Prof. Hasan Pekmezci
İnsan-Toplumsal Birikim, Global Kültür Dayatmalarına Karşı Sanat Özgürlüktür!
Özet: İnsanoğlu beyni, muhakeme yetisi, duyumsama zenginliği ve yaratıcılığı ile dünyayı kuran, değiştiren ve anlamlandıran en büyük güçtür. Bu çok yönlü insan, dirim bilim, bilgi ve teknolojiye hâkim olduğu kadar, sanat ve kültür alanında da bu niteliğini ve kapasitesini ortaya koymak zorundadır. Kültürel ve sanatsal birikim insan yaşamının vazgeçilmezleri arasına gerektiğince katılmazsa insan denen bu canlı, robotik tavırlar, katı kurallar, disiplinler ve çok yönlü girdaplar içinde gerçek kimliğini kaybeder. Bu kayıp, ilkel benliğin, benlik duygusunun hortlamasına ve hayvansal boyutun devreye girerek, hayvansal davranış biçimlerinin oluşmasına neden olur. Bu bağlamda bilim, bilgi, teknolojinin yanında en az onlar kadar kültür, sanat ve spor gibi insani değerler insana insanlığını duyumsatan, insan olma onurunu yaşatan en önemli araçtır.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
M. İlin ve E. Segal’ın tanımıyla “insan bir devdir.
Bu dünyada bir dev var.
Bu devin öyle kolları var ki, hiç güçlük çekmeden bir lokomotifi kaldırabilir.
Bu devin öyle ayakları var ki, günde binlerce kilometre koşabilir.
Bu devin öyle kanatları var ki, bulutlar üzerinde kuşların çıkamadığı yüksekliklerde uçabilir.
Bu devin öyle yüzgeçleri var ki, su altında balıklardan daha iyi yüzebilir.
Bu devin öyle gözleri ve kulakları var ki, görülmeyeni görür, başka bir kıtadan konuşulanları işitir.
Bu dev o kadar güçlüdür ki, dağları delip geçer ve dolu dizgin akıp giden suları durdurur.
Bu dev yer yüzünü istediği gibi değiştirir, ormanları diker, denizleri birleştirir, çölleri sular.
Kimdir bu dev?
Bu dev insandır.
Acaba insan nasıl dev oldu, nasıl dünyanın efendisi oldu?”
(M. İlin-E. Segal, İnsan Nasıl İnsan Oldu, sayfa:6, Say Yayınları, 1991 İstanbul)
İnsanlık tarihi insanın nasıl bir dev olduğunun, bu devin neler yarattığının, nasıl yaşadığının olumlu/olumsuz öyküleri/efsaneleri ile doludur. İnsan evrenin efendisi olma fırsatı veren kendine özgü nimetleri bilim, sanat, spor ve uygarlık için kullandığı sürece başarılı olmuş, çağlar açıp, çağlar kapamıştır. Nedir bu insana özgü nimetler ve bunun değerinin farkındalığı nedir?
• İnsan, en gelişmiş zekâya sahip bir canlıdır. Zekâ ve yaratıcı zekâ geliştirilebilir, eğitim yoluyla onu kullanma yol ve yöntemleri zenginleştirilebilir.
• İnsan duygusal bir varlıktır; duyan, sezen, bunu kişisel ve toplumsal ilişkilerinde çeşitli davranışlarına, her türlü üretim çabasına ve onun sonuçlarına istemli veya istem dışı yansıtabilen bir duygusal zekâya sahiptir.
• İnsan, görme, işitme, tat alma, dokunma, koku alma, sezme gibi bütün duyu organları gelişen, geliştirilebilen, bu duyu organlarını bir koordinasyon içinde kullanabilmesini bilen, bu algı ve birikim zenginliğini bilimsel, kültürel ve sanatsal alanda yaratıcı gücünün kaynağı olarak kullanabilen canlıdır.
• İnsan, zekâsını, göz, el, ayak gibi organlarını birbirleri ile uyumlu/eşgüdümlü olarak kullanarak çeşitli araç-gereç, teknoloji üretmesini bilen; bunlara kazandığı-kazanacağı insani değerlerle hükmetmesini ve anlam katmasını ilke sayan bir yaratıcı güçtür.
• İnsan, sözle, sesle, mimikle, hareketle, yazı, resim, çizim ve biçimlendirme ile kendini anlatma ve anlaşma yetisine sahip tek canlı türüdür.
• İnsan, geçmişini bilen, yargılayan ve sorgulayan; gününü ve geleceğini planlama bilincinde olan, seçme ve ayıklama mekanizması gelişmiş bir varlıktır.
• İnsan, bilinçli olarak soyunu devam ettirme, toplu ve örgütlü yaşama; toplu yaşamanın standartlarını, siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik boyutlarını tespit ederek uygulama gücüne sahip sosyal bir varlıktır.
• İnsan, her yönü ile potansiyel bir güçtür. Bu birikimin ve sahip olduğu yetilerin gerçekleşmesi ancak, insanın, insanî değerlerini kaybetmemesi, kendini tanıması ve bilmesi ile mümkün olabilmektedir. Bu gizil gücün ortaya çıkması, insanın bu bilince ulaşması da ancak küçük yaşlardan başlayacak çok yönlü eğitimle; zenginleştirilmiş bir sanat eğitimi ile ve yaşamın her aşamada tutarlı bir toplumsal eğitim-sanat politikaları izlenmesi ile sağlanabilecektir.
“Kuşkusuz insan sonlu bir varlıktır ve özgürlüğü sınırdır. Bu, koşullardan özgürlük değil, koşullara göre tavır alabilme özgürlüğüdür...İnsan tamamen koşullandırılmış ve belirlenmiş değildir; daha çok, ister koşullara boyun eğsin, ister karşı gelsin, kendini belirlemektedir. Başka bir deyişle insan nihai anlamda kendini belirleyen bir varlıktır. İnsan varolmakta yetinmez, bunun yerine her zaman için varoluşunun ne olacağına, bir sonraki anda kendisinin ne olacağına karar verir.
Aynı nedenden ötürü her insan, herhangi bir anda değişme özelliğine sahiptir. Bu nedenle, insanın geleceğini ancak bir grubun tamamına ilişkin bir istatistiksel araştırmanın geniş çerçevesi dahilinde tahmin edebiliriz; ancak bireysel kişilik, öz itibariyle tahmin edilemez kalır. Tahminlerin temeli biyolojik, ruhsal ve toplumsal koşullarla temsil edilebilir. Yine de insan varoluşunun temel özelliklerinden birisi, bu koşulların üstüne çıkabilme, bunların ötesinde gelişebilme yetisidir. İnsan, olası olduğunda, dünyayı daha iyiye doğru değiştirebilme ve gerektiği takdirde de kendini daha iyiye doğru değiştirebilme yetisine sahiptir.” “Dr. Victor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, s.115, Öteki Yayınevi, Ankara,1995
İnsanoğlu sayılan bu insanî değerlerini ve doğanın sağladığı nimetleri gereği gibi kullanamadığında; bu nimetleri farklı amaçlar için kullanmaya başladığında ya da özümlenmemiş, eklektik, özenti ve taklitçiliğe dayanan ve kendi kuralları içinde işleyen küresel kültür egemenliği odaklarının bombardımanına teslim olduğunda “serseri mayına döner”, yukarıdaki nitelikler tersyüz olur:
• Şu bir yadsınamaz gerçektir: İnsanî değerler altüst olduğunda hayvanî yönü devreye girer. Bugün toplumların en büyük sorunu hayvanî yönü ağır basan yığınların gittikçe artmasıdır. Böylece hayvanların yapamayacağı hile, hurda, desise, tuzak ile her türlü kötülüğün kaynağı haline gelir. Yaşam ilişkileri insanî olmaktan çok hayvanî tavırlara dönüşür. Sevgi, saygı, hoşgörü, vefa duygusu, etik değerler yok olur, gider.
• Bir insanî eylem olan spor etkinliklerine katılanların oyun alanında, tribünlerde, cadde ve sokaklarda ortaya koyduğu tavırların; sokaklara salınmış boğaların oraya buraya saldıran tavırlarından farklı olmayışının nedenleri budur. Kırmak, dökmek yakmak, yıkmak, yok etmek en doğal tavırlar haline gelir.
• Aklını, beynini, sezgilerini, duyu organlarını gereğince kullanmadığından sürü mantığı içinde hareket eder. Dalkavukluk, yalakalık, çıkarcılık girdabında döner durur. 2005 yılında bütün basına yansıyan olay gibi, uçurumdan atlayan bir koyunun peşinden giden 1400 koyunun çoğunun telef olması gibi, birinin dümen suyunda körü körüne giden binler, milyonlar yem olur, heder olur.
• Kimliği pamuk ipliğine bağlı insan, her türlü kışkırtmaya, dolduruşa, tetiklemeye, onun bunun maşası olmaya açıktır. Bu hastalıklar döner dolaşır toplumsal travmalara dönüşür.
• Yine bir insanî eylem olan gösteri, miting gibi toplumsal eylemler en küçük bir provokasyonla gözü dönmüş, her türlü kötülüğü yapabilecek saldırganlıklara; yağma, yakma, yıkma çılgınlığına dönüşüverir. “Bir insan bunu nasıl yapar” dedirten ve insanı insan olduğundan utandıran tavırlar normal hale gelir.
• Yurtseverliğin, çalışmanın, üretmenin, yaratıcılığın, emeğin, alın terinin, onurun bu dildeki karşılığı “enayilik” olarak değerlendirilir.
• Vurgunculuk, soygunculuk, hortumculuk, emek gaspı, üç kâğıtçılık, iş bitiricilik başarının yeni tanımlaması olarak değerlendirilir; bunları yapanlar yeni ideallerin simgesi oluverir.
• Yurtseverlik, devrimcilik, toplumculuk modası geçmiş şovenizm olarak nitelenir. Toplumların belleği olan tarih, işlerine geldiğinde başka, gelmediğinde resmi tarih olarak tu kaka edilir.
• Kendi demokrasi anlayışları adına dağları, denizleri, okyanusları aşarak gariban ülkeleri hallaç pamuğu gibi darmadağın hale getirmeler, kitlesel katliamlar, çifte standartlar, uşaklarla, maşalarla kukla yönetimler olağan sayılır.
• İnsanların kanını emme ideolojisi haline getirilmiş; eskisi, yenisi fark etmeyen post modern sömürgecilik, küreselleşme cilasıyla allanıp pullanarak yeni ufuklar, yeni idealler olarak sunulur. Bunları yutmayanlara olmadık karalar çalınır.
• Kutsal değerler yukarıda sayılan bütün çarpıklıklara payanda olarak kullanılır. Toplumsal ve kitlesel sömürünün önemli araçlarından biri olarak 21. yüzyılda orta çağdan da geri bir dünya ve bir yaşam vaadinin temel taşı haline getirilir.
*
Tüm bunlar hem insanlığın kanseri olarak görülmesi gerekirken Globalizm gibi yaldızlı sloganlarla sürekli enjekte edilir.
Kültür-Globalizm-Küreselleşme;
Çok tanımlı alanlardan biridir kültür ve burada sınırlı bir değinmeyle yetineceğiz.
