Merve Koçak Kurt: Yazmak, benim için bir “sığınak”.

Edebiyat

Merve Koçak Kurt

Yazmak, benim için bir “sığınak”.

 

Söyleşi: Gamze Karaoğlan

zorbatv

Merve Koçak Kurt Antakya’da büyüdü. Antakya Lisesi’ni bitirdi. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümünden mezun oldu. Kendi alanıyla ilgili çeşitli işlerde çalıştı. (Muhabirlik, dergi yayıncılığı, metin yazarlığı, radyo program yapımcılığı, sosyal medya uzmanlığı vb...)

Yayımlanan ilk öyküsü Kahve Fincanında Bumerang Etkisi ile 2010’dan beri öykü dünyasının içinde. Hece, Hece Öykü, Türk Dili, Edebiyatist, Öykü Gazetesi gibi mecralarda öyküleri yayımlandı. Ayrıca Kitap eklerindeki İlk-im köşesinde uzun süre  ilk kitapların öyküsünü anlattı, kitap tanıtımları yazdı. Yayımlanan son kitabı “Söz Sandığım” ithaki yayınlarından çıktı. Kendisi ile hem ağustos ayında çıkan  son kitabı “Söz Sandığım” hem de edebiyatta sansür ve “okur” kavramı üzerine sohbet ettik. 

Söz Sandığım” Elimden bırakmadan bir çırpıda okuduğum bu öykü kitabı için öncelikle tebrik ediyorum. Şiirsel söyleşinin yoğunluğuyla usta bir kurgunun birleşiminin ortaya konduğu 20 öykü karşılıyor bizi kitapta. Bu öyküleri yazarken ki motivasyonunuzu ve değer algılarınızı bizimle paylaşır mısınız?

Güzel sözleriniz için teşekkür ediyorum öncelikle. Mahcup oldum. “Usta”laşmak için epey bir yol daha kat etmem gerektiğini düşünüyorum aslında. Yazı yolculuğu uzun bir yolculuk. Epeydir yazı/n dünyasının içindeyim ama daha yolun başındaymışım gibi hissediyorum kendimi. Yaza yaza yazgıyı çağırmak belki benimkisi. Yazdıkça dilimin bağının çözülmesi, bir ırmağın daha gür akması ya da ne bileyim bir sesin yankısıyla kartopunun çığa/çığlığa dönüşmesi…

Yazdığım öykülerin ardından epeyce zaman geçti. Tek tek hatırlamak zor onları yazarken içinde bulunduğum haletiruhiyeyi, motivasyonu… Fakat, genel olarak şunu söyleyebilirim: Yazmak, benim için bir “sığınak”. Yazarken “olmazsa olmaz” dediğim bir ritüel yok ama “olursa güzel olur” dediğim şeyler var. Mesela ışık, mesela kahve, mesela müzik, mesela… çok şey! “Kendine ait bir oda” kavramını da önemsiyorum yazarken.

Her öykümün ayrı bir yazılış hikâyesi vardır, her birinin yeri benim için ayrıdır. Yazarken, kimi mutluluk vermiştir kimi acı. Yazılış öyküsü “keskin” birkaç öykümü sayayım yine de, ilk aklıma gelen: “Belben”, “Ah!”, “Çiğdem, Çiçeğin…”, “Birimiz Yanlış Hatırlıyor”, “Tuz Çorağı”…Hayat koşulları değiştikçe yazdıkları da değişiyor insanın. Yazdıkça, yaşadıkça anlattığı “hikâye” de başkalaşıyor. O yazılan “hikâye” bir başkasının “hikâyesi” oluyor biz yazdıktan sonra. Belki de bunun için yazıyoruz. Birileri yazdıklarımızı ruhuna katıp kendi hikâyesi yapsın diye.zorbatv

“Söz’ümü çoğaltan kadim şehre,

Antakya’ya…

Minnetle.diye başlıyor son kitabınız “Söz Sandığı”. Antakya ile olan bağınızı biliyoruz. Üzüntümüz çok derin. Kitabın basım tarihi Ağustos 2023 olunca merak ediyorum içlerinde yaşadığımız deprem felaketinden sonra yazılan bir öykünüz var mı? Orada yaşamış bir yazarın anlatıcılığı ile yaşanılanları unutmamak, belki de geçmişe sahip çıkmak adına şimdi olmasa da ileride yaşanılanlar hakkında yazmayı düşünür müsünüz?

“Söz Sandığım”ın basım tarihi Ağustos 2023, evet. Ancak yayınevine dosyanın teslim ediliş tarihi, bu tarihten epey önce. Yani depremden sonra yazılan öyküm yok içinde. Kitapta, Antakya’ya dair çok şey var yine de: “Belben” var mesela, Kantara Çıkmazı var, yaşadığım evler var, yürüdüğüm yollar var… O şehrin ruhu var!

Bir öykümden alıntıyla cevap versem aslında daha iyi olur sorunuza: “Mermer demek benim için, ölümsüzlüğe yakınlık demekti, sonsuzluğa özlem, kalıcılığa arzu. Mermer demek yüzünü taşa gömen acı demekti; Musa’nın sakallarındaki heybet, bir Antik Yunan heykelindeki defne yaprağı demek. En çok da Antakya demekti; bir eski vakıf evindeki turunç ağacının altındaki çeşmenin kurnası, cami şadırvanlarından akan serin suların yuvası ve dahi Müze’deki küçük kabartma melek figürleri demekti.”

Artık Antakya’ya dair ne yazarsam yazayım eksik kalacak. İyi ki yazmışım dediğim öykülerden biri de “Feyruz’un Sesinde” dir. Affan’ın ara sokakları da vardır onda, okuduğum manastırdan bozma ortaokul da, şimdi sadece bir anı mekânı olan otogar da. Okumak isteyenler “Oysa Rüyaydı” kitabımda, dinlemek isteyenler de Youtube’da bulabilirler öykümü. Ancak bir daha benzer öyküler yazacak gücü kendimde bulabilir miyim, bilmiyorum.

En iyi gazetecilerin yazılarını okuduğumuz zaman-Mark Twain’in, Ernest Hemingway’in, Marquez’in eserlerini- tüm o yazılarda bir amaç olduğu görülür. Bir şey için mücadele ediyorlardır. