ve 16 Ağustos 1064'te Kars Türk Topraklarına dahil olmuştu. Türklerin Anadolu içlerine kadar yayılmaları üzerine Roma İmp. Romen Diyojen Türkleri Anadolu’dan süpürme harekatına girişir ve en son Selçuklu Ordusu ile Malazgirt ovasında Meydan Muharebesine tutuşur ve Selçuklunun 26 Ağustos 1071 zaferiyle Romen Diojen yenilir ve Anadolu kapıları iyice Türklere açılır.

Selçuklu İmp.’nun Anadolu’daki uzantısı Anadolu Selçuklu Devleti 1243 Kösedağ Savaşı ile Moğollar’a yenilir ve tarih sahnesinden silinirken Beyliklere dönüşen Selçuklu’nun Bilecik civarındaki Söğüt kasabasında 1299 yılında Osmanoğulları Beyliği kurulur.

Bu küçücük beylik yıllar içerisinde batıda Atlas Okyanusu, Doğuda Hint Okyanusu, Kuzeyde Kırım, biraz batıda Viyana önleri, Afrika Kuzeyinin neredeyse tamamı, doğusunun önemli bir kısmı, tüm Suriye Irak ve Arabistan, Yemen derken Kızıldeniz, Doğu Akdeniz, Ege ve Karadeniz bir iç deniz haline gelirken inanılmaz ama Küçük Murat Reis komutasındaki Cezayir-Türk korsanları tarafından, 1627 yılında Atlas Okyanusu'ndaki Kuzey Kutup Dairesi geçilerek İzlanda adası bile Türk denizcileri tarafından 26 gün işgal edilmiş yağmalanmıştı. Eski Dünyanın neredeyse tamamına hükmeder bir hale gelmişti.

Murat Reis, 12'si kadırga 15 parçadan oluşan donanması ile İzlanda'ya giderken ilk önce Manş Denizi'nden geçer, sonra Kuzey Denizi boyunca Danimarka ve Norveç kıyılarını topa tutar, 20 Haziran 1627 tarihinde İzlanda sahillerine ulaşır ve 16 Temmuz tarihine kadar 26 gün boyunca İzlanda'yı işgal altında tutar.

Tarihin en önemli ve III.Roma’sı olarak da adlandırılan Osmanlı İmparatorluğu, üç kıta yedi iklimde çok uluslu, çok dinli bir cihan imparatorluğu olarak 700 yıl hüküm sürmüş ancak İbn-i Haldun’nun devlet anlayışına göre devletler de aynı insanlar gibi organizmacı bir tutum sergiler; doğar, gelişir ve ölürler. Kısaca, İbn-i Haldun’a göre, bir devlet kurulduktan sonra büyüme, olgunlaşma ve yıkılmanın doğal ve zorunlu yasasına tabi olur. Osmanlı Devleti de bu kaçınılmaz sonuçtan kurtulamaz ve I.Dünya Savaşı sonrası İngiliz ve İtilaf Devletlerinin zorladığı 10 Ağustos 1920 de Sevres Anlaşması ile 700 yıl öncesi kurulduğu Osmanoğulları Beyliğinden hallice Kastamonu, Sinop biraz Ankara, Afyon çok az da Kırşehir ve Amasya’dan biraz daha büyük yalnızca Karadeniz’e kıyısı olan ve Anadolu’ya hapsedilmiş neredeyse Candaroğulları beyliği haline dönüştürülmüştü.

Ancak Sevres Antlaşması ile dayatılan şartları kabul etmeyip yeniden mücadeleye başlayan Mustafa Kemal Paşa, Filistin Cephesinde Mustafa İsmet (İnönü), Mustafa Fevzi (Çakmak), Ali Fuat (Cebesoy), Refet (Bele), Fahrettin (Altay) Paşalar ile beraber kader birliği yaptığı silah arkadaşlarıyla Kurtuluş Savaşı’nı başlatmış ve Kurtuluş Savaşı'nın son evresi 26 Ağustos 1922'de Afyonkarahisar-Kocatepe'de başlayan Büyük Taarruz ile açılmış,  devam eden taarruzlarla Türk Ordusu 30 Ağustos günü akşam saat 19.30'a kadar süren bugün Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak bilinen büyük çarpışmalarda Yunan birlikleri imha edilip dağıtılmıştır. Bu muharebede Yunan 4. ve 12. Tümenleri tamamen, 5. ve 9. Tümenleri kısmen imha olmuştu.