‘’Bir uzman olan Raymond Williams’a göre, “kültür, İngiliz dilinin en karmaşık iki ya da üç kelimesinden biridir.
Williams’a göre (1976: 80), bu tür tarihsel kaymalar “kültür” teriminin bugünkü üç kullanımına belli belirsiz yansıtılır.
• Bir birey, grup ya da toplumun entelektüel, ruhsal ve estetik gelişimini ifade etmek.
• Bir dizi entelektüel ve sanatsal faaliyeti ve bunların ürünlerini (film, resim, tiyatro) saptamak. Bu kullanımda kültür, az çok “Güzel Sanatlar” ile eşanlamlıdır; bu nedenle, “ Kültür Bakanlığı”ndan söz edebiliyoruz.
• Bir insanın, grubun ya da toplumun yaşam biçiminin tümünü, faaliyetlerini, inançlarını ve göreneklerini belirtmek.’’Philip Smith. Kültürel Kuram.S.13
“Kültürün özerkliği"ne önem verilir. Bu, kültürün, altta yatan ekonomik güçlerin, güç dağılımlarının ya da toplumsal yapısal ihtiyaçların basit bir yansıması olarak açıklanamayacağı gerçeğidir.
‘’…toplumsal yaşamın tüm yönlerine ve düzeylerine yayılmış olarak kavranır. Kültürel üstünlük ya da aşağılık fikirleri çağdaş akademik çalışmada hemen hemen hiç yer almaz.’’ (Philip Smith Kültürel Kuram s.16-17)
Yaşamı bu denli saran-sarmalayan özelliği ile kültür, güçlü hegemonyacı sermaye odaklarının her adımında; reklam içeriklerinden, reklam müziklerine, yaşama, beslenme kültürlerine ve tüketim çılgınlığına kadar beyin yıkama ve kendi istekleri doğrultusunda davranış değişikliği yaratma ameliyesini başarı ile sürdürmesinin temel nedenidir. Bu ağ öylesine etkilidir ki, yerli işbirlikçi ve sınırsız takipçi bulmada hiçbir güçlükle karşılaşmamaktadır. Bu etkili beyin yıkama ‘’gelişmiş ülkelerin sanayii, teknolojisi alınıyorsa kültürü de alınır’’ düşüncesini-dayatmasını yaratmaktadır. Özümlenmemiş, aktarma bir alma eylemi. Oysa ki ulusal kültür, özümlenmiş, bireysel ve toplumsal yaşamın temel harçlarındandır ve aynı zamanda ulusal bir şemsiyedir.
Bu konuda Ankara Ün. Tıp. Fak. Öğ. Üyesi, Prof. Dr. A. Nezih Erverdi gibi duyarlı bir başka eğitimcinin değerlendirmeleri de önemlidir.
‘’Toplum bilincinin oluşmasında en önemli organlar olan basın-yayın kuruluşlarındaki kadrolar neredeyse tamamen ele geçirilmiştir. Hangi programların daha sık izlendiğini gösteren decoderler bilhassa varoşlara yerleştirilmiş, böylece varoş kültürü televizyon programlarında egemen kılınmıştır. Dünyanın en seviyesiz programları televizyonları işgal etmiştir. Alt kimlikleri öne çıkaran özendirici diziler her televizyonda en çok seyredilen saatlerde yayınlanmaktadır. Toplumun moral değerleri çökertilmiş, gelenek ve göreneklerin iyi özellikleri unutturulmuş, kolay yoldan zengin olma, köşe dönme gençlerin temel dürtüsü haline gelmiştir. Ülkenin en önemli sorunları yokmuş gibi davranılarak magazin, futbol ve yarışma programları, mafya dizileri ve alt kültür dizileri ile toplum oyalanmakta ve yönlendirilmektedir.’’
*
Yukarıda tanımladığımız artı-eksi kutuplu insan tipi ya da bu insan tiplerinden oluşan toplum tipi geçmişten günümüze yaşamın yadsınamaz gerçeği. Üstelik gittikçe negatifleşen, gittikçe kronikleşen, bir gerçeği.
Bu olumsuzlukların en büyük çaresi, günümüzdeki insan gerçeğini adam gibi anlayan, yorumlayan kadrolarla; çağdaş, akılcı, yurtsever, devrimci bir tavır içinde top yekun eğitim, örgün eğitim, yaygın eğitim, halk eğitimi seferberliğidir. Sorun, ülkenin bütün olanakları içinde, her yaştan insanın, kitle örgütleri, yurtsever medyanın bütün öğeleri, basın, yayın, kültür ve sanat kurumları, her kademedeki okullar, üniversiteler ile bu seferberliğe katılması sorunudur.
Çağımız toplumlarının ve eğitiminin en önemli sorunu insan müsveddeleri değil, hatta ulusal ilkelerden kaçırılmış merdiven altı insan yetiştirme hiç değil; “İNSAN GİBİ İNSAN YETİŞTİRMEKTİR”.
Bunun için:
• Eğitimde ve yaşamda yaşamsal önceliklerin belirlenmesi,
• İnsanın insanî değerlerini yeniden keşfetmesini sağlayacak yol ve yöntemlerin devreye sokulması,
• Sadece bilim ve fen alanlarının değil, bunlarla birlikte en az bunlar kadar önem verilerek sanat, edebiyat, spor dinamiklerinin yaşamda mihver olarak değerlendirilmesi, (Bakınız: Sir Ken Robinson, Yaratıcılık, Aklın Sınırlarını Aşmak, Dhoma Yayınları, 2003, İstanbul)
• “Robotik” insan tipi, “inek” insan tipi, test çentikçisi insan tipi bugüne kadar negatif insan modelini yaratmıştır. Bundan sonra ne yapıp yapıp “aklın rehberliğinde bilimsel, düşünsel, duygusal ve sezgisel ifadenin egemen olacağı, sormasını, sorgulamasını ve cevap aramasını bilen”, doğmalardan, başkalarının aklından, dümeninden medet beklemeyen, insan modelini amaçlamak sorunudur.
