Bir Seçim Olarak İntihar

Deneme

Hayatın ağırlığına karşı: 
Bir Seçim Olarak İntihar

Ahmet Özbek

Çok zarif bir hayat yaşamıyorum. Hatta travmalarıyla başa çıkabilmek için, 'yaratıcılığın ürünlerini ortaya çıkarmak zorunda kaldığım' bir yaşamla karşı karşıyayım. Ne söylemeliyim öyleyse; resim eğitimi almış, bir kısmı bulanık renkli bir yaşamı olan bir edebiyatçı olarak ne söylemeliyim? 

İçten ve yürekten söyleyeyim ki bence "Hayat güzeldir". Gökyüzü, ışıklar, hayatın varlığı güzeldir.  Soluk almak güzeldir. Peki bu söylediklerim gerçek ise, insanlar niçin acı çekiyor? Ya da bir hayat niçin bazı insanlar için katlanılmaz olabiliyor ve 'yok olmak' bir seçim oluyor? 

Alan Pakula'nın büyülü filmi 'Sophie's Choice/ Sophie'nin Seçimi’ filmini izlemişsinizdir. İkinci Dünya Savaşı sırasında  'iki çocuğundan sadece birinin hayatta kalmasını seçmek' gibi akıl almaz acılıkta bir ikilemle karşı karşıya kalan Sophie (Meryl Streep), sonunda o an var olan aşkına, görünüşteki yaşam sevincine rağmen, hayatla ölüm arasında da bir seçim yapmak zorunda kalacaktır. 

Soruya dönersek, yani hayatın zarafetine karşılık insanın yok olmayı seçmesi trajedisine; sanırım bazı insanlar, iyicil duygu ve düşüncelerine dünyadan olumlu bir yanıt alamıyorlar. Basit bir yanıt oldu ama böyle bu. Dünyayı dizayn eden güçler ne yazık ki bütün yaşamlarımızı etkiliyorlar ve karmaşık, etikten ve vicdandan soyutlanmış ve 'sadece bu sistemi kuranların arzusuna uyan' bir dünya düzeni peşindeler. Böyle bir dünya içinde özgün bireyin itirazı, sadece dönüp dönüp de kendi yüzüne çarpan bir çığlık oluyor. Acımasızlığa boyun eğmek iyilerin anlayabileceği bir şey değildir, oysa Judith Lewis Herman'ın söylediği gibi "Failin yanında yer almak caziptir çünkü bunun hiçbir riski yoktur"*. Etiğini yitirmiş bir dünyaya uyum yapmak için, kapitalizm pek çok seçenek sunar bize, biz de tüketerek mutlu olmayı deneriz ama çok şey de eksik kalır yaşamlarımızda, bilinmeyen pek çok eksik. Gerek vicdani yapıları, gerekse de yetenekleri ve özgün düşünceleri nedeniyle, bu 'insani yapısını yitirmiş sisteme' uyum sağlayamayan insanlar da toplumsal ve duygusal bir şiddete maruz kalırlar. Bu zorlanmanın insanın bütün hayatını, bilinçaltında yaşayan bir uyarıcı vasıtası ile altüst ettiği düşüncesindeyim. Yazarak-çizerek hayatta kalmak da herkesin yapabileceği bir şey değil. 

Bana "Hani hayat güzeldi?" diyeceksiniz. Hayat hâlâ güzel, çocuklar kuşlar çiçekler hala incelik dolu. Ancak, dünyayı yaşanmaz bir cehenneme çeviren; ve bilinçaltımızda sürekli bir yara taşımamızı isteyen şey toplumu var eden sistemin kendisi. Tahammül sınırlarını zorlayan baskılar altındaki birey, bütün özgürlüğünü yitirdikten sonra da bir hiç olma kaygısı ile baş başa kalırken, bu hiçlikle fiziki hiçliği bir tutuyor ve yok olmayı seçiyor; kanım bu. İnsanın insana bu kadar yabancı olduğu bir çağ da bu kanamayı artırıyor. Kanama durmayınca ne yapacaksınız peki? 

Çözüm: Hiçlik..

Sylvia Plath'ı yok eden şey eğer bu ise, roman kahramanı Anna Karenina'yı ölüme gönderen Tolstoy'un buna paralel olarak söyleyecek bir sözü vardır: "Yapacak ve görecek şey kalmayınca çözüm söndürmek...mumu söndürmektir"**. Dikkat ederseniz insanı yok eden şey de diğer insanların acımasız varlığı. Yoksa bunca acıyı kedilerimiz, köpeklerimiz vermiyor bize. 