Türk askerinin vatansever Komutanlarının emir komutasında neler yapacağının en belirgin örneğidir Milli Mücadele, daha kısa bir süre önce Türk askerinin ruhundan anlamayan Alman Komutanlarının yanlış karaları yüzünden Filistin’de İngilizlerin önünden geri çekilen yer yer 4. ve 8. Ordularda olduğu gibi kaçan,firar eden ordu 26 Ağustos 1922 tarihinde sel olmuş Afyon’dan İzmir’e doğru İngiliz destekli Yunan ordusunu önüne katmış Akdeniz’e doğru sürüklüyordu. Filistin’de General Allenby’nin süvarilerinden geri kaçan Türk Ordusu şimdi Mustafa Kemal Paşa’nın emir komutasında, Fahrettin Altay Paşa’nın ‘’Hayalet Süvarileri’’ nin her bir neferi Türk Mitolojisinde önemli bir yeri olan kanatlı at “Tulpar”’ a dönüşüp kanatlanmış düşmanı İzmir Körfezine doğru tozu dumana katıp dört nala kovalıyordu.

İzmir’de sonuçlanan büyük mücadele sonucunda, Anadolu içlerine sıkıştırılan, Karadeniz de dar bir alanda kıyısı olan minik bir devlet haline dönüştürülmeye çalışılan Türkiye, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları ve inandığı Türk insanı sayesinde tekrardan Doğu Trakya dahil, Akdeniz, Karadeniz ve Ege Denizine açılmış Misak-i Milli Sınırları içinde egemen bir Cihan Devleti haline gelmiştir.

Osmanlı 1389 yılında Kosova’da yendiği Sırp Prensi Lazar savaşı kaybetmesine rağmen Sırp Kilisesi ve Sırp şair, yazar, edebiyatçıları ve devlet adamları sayesinde ilahi bir milli kahraman haline getirilirken, bir milleti’in yok edilmeye çalışıldığı bir süreçte bu talihsiz milletin maküs talihini geri çeviren yüzünü güldüren gerçek bir asker ve devlet adamı olan Mustafa Kemal Atatürk’ün yalnızca yazdığımız üç örnek olaydaki göstermiş olduğu üstün cesaret ve feragat nedendir bilinmez, söz konusu edilmez, o günlerin anma törenlerinde ismi geçmez, o gün anılmak durumundaysa bile yok sayılır, yıkılmış bir Osmanlı’nın yerine yeni bir Türk Devleti kurmanın son adımı olan 26 Ağustos Büyük Taarruz ve akabinde ki 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Muharebesi anılmaz, ancak 1000 yıl önceki Türk Dünyası için önemli ancak Selçuklu için aslında sıradan bir savaş olan Malazgirt Meydan Muharebesi, olduğundan daha fazla önemsenerek aynı tarihe denk gelen Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi ve bu mucizenin sahibi ATATÜRK anılmayarak, yok sayılarak unutturulmaya gayret edilir.

 

Devam edecek…

Yorum

İbrahim (doğrulanmamış) Çar, 14 Ağustos 2024 - 21:37

Devrem başarılar diliyorum.

HÜSEYİN GÜRSOY (doğrulanmamış) Per, 15 Ağustos 2024 - 20:53

Yüz yılları ve Türk düşmanlığının tarihini bir solukta anlatmış, son derece detaylı ve tarihi belgelere dayanmış bu yazı için gönülden kutluyorum. Ebedi ve ezeli başkumandanım Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'Ü her daim olduğu gibi minnetle anıyorum. Elinize, kaleminize sağlık. Unutmamalı, unutturmamalıyız. Var olun.

Konuk (doğrulanmamış) Cu, 16 Ağustos 2024 - 07:36

Sırp milliyetçiliğinden sırp ırkçılığına geçişin kökenleri ve tatihi seyri,Balkanlar ,Filistin ve kurtuluş savaşı ile bir liderin doğuşu ile Türk milletinin kurtuluşu akıcı bir süreçle anlatilmış.Dilerim aynı lezzeti 2.bölümde de yakalarım.
Teşekkürler şenol bey.

Mehmet İçağasıoğlu (doğrulanmamış) Cu, 16 Ağustos 2024 - 08:13

Balkan faciamız,sırp milliyetçiliğinin sırp ırkçılığına dönüş süreci ve kökenleri,Filistin direnişimiz ve Arapların ihaneti .Bu direnişten bir liderin doğuşu ve bu liderle Türk milletinin kurtuluşu.Sırpların mağlup liderlerinden sırpları ayakta tutacak mitolojik bir kahraman yaratmaları,Türklerin ise düşmanlarının bile saygı duyduğu kendi kahramanlarını,M.kemal ataturk'ü lekelemeye hatta unutturmaya çalışmaları akıcı bir uslupla anlatılmış.
Umuyorum ki,aile kökenlerinin de bu süreçle bütünleşmesi sonucu harika bir ikici bölüm olacak.Merakla bekliyoruz.
Teşekkürler şenol bey.