Çünkü:
“Doğmanın yanıtı vardır, sorusu yoktur.
Bilimin sorusu vardır, yanıtı yoktur.
Bilim insanlarının bütün çabası, işte bu yanıtı olmayan soruların yanıtlarını bulmaktır.
Onun için de ‘bilim kuşkuyu sever, Doğma kuşkuyu yasaklar’.
Bir toplumun yaşamında da soru sorma, seçenek oluşturma, daha doğru olanı arama’ özel bir gelişmişlik ölçütüdür.
Gelişmemiş toplum ise, merak etmeyen, soru sormayı seçmeyen, seçenekleri olmayan, tartışmayan’ insanların toplumudur”. (Erdal Atabek, Cumhuriyet,24 Ekim. 2005)
• Bu nedenle yaşamı sorgulayan disiplinlerle; kendini sorgulayanlar için sorgulama yol ve yöntemlerini ve alanlarını içeren, bilim, fen, sanat, edebiyat, spor alanları birbirinden koparılmaksızın, birbirini yok saymaksızın, bir birine kurban edilmeksizin yaşamda bir bütün olarak değerlendirilmek zorundadır.
“Kendini sorgulama” iç dünya ile hesaplaşma başlı başına bir disiplindir. Bu disiplinin en önemli kaynağı SANAT alanıdır.
“Kişinin kendini ifade edememe konusunda duyduğu umutsuzluk, çoğu zaman onu ağır ruhsal sıkıntıya götürür. Nevroz’un çıkış noktası da zaten gerçekte olup bitende değil, bastırmanın zorunluluğunda yatmaktadır...
Dürtülerin bastırılması bireye toplum tarafından uygulanan baskının sadece bir kısmıdır. Birey yetişkin olmasından daha önce iyi niyetli ana-babası vasıtasıyla ilk günlerinden itibaren duygularını bastırmaya başladığından, ileride bu baskının izlerini bulabilmek için yardıma ihtiyaç duyar.” (Alice Miller, Başlangıçta Eğitim Vardı, sayfa: 27)
Geçmişten günümüze kadar bu konuda sorunlu bireye “yardım” için ilk akla gelen psikanaliz”dir. “Psikanaliz bazıları için ayrıcalıktır ve sonuçları tartışmalıdır.” (age s:27)
Psikanaliz yoluyla yardım şekli de özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra çeşitli tartışmalara neden olmuştur. Bu tartışmalar iki grupta toplanmaktadır:
Birinci grup psikanaliz yönteminin boşaltıcı ve rahatlatıcı yönünün ve özellikle etkin telkin yönteminin yararlarını savunanlardır. Bireyin tek başına üstesinden gelemediği, iç sorunlar yumağı içinde çıkmazlara girdiği anda insan denen muammayı tahlil etmesini bilen/yaşam deneyimleri içinde yoğrulmuş telkinlerle rahatlatmanın gerekliliğini önerenlerdir.
İkinci grup hekim ve eğitim bilimci ise analizcinin telkinlerine yanıt veren sorunlu bireyin bir süre sonra deşifre edilmiş olmanın iç huzursuzluğu içinde pişmanlıklar yaşayabileceğini, kendi kendine sorduğu neden-niçin soruları ile eskisinden belki de daha çok ağır sıkıntılar yaşayabileceğini savunmaktadırlar. “...toplumun analizcilerin odasında neler olduğunu mümkün olduğu kadar bilmeye hakkı vardır. Çünkü burada ortaya çıkanlar bir hastanın özel olayı değil, hepimizin olayıdır” savında bulunan analizcilerin var oluşu bu kuşkuları şiddetlendiren etkenler olarak görülür. (Alice Miller, Başlangıçta Eğitim Vardı, sayfa 28)
Sorunlu bireyin ya da hastanın analizcinin seanslarından sonra başlangıçta rahatlamak gibi görülen durumunun pişmanlıkların etkisi ile kısa bir süre sonra “bumerang” gibi çok daha yıkıcı etkilerle geri dönebileceği savunulur.
Bu nedenle ikinci grup analizcinin, hekimin, eğitimcinin bu konudaki dayanakları Dr. Victor E. Frankl’ın LOGOTERAPİ yöntemine dayanır. Yeni Psikanaliz akımının öncüsü olan Dr. Frankl LOGOTERAPİ yöntemi ile hastanın iç dünyasını deşmek, onun kendini deşifre etmesini sağlamak yerine, mevcut sorunundan çok daha etkili ve güçlü bir motivasyonla tanışmasını, bu yeni çekim alanı içinde içsel sorunlarını unutmasını önermektedir. Hastaya öyle bir motivasyon, öyle bir LOGO yüklenmelidir ki yeni ve baskın alan onu tedirgin eden, önceki sorunları etkisiz hale getirebilsin, olumsuz yüklemelerin yerini alabilsin.
Burada sözü edilen bu LOGO yani ANLAM yüklemenin ve bunların kapsamının ne olduğu ya da ne olması gerektiği; ilgili bireyi ne derece sarıp sarmalayacağı analizcinin, eğitimcinin birikimine bağlıdır. Öyle bir LOGO seçilmelidir ki insanı yaşama bağlayacak, yaşama anlam katacak zenginlikte olsun. Yaşamdan, içinde yaşanan günden ve gelecekten beklentileri zenginleştirsin. Bu ANLAM öyle etkin olmalı ki içsel sorunları emsin, nötralize etsin. Bireyin öncelikleri, yaşamının vazgeçilmezleri olsun.