"İyi düşün iyi ol" mantığında, birden bire bu çağda ortaya çıkan yaşam koçları, vesaire de aslında şu öneride bulunuyorlar gizliden gizliye: "Sisteme uy hayatta kal". Özgün insan, merhameti güçlü insan, çöpten ekmek toplayan çocukların var olduğu bir dünyada yaşamak istemeyebilir. Biz intiharı zayıflara özgü bir şey sanırken olağanüstü bir hata yapıyoruz. Sırtında dünyanın yükünü taşıyan insanları, o insanlar eşimiz, sevgilimiz kardeşimiz bile olsa anlamak istemiyoruz. Çünkü asrın büyük terapistlerinden Arno Gruen'in söylediği gibi, böyle empatik düşünmek bizi "çocukluğumuzda inkar ettiğimiz kendi acımızla yüz yüze getirebilir". 

Bugün duyarlı insanın kaçabileceği hiçbir alan kalmamıştır ve dünya kendisini inkar eden yaşam gevezeleri ile doludur. Hemingway'i, Virginia Woolf'u, kim bilir belki Monroe'yü öz kıyıma yönelten de budur. Dikkati çekme noktası budur ki, dünyanın  inceliğe, sanata, vicdana bakışı eğer rayından çıkmışsa, bu şekildeki bir dünyaya uyum yapmış olmak da anlamlı olamıyor, değerli de olamıyor. O zaman uyumsuz kişinin gücü yetersizse, tabiat zaten onun hesabını görüyor ve o kişi yok olarak devreden çıkıyor. Ancak ideolojik, sanatsal ve sosyolojik anlamda değerleri olan insanlar sistemle büyük bir savaşa girmişlerse, sonuçta kişi ya Foucault veya Bertrand Russell gibi kahraman oluyor ya da sözünü ettiğimiz intihar kurbanları gibi kendi hayatını yok ediyor. 

Trajedi, uyum ve uyumsuzluk arasında bir vicdan köprüsü kurulması mümkün olmuyor yazık ki. Bu durumlara psikiyatrinin tepkisi ne oluyor peki? Bunu anlamak için, insan ruhuna geniş bir perspektiften ve büyük bir hümanizma ve merhametle bakan 1960'larda ortaya çıkan ve bir süre varlığını sürdüren 'Antipsikiyatri' hareketinin nasıl alelacele tasfiye edildiğinin hikayesini izlemek yeterli. Çünkü çok az sayıda bu etik olmayan bilimsel sisteme direnmeyi seçen ruh bilimci dışında kimyasal pazarlamanın gücüne bugün karşı koyabilen kişiler ve kurumlar bulmak mümkün değil neredeyse. Bir anlamda uyum adına psikiyatri de yerleşik sistemin yanında yer almak, çağın insanını, etiği olmayan bir dünyaya uydurmak amacı taşımaktadır. Çağın büyük terapistlerinden yine Arno Gruen, "acı" sözcüğünün 'ruh hastalıkları için uluslararası tanı kodeksi DSM'de yer almadığını'***  belirtir, "Empatinin Yitimi" adlı kitabında. Ve ona göre de, psikiyatristler çoğu kez acı çeken insana antidepresan vermekle acının uyuşturularak devreden çıkarılmasını amaçlıyorlardır. Bu da acının hissedilmemesi ile yok olmasının aynı anlamda anılması yanlışını içeriyor yazara göre. David Cooper, Laing, Thomas Szasz ve benzerleri…

Bütün bu insanlar psikiyatrik bir devrimi hedeflerken sistemin sert tepkisiyle karşılaştılar. Belki geçersiz kılındılar bir süre için ama isimleri yaşıyor. Bütün bunları niçin anlatıyoruz, özgün ya da yaratıcı bireyin yaşamamayı seçmesi için o kadar çok neden var ki... Yani ruh bilimi bile yanına alamamış doğru dürüst ve yaratıcı  bunca insan, risk halinde yaşadı ve yaşıyor. 

Trajik olan başka bir şey de şu: Biz burada en azından yetenek ve sanat gücüyle direnci olan bunca insanın nasıl yok olduğuna tanıklık etmeye çalışıyoruz. Oysa, böyle yetenekleri olmayan, ya da gücü çaresi ve güven dayanağı olmayan sayısız kişinin nasıl depresyonun kucağında kıvrandığını ve amansız bir dünyaya karşı kendi bedenini ve ruhunu yok etmeyi seçtiğini görmek başka bir trajedi. 

Çaresizliğin anatomisine müdahale eden bir toplumsal yapı hep var ve var olacak, sadece ülkelere ve coğrafyalara göre sayısı artan ya da azalan oranda. Anlaşılmayı hak eden bunca insanın yok olmasının altında ise toplumsal bir suç yatar, genel anlamda çoğunluk oyuna  dayalı bir insanlık suçu.


Dipnotlar:

*Judith Lewis Herman: "Trauma and Recovery / Travma ve İyileşme"
**Lev Tolstoy: "Anna Karenina"
***Arno Gruen: "Empatinin Yitimi": (256.Sayfa)
 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.