Konuk (doğrulanmamış) Ct, 17 Ağustos 2024 - 09:07

In reply to by Mehmet İçağasıoğlu (doğrulanmamış)

bu güzel yorumunuz ve analiziniz için teşekkür ederim, sağolun...

Yakup Altınbilek (doğrulanmamış) Ct, 17 Ağustos 2024 - 10:45

Tarihimizin bir dönemini bu kadar duru ve akıcı bir şekilde aktardığınız için minnettarız. Sağolun var olun.

Konuk (doğrulanmamış) Pa, 18 Ağustos 2024 - 10:05

In reply to by Yakup Altınbilek (doğrulanmamış)

Teşekkür ederim, sağolun🙏🏻🙏🏻🙏🏻

Anıl sevinçler (doğrulanmamış) Pa, 18 Ağustos 2024 - 10:26

Gerçekten detaylı ve güzel bir yazı olmuş, tarihimizi bilmek atalarımızın neler yaşadığına dair daha detaylı bilgi sahibi olmak adına yapılmış emek, özveri için teşekkürler emeğinize sağlık.

Yaşar Kuş (doğrulanmamış) Çar, 21 Ağustos 2024 - 16:10

Canım kardeşim gene döktürmüşsün, ağzına, eline, emeğine ve yüreğine sağlık diyorum, Türk fırtınadır kasırgadır Türk yıldırımdır ve bu Türk Milletinin bağrından çıkan bir yiğitte Gazi Mustafa Kemal Atatürk tür kim ne yaparsa yapsın kimsenin gücü onu silmeye yoketmeye yetmezzzzzz tarih herşeyi yazacaktır ve Kıca Adam Atamız her zamanki gibi baş köşedeki yerinde ve Milletinin gönlünde yerini alacaktır
NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE

M.Hakan Öztürk (doğrulanmamış) Pt, 26 Ağustos 2024 - 12:52

Sevgili kardeşim, dostum öncelikle çok faydalı, bilgilendirici ve bilgilerimizi tazeleyici yazın için tebrik ediyorum.
Tarih milletlerin mücadele alanıdır ve milletleri anlamak biraz da tarihin dilinden anlamayı gerektirir. Tarihin kuşkusuz en önemli simalarından biri de hatta belki de birincisi Türklerdir. Milletler tarih dediğimiz kulvarda liderleriyle dahileriyle yarışırlar. Ne şanslıyız ki, askerliği, devlet adamlığı, inkılapçı kişiliği ve fikir adamlığı ile dünya tarihinin benzersiz en önemli lideri Atatürk'e sahiptik. Özellikle bu son yıllarda belki de bizim gibi vatanseverleri en üzen şey, bu milletin içinde Atatürk'ü hala anlayamamış insanların olması ya da bizim onlara Atatürk'ü anlatamamış olmamızın burukluğudur.
Goethe'nin bir sözü var, "Her ne yapabilirseniz, ya da yapabileceğinizi hayal ediyorsanız yapmaya başlayın. Cesaretin kendine has bir dehası, gücü ve sihri vardır." Bu sözü okuduğumda hemen Atatürk gelmişti aklıma. Özgüven salgın gibidir, bulaşıcıdır. Birinde başladığında diğerleri de onu takip eder. Atatürk sadece savaş ya da devrim yapmadı, O misyonuyla, cesaretiyle, özgüveniyle harekete geçip dehasıyla bu milletin kaderini yeniden yaratmış büyük bir liderdir. Bize bunları yeniden düşündürdüğün ve hatırlattığın için tekrar teşekkürler kardeşim.

Konuk (doğrulanmamış) Çar, 28 Ağustos 2024 - 21:33

Sevgili kardeşim, öncelikle zaman ayırıp okuma inceliği gösterdiğiniz için teşekkürler, cesaret verici yorumunuz için ayrıca teşekkür ederim.

Kasım Önder (doğrulanmamış) Cu, 30 Ağustos 2024 - 12:21

Şenol bey tebrik ederim etkileyiciydi. Zorbatv.com u kutluyorum güzel düşündüren seçme yazılar yayınlıyor. Sevgilerimle

Tahsin Polat (doğrulanmamış) Çar, 23 Ekim 2024 - 10:52

Yazıda Sırp düşmanlığının nasıl başladığı günümüze kadar nasıl geliştiğinin çok güzel anlatımını buldum yeni şeyler öğrendim gerçekten çok güzel bir yazı, Bu yazı ile aynı zamanda bir dönemi en ince ayrıntısına kadar mercek altına almışsın çok güçlü bir kalemin var eline sağlık.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.