‘’Nevrozların ve psikozların bireyleri yoğun bir etki alanı içine aldığı çağımızda Nevrotik ve Psikopatolojik rahatsızlıkların gün be gün artması kaçınılmazdır. Toplumsal yapılar bu çarpıklıkların çatlakları ile sarsılmaktadır. “Nevrozlar ve psikozlar aslında engelleme sonucu oluşan hayal kırıklıklarının dolaysız sonucu değil de kişinin yaşadığı travmaların bastırılmasının dışa vurumudur.” (age. S:35)
Her gün farklı farklı travmalar yaşayan bir dünyada ve bunların daha katmerlisini yaşayan ülkemizde bunların radikal-akli çözümlerinin bulunması yanında insanlarımızın ruh sağlığı açısından Logoterapik çabalara ne kadar çok ihtiyacı olduğu unutulmamalıdır.
Özellikle çağımızda yaşam sorunlarına karşı anlam yüklemede en etkili LOGO araçları öncelikle sanat, edebiyat ve spor alanlarıdır. Bu alanlar, her kesimden, her yaş grubundan insana her zaman, her koşulda ulaşılabilecek seçenekler sunar. Her bireyin ilgi alanını zenginleştirebilecek bir alan mutlaka vardır. Bunu sanat alanına göre yorumlarsak her insanın ilgilenebileceği, kendine göre hissedebileceği bir sanat dalı mutlaka vardır.
Örneğin,
Bütün zenginliği, her çeşit enstrümanıyla orkestra, opera, bale, caz ile müzik alanı.
Bütün teknik ve uygulama çeşitliliği ile resim: Yağlıboya, akrilik, suluboya, desen, baskı teknikleri.
Her türlü malzemenin ve teknik olanakların fırsat yarattığı Heykel. Seramik. Üç boyutlu bütün uygulama ve tasarım yolları.
Engin bir alan olan edebiyat: Şiir, hikâye, roman.
Ritmin, en mükemmel form olan insan vücudunun ve müziğin ortaklığı: Bale, Halk dansları.
Bütün sanatların ortaklığında: Opera, Operet, Tiyatro.
Güç, denge, mücadele, kontrollü hırsın ulusal ve uluslar arası alanda başarılarla tatmin edilebileceği: Her çeşit spor yarışmaları ve spor.
Sanatla, sporla, edebiyatla ilgilenmek, uğraşmak herkesi sanatçı, sporcu, edebiyatçı yapmak için değildir. Bu bağlamda, “herkes resme heveslendi, önüne gelen bir palet biraz boya ve bir fırça ile resim yapmaya özenmeye başladı” gibi, herkes şiir yazıp şairliğe özendi gibi sözler elitist bir yaklaşımı gösterir. Sanatla, edebiyatla, sporla uğraşmak başka şeydir, herkesin kendisini sanatçı, edebiyatçı, sporcu sayması başka şeydir. Bize göre yüz binler, milyonlar bu alanlar içinde bulunmanın yollarını aramalıdır. İnsanın hayvani değerlerini yok edecek, ona “insan” olduğunu özümletecek etkinlikler toplumsal yaşam bilinci; siyasal, sosyal ve ekonomik önlemlerle birlikte her türlü kültür, sanat, spor etkinliklerinin yaşamın vazgeçilmezleri arasına sokulması ile elde edilecektir.
Konuyu alanımız içinde değerlendirirsek örneğin, milyonların elini ayağını, kalbini, beynini sanata bulaştırması demek yeri ve zamanı geldiğinde sanatı bilinçle savunması ve değerlendirmesi demektir. En azından sanata değer verenleri seçip ayıklaması demektir. Sanat “insan” olmanın ayrıcalığıdır. Ancak her yönü ile insanı kıskaçlara alan, kendini tanıma, sorgulama fırsatı yaratmayan toplumsal yaşam içinde “ne olup ne olmadığını, kapasitesini, eğilimlerini, becerilerini test etme, sınama olanağı vermesi bakımından kişilik tamamlama aracı olarak değerlendirilebilir. “Onu yapma, cısss, bunu yapma cısss” sınırlamaları içinde kimsenin cıssss diyemeyeceği uğraş alanıdır sanat. İnsanın aklıyla, beyniyle, hayalleri ile iç tepilerini yansıtması ile işin içine girmesidir. Bütün gizemi ile insanın kendini ifade yoludur sanat.
Sanat, bir paylaşım eylemidir, insanın mutluluğunu, coşkusunu, hüznünü ya da tüm gizlerini başkaları ile birlikte ve paylaşarak yaşama etkinliğidir. “Sanat, en yüksek yoğunlukta ve derinlikteki insanî deneyimdir. Sanat, gerçeklikte olduğumuz şey ve oluş biçimimizdir; kendimizi ve dünyamızı yapan ya da dünyamızın yapmamıza izin verdiği şeydir sanat. Nihayet sanat içinde yaşadığımız dünyaya kendimizi açmanın, hatta o dünyayı kendimizden geçerek olumlamanın bir yoludur.” (Crispin Sartwell, Yaşama Sanatı, s: 10)
Ünlü sanatçı ve sanat kuramcısı Klee’nin tanımı ile “sanat nesnelerin içine girer, düşsellik gibi gerçeğin ötesine götürür... İnsanoğlu ayağa kalk, şu yazlığın değerini anla: Hava ve çevren ufuk değiştirir, günlük yaşamın kaçınılmaz tek düzeliğine yeniden dönmeye izin vermeyen bir dünyada oyalan; en iyisi, yas örtünü yere at ve bir an için kendini tanrı yerine koy; ruhun doyabileceği, aç sinirlerini besleyebileceği, arık damarlarını taze özsuyu ile doldurabileceği gelecek dinlenceler düşüncesiyle, durmadan neşelen.
