Kendine Doğru Yürümek…

Deneme

Kendine Doğru Yürümek…

Eliz Avaroğlu

Sonsuz olan Varlık potansiyelini sonlu bir beden, kısıtlı duyular ve algılarla sonuca varan zihin marifetiyle kavramakta yetersiz kalan insanın, yüceliğiyle onu tedirgin eden bilinmezlik karşısında hissettiği acziyet ve çaresizce mahkûm olduğu ölüm hakikati sebebiyle 'kendinden -yine- kendine doğru' yürümeye cesaret ettiği pek çok yollardan birinin adıdır " din yolu" ve insanoğlu -farkında olsa da olmasa da- hep, bu "aslında ne" liğini anlamak çabasıyla, hem kendi varlığının ve hem de temas ettiği dünya hayatının etrafında döner durur ömrü boyunca...

Bir yandan merkez noktasındaki benliğini derinliğine doğru kazarken (kendisini çapalarken, bir yandan da ona yaşama, gelişme, genişleme imkânı sunan dünyaya dair olan idrak ve anlayışını arttırmaya çabalayan insan, bütün bu gayreti ile  muazzamdır...O, ne muhteşem bir bilinç ve bilincin eşlik ettiği bir amaç ve eylem varlığıdır...

"Saf din"i, aklî yetileri ve keşfi sezgileri ile tanımaya ve dolayısıyla da tanımlamaya başlayan insanın fark ettiği şey onun -sadelikle ve sadece-, bütünsel ve elbette ki kavrayıcı olan Varlık'tan (Allah, Tengri, Tanrı, Elohim, Buda Felsefesi, Brahma/ Vişna /Şiva üçlemesi, Ameterasu, Baba/Oğul/ Kutsal Ruh üçlemesi vb) taşan "sonsuz sevgi" olduğudur; ki bu sevgi, insan geliştikçe -zamanla- her şeyi ihata etmeye (kuşatmaya) ve her şeyde kendisini ifade etmeye başlayacak, uyumun ve güzelliklerin kaynağı olacaktır...

Kendini insana vahiyler marifetiyle duyuran dinler, bu yönleriyle beyanı esas alırlar ve insan "salt inanç" kavrayışında iken akla ve aklın üretimi olan düşünceye ihtiyaç duymaz. Bu, kayıtsız şartsız bir kabul mertebesidir ki, insan topluluklarının bir bölümü için, Hakikatin bu kadarına temas etmek, onun sadece bu yönüyle tanışmak yeterli olabilir...
Lâkin, bir yanıyla doğaya ama bir diğer yanıyla da zamana (tarihe) ait olan insanın yetileri, elbette ki doğadaki diğer varlık türlerinden daha gelişmiş ve daha üst mertebededir..."İçgüdü" denilen ve doğada varlığını sürdüren diğer gelişkin türler için hayatta kalmak adına yeterli olan donatı, insan söz konusu olduğunda, biyolojik olarak varlığını sürdürmekte olsa da, zamansal hareket insana bir diğer kazanım daha sağlamıştır; zekâ...

Zekâ, insanda içgüdünün karşısında konumlanır ve bilincin sınırlarını zorlayarak, kendisini güçlü bir şekilde ifade etmenin yollarını arar...
İşte yola çıkışı itibariyle 'beşer' (bedenden doğan beden) vasfındaki ve henüz "yok varlık" hükmünde (bilinçli eylemlerinden doğmamış) olan, ama potansiyel olarak "insan olmanın yüksek  meziyetlerini" varlığında barındıran insan, zekâsı ile "kendini kendinden yeniden üretebilme" ve "kendi varlığının devamına dair olan iradeyi kendi eline alabilme" kudretine erişir; böylelikle o artık ikinci doğumunu gerçekleştirmiştir (ruhda doğmuştur);  vicdanı uyanmış ve "aslî varlık vasıflarını" işler ve yaşar hâle gelmiştir...
Bu mertebeye erişmiş insan artık bilendir, biriciktir, özgündür, eylemlerinde özgürdür ve fakat elbette ki eylemlerinden ve sonuçlarından da bir o kadar mesuldür..
Kendinden kendine doğru yürünen yolun bu merhalesinde din, artık sadece bir kabulleniş değil, gerek düşünceyle serpilen bir akledişin anlayışı ve gerekse sezgiyle zenginleşen bir keşfedişin zevkine dönüşmüştür. İçgüdü ve saf zekanın birlikteliğinde tırmanılan dorukta ise "sezgiler" artık kendisini ilhamlarla, bitimsiz ve çoğunlukla nedensiz sevinç ve doyum hissiyatıyla belli eder...
Şimdi insan, inançtan imana sıçramıştır; o artık kendinden emindir, dünyasında olup bitene hakimdir, eylemlerinde yetkindir ve vicdanında da huzurludur, sakindir...

Kim bilir;  kavramlarla yol alan ve aklî delillere dayanan felsefe ilmine haiz olan çoğu düşünürlerin "philo sophia"ya dair, o sadece bilgi severlik değil, aynı zamanda bilgelik sevgisidir (hikmete dair arayıştır) diye bir kabulde bulunması da belki bu sebepledir...

Gerçekten de, bedeniyle bir "işlev" ( sebebe bağlı hareket) ve fakat ruhuyla bir "eylem" (bilinçli ve amaçlı etkinlik) varlığı olan insanın bilgelik yolculuğunda, en az bilimsel gözlem ve aklî delillerle kavradığı bilim ve ilim kadar, irfanı (bilincinin eşlik ettiği eylemleri ve onların sonuçlarını yaşamak ile gelişen anlayış ve sezgisel idrak) ile kavradığı hikmet
(tümele ait olan kavrayış, değerler arasındaki ilişkinin bilgisi, ayân-ı sabiteler mertebesinin bilgisi) de değerli ve gereklidir...

Bu defa son sözü bir Türk mutasavvıfa verip, aylık yazımı öylece sırlamayı isterim sevgili Zorba okurları...

İsmail Emre der ki:
"Din, insanları vicdana, vicdan da Allah’a götürür. Dinlerin nihayetinde insanların görgüleri, duyguları ve kalpleri değişir..
•Dinden maksat, o yolu yürüyüp, yolun sonundaki lezzeti almaktır. Yani bizden görene, bizden duyana vasıl olmaktır..
•Din insanı “dinlendirmeli”; yani insana rahatlık ve huzur vermelidir. Bizim dinimiz de, gerçek manasına inebilenlere işte bu huzuru verir..
•Dinin ve tasavvufun gayesi, insanların ahlakını tasfiye etmektir ( arıtmak, temizlemek)..
•Dinin manevi manası anlaşılmazsa, dindarlık “ha bir kuru emek”tir..
•Muhammed dini meyveye en yakın daldır; fakat meyve değildir.
Asıl meyve, "irfaniyet”, “aşk” ve “safiyet”tir.
Meyveyi yemedikten sonra neye yaradı bu dindarlık?"

 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.