Kendini, çok dallı yazısal (grafik) alanın özdeyişleri gibi alımlılıklarla dolu akarsuların ya da büyük ırmakların canlandırdığı bu okyanusa bırak.” (Klee, Çağdaş Sanat Kuramı, s: 37-38)
Sanat, çok zengin pınarların ve kaynakların beslediği bir okyanus gibidir. Önemli olan, bu kaynaklardan yararlanabilecek, onun yaşamsal önemini kavrayabilecek insan tipini yetiştirmektir.
Her sanatsal eylemin nesneyi, doğayı, toplumu inceleyen, sorgulayan, tahlil eden; onun özüne gizine ulaşmaya çalışan bir yanı vardır. Bu birikim, günlük yaşamın her aşamasında, kazanılmış bir tavır olarak yaşamı anlamlandırabilecektir. Michel Foucault’un değindiği gibi “Beni şaşırtan, toplumumuzda sanatın bireylere ya da hayata değil de yalnızca nesnelere ilişkin bir şey durumuna gelmesi. Sanatın yalnızca sanatçı denilen uzmanlar tarafından gerçekleştirilen bir uzmanlık alanına dönüşmesi. Neden her kişi kendi hayatını bir sanat yapıtına dönüştürmesin? Neden şu ev ya da lamba bir sanat yapıtı olsun da benim hayatım olmasın?
Bir insanın kendi hayatını sanata dönüştürebilmesi, öncelikle kendini tanıması ile mümkündür. Sanat insanın kendini tanımasına, yaşamı ve var oluş nedenini sorgulamasına, sonu ve sonsuzluğu kavramasına fırsatlar yaratan bir eylemdir. Sanat, kişide benlik duygusunun ve benlik kavramının oluşmasını sağlar. Böylece çevresindeki insanlardan, başkalarından farklı özelliklere sahip olma, kendi bedeninden, kendi fiziksel ve ruhsal birikiminden haberdar olma, kısacası kendini keşfetme fırsatı verir. Bu birikim toplum içinde kendisine özel bir konum ve özel bir ilgi çemberi sağlayacaktır. Bu olgu küçümsenemez bir tatmin duygusudur. Bir insan için kendi cevherini keşfedip onu geliştirmemesi ve ulaşacağı en üst noktalara çıkarmaması, bunun için gerekli çabayı ve özveriyi gösterememesi kendisine yaptığı en büyük ihanettir. Bu aynı zamanda ondan yararlanacak olan topluma ve ülkeye de ihanet sayılmalıdır.
Bu nedenlerle sanat, elde edilebilen, yeniden yaratılarak var edilebilen; çeşitli öğeleri bir araya getirerek, bunları düzenleme, yeniden kurma veya yepyeni bir düzen kurma ya da başkalarından çok farklı bir düzen kurma eylemi olarak tanımlanabilir. Var olanı tekrarlamak, kopya etmek değil, yeniden yaratmaktır sanat. Sanatta tekrarlara, kalıp ve kurallara yer yoktur. Özellikle plâstik sanatlar açısından, örneğin, Klee’nin söylemi ile “Sanat, görünürü kopya etmez, onu görünür duruma getirir.” “Sanat, nesnelerin içine girer, düşsellik gibi, gerçeğin ötesine götürür.” Sanat kuşkulanmadan son gerçeklerle oynar ve en azından, gerçekten, onlara ulaşır. Nasıl oynayan bir çocuk bizi öykünürse, biz de, özdeş biçimde, oynarken, dünyayı yaratan ve yaratmakta olan güçleri öykünürüz.” (Klee. Çağdaş Sanat Kuramı, Dost Kitabevi Yayını, s:30,35,36)
Sanatçı, evrenin, doğanın ya da herhangi bir nesnenin gizlerini keşfeder. Bunlarla yeni bir dünya, yeni bir düzen kurar.
Sanat, insanın iç dünyasında oluşan birtakım duygu ve kıpırtıların, değişken, gelip geçici, belki de uçucu duygu ve düşüncelerin “dış dünyada elle tutulur, gözle görünür” şekilde yaşaması, somutlaşması ve başkalarının yaşam alanına katılması demektir. Sanat, somut bir eylemdir, “duyumların ve hayallerin doğması ile ölmesi bir olan dağınık, titrek ve belirsizliğini...bir eserin sentezi içinde kaynaştırmak ve ölümsüzleştirmek...Bu adına sanat denilen yaratma ve yaşatma işinin amacıdır.” Akverdi, Hamdi., Sanatta Yaratma, s: 8, Millî Eğ. Basımevi, Ankara,1953
İmgede oluşuveren coşkulu bir ses dizgesinin, bir renk cümbüşünün, kıvılcım saçan bir sözcükler oymağının sanata dönüşmesi ve evrenselleşmesi de mümkündür, ansızın yok olup gitmesi de. Sanat duygusu, sanat bilinci bu duyguları yok olmaktan kurtaran, onları sanata dönüştüren, yaratma ve anlatma eylemi ile insanî değerleri sonsuzlaştıran etkinliklerin bütünüdür. Böylece, sanat bir anlamda insan yaşamını geleceğe taşıma sorumluluğunu üstlenir. Bu nedenledir ki, yüzyıllar öncesinin sanatçıları bugün unutulmadan, eserleriyle
Yaşayabilmektedirler: Mona Lisa’nın karşısında duyulan heyecan, bu eserin eşsizliği yanında, Leonardo da Vinci’nin günümüze kadar 500 yıldır yaşayarak gelebilmesini sağlamasından, tarihin çeşitli şekillerde tahribine ve yıkımına meydan okumasından ve ölümlü bir insan olan sanatçıyı ölümsüzleştirmiş olmasındandır.
Sanatı ile ölümsüzler arasında gereken yerini alan Frida Kahlo (1906-1954):
“Ben kendi gerçeğimi resmediyorum” diyordu.”Bildiğim tek şey, ihtiyacım olduğu için resim yaptığım ve aklımdan ne geçerse, başka hiçbir şey düşünmeden onu resme döktüğüm”
Hayden Herrera, “Frida”, s:12, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2003
Sanat, her zaman yaşamın bir gerçeğidir. Soyut bir sanat eserinde bile yaşanmış ya da imgede yaşatılmış bir yaşam gerçekliği, yaşam bağı, yaşam izi bulunur. “Sanat, yalnızca algılanan değil, belki yaşanan, yaratılan bir şey. O yaratının verdiği haz ve heyecandır. İnsan gördüğü, önüne konan şeylerin biçim ve ölçüsüne, ona verdiği anlama göre davranır. Bu anlamda, güzellik, hoşa giden, beğenilen bir ilişki (yapı) olabilir. Güzellik dediğimiz o şey, biçim bağlantılarının birlik ve uyumu olabilir. Ancak, sanatın güzellikle ilişkisi/bağlantısı mutlak değildir. Güzellik kavramı tarih boyunca, zaman-mekana göre hep değişe gelmiştir. Güzellikte tek değil, çeşitlilik egemendir...
Burada temel güçlük, güzellik=sanat basitleştirmesinden kaynaklanır. Oysa, sanatın güzel, güzelin sanat olma şartı yoktur...Ancak sanatsal güzellik ve kusursuzluk ya da mükemmellik değildir. Şiirde kusursuz bir vezin veya kafiye güzel olmadığı gibi bazen sıkıntı bile verebilir...
Güzellikten biraz farklı olarak, sanat eseri sempati değil, empati uyandırır. Empati, eserin içine, derinliğine dalıp onunla bir-birlik olma duygusudur. Bu anlamda sanat, sadece büyük bir zekâ eseri değil, bir duyarlık deneyimidir. Başlıca özelliği, hangi türden, dönemden olursa olsun, soyutluğu ve simgesel oluşudur. Sanat insana, insanlık onurunu tattıran ve onu insan olmaya çağıran aynadır. Bu deneyimi gerçek hayattan ayıran çizgi ne kadar net ve kesinse sanat eseri o kadar sanattır. Japonların Shakespeare’i sayılan ve çağdaşı olan Çikamatsu (XVI.yy.): Sanat, gerçek ile gerçek olmayan (düşlem) arasındaki o dar aralıkta yapılan şeydir’ dermiş” (Prof. Dr. Bozkurt Güvenç, Sanat Eğitimi ve Sorunları, (Sanat Felsefesi-bildiri), TED. Yayını, s: 34-35,36, 1997)
Bir başka düşünürümüzün deyişi ile “Sanat alanı öyle verimli bir sahadır ki, içinde insan tabiatı alabildiğine serpilip gelişme imkânı bulur. Gerçekten; sanat etkinliği insan ruhunun en karakteristik etkinliğidir.” Akverdi, Hamdi., Sanatta Yaratma, s: 8, Millî Eğ. Basımevi, Ankara,1953
“Hayat bir oyundur, hayat sanattır” (Marcel Duchamp’ın bu sözü George Simmel, Modern Kültürde Çatışma, İletişim Yay. İst. adlı kitabın giriş sayfasından alınmıştır.) Aynı kaynaktan, aynı bağlamda “İmgelem aracılığıyla hayata tutunursunuz, ve bu hayat mutlaka sanatın ta kendisidir.” (Yves Klein) Yaşamın insanlara getirdiği gizem, bilinmezlikler ya da giriftlikler bir oyunun değişken kuralları gibidir. İnsanın kendini içtepilerini ortaya koyduğu bir oyun. Sanat bütün disiplinlerine karşın çoğu zaman kurallarını sanatçının koyduğu özgün bir oyundur. Bir anlamda yaşam oyunudur.
Sanatçının tanımı da bu anlamda ele alınmalıdır: “Günlük yaşamın çok dışındaki bir noktadan bakan, hem onun içinde, hem onun özenle çok dışında durma gayretinde olan “özel” insan...Tavrındaki emniyetiyle, seçmelerinde, kararlılığındaki ödünsüz sürekli davranışıyla. Düşüncesinin ardından giden, onun sahibi ve mesulü olan ve sonuna kadar hayatıyla da koruyan adam sanatçı”. (Mehmet Güleryüz, Sanat rh+, Plastik Sanatlar Dergisi, sayı:01, sayfa:48, 2002,İstanbul)
Bu nedenledir ki; sanatçılar için yaşam, doğum ve ölüm tarihleri arasına sıkışıp kalmış bir kısa çizgi değildir. Sanat bu çizgiyi sonsuzluk çizgisine dönüştürmektir ve yaşam sonsuzluktur, ölümsüzlüktür. Öyle ki; Homeros (İ.Ö.IX yy.) 3000 yıldır; Mevlana (1207-1273), Hacı Bektaş-ı Veli (1210-1271), Yunus Emre (1238-1320) 700 yıldır; Karacaoğlan 17. yüzyıldan bu yana; Leonardo da Vinci (1452-1519) ve Michelangello (1475-1564) 500 yıldır yaşamaktadır ve bundan sonra da kuşkusuz ki, yaşayacaktır.
Sanat elitist, seçkinler için özel bir alanmış gibi algılandığı sürece belli kesimlerin tekelinden dışarı çıkamaz. Bu bağlamda sanat, sanat hareketleri, sanat kurumları herkesin kolayca ulaşabileceği, çeşitli engellerden arındırılmış olanaklarla insanların hizmetine sunulmalıdır.
Her insan resim yapmalıdır.
Her insan öykü yazmalıdır.
Her insan şiir yazmalıdır.
Her insan müzikle uğraşmalıdır.
Her insan bunları yaparken sadece ve sadece kendisi olmalıdır.
İnsan olmanın duyusal ve sezgisel tatlarını yaşatan; coşku, heyecan, yaşama ve yaşatma sevinci veren her yaşın ve her çağın kendine özgü romantizmini kemikleşmiş, katılaşmış maddeci değerlere kurban etmeyen bir insani değerler bütünü oluşturan sanat her yaştan insanın yaşamına katılmalıdır.
Alev Alatlı “Kalemi eline alan herkes yazsın. ..Şahsen ben herkesin roman yazmasını çok olumlu karşılıyorum”...”Ne kadar çok insan bu işe el atarsa, iyilerin çıkma ihtimali o kadar çok olur”. (Tempo,37/927, Eylül.2005)
Empoze edilen çoğu yönlerini günü gününe taklit etmeye, benimsemeye ve yaşamımıza sokmaya çalıştığımız GLOBAL kültürün en azından sanata ve sanat alanlarına verdiği önemi de görerek bireysel ve toplumsal önceliklerimiz arasına almamız gerekmektedir. Bu bağlamda bizim insanımız da yazabildiği oranda yazsın, çizsin, boyasın; yontsun, kırsın, eklesin, yeniden biçimlendirsin. Şarkı, türkü söylesin; çalsın, oynasın. Eğlenmenin kalitesini de çalışmanın erdemini de bilsin. Kendini en azından bu etkinliklerle ortaya koyma çabası içine girsin, işe bulaşsın. Böylece katı, maddeci ve doktriner Batı kültürü ile duyusal ve imgeci doğu kültürünün insanî boyutunu zenginleştirebilir. Bir başka yönüyle de en azından her şeyden önce insanımıza yakıştırılan “okumaz, yazmaz”, “okuma ve yazma özürlü” daha geniş anlamıyla “düşünme özürlü”; “sezgisiz, duygusuz, güdümlü, robotik değerlendirmelerinin” farklı boyutlarını ortaya koysun ve değişebileceğini göstersin.
Yazma, çizme, boyama eylemi suskun, bezgin, kendini ve yaşamı ifadeden aciz insan yığınlarının sesini çıkarmasını, benliğini ve kimliğini ortaya koymasını sağlayacaktır.
Bunun bir başka boyutu da peşinden gelecektir: Yazma, çizme, boyama eylemi bireysel ve toplumsal bellek oluşturmada en önemli verileri sağlayan fırsatlardır. Toplumsal bellek geçmişi, günü ve geleceği bilinçle sorgulamada önemli mihenk taşlarıdır.
İnsanı hayvanilikten, ilkellikten çağdaşlığa taşıyan bu sorgulama bilincidir. Bir başka açıdan ilkellikten kurtulma ya da kurtulamama da bir sorgulama bilincidir. Sanat bu bağlamda insanın “Aman yapma, Cısss” cenderelerinde kurtulmasını, özgürce, hem kendini hem de içinde yaşadığı toplumu/doğayı incelemesini, araştırmasını, sorgulamasını ve bunları çeşitli yöntemlerle somutlaştırmasını sağlayan, her zaman geleceğe açık, aydınlık kapılar olacaktır.
Kaynakça
M. İlin-E. Segal, İnsan Nasıl İnsan Oldu, sayfa:6, Say Yayınları, 1991 (İstanbul)
Dr. Victor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı, s.115, Öteki Yayınevi, 1995 (Ankara)
Erdal Atabek, Cumhuriyet, 24 Ekim. 2005
(Philip Smith Kültürel Kuram s.16-17
Alice Miller, Başlangıçta Eğitim Vardı, sayfa: 27
Akverdi, Hamdi., Sanatta Yaratma, s: 8, Millî Eğ. Basımevi, 1953 (Ankara)
Klee. Çağdaş Sanat Kuramı, Dost Kitabevi Yayını, s:30,35,36 (Ankara)
Prof. Dr. Bozkurt Güvenç, Sanat Eğitimi ve Sorunları, (Sanat Felsefesi-Bildiri), TED. Yayını, s: 34-35,36, 1997, (Ankara)
Alev Alatlı, Tempo,37/927, Eylül.2005 (İstanbul)
Mehmet Güleryüz, Sanat rh+, Plastik Sanatlar Dergisi, sayı:01, sayfa:48, 2002 (İstanbul)
George Simmel, Modern Kültürde Çatışma, İletişim Yayınları. (İstanbul)
Hayden Herrera, “Frida”, s:12, Bilgi Yayınevi, 2003 (Ankara)
Crispin Sartwell, Yaşama Sanatı, s: 10
Sir Ken Robinson, “Yaratıcılık, Aklın Sınırlarını Aşmak”, Dhoma Yayınları, 2003, (İstanbul)
Yorum
Çok kapsamlı güzel bir…
Çok kapsamlı güzel bir çalışma.Kutlarım.
Yeni yorum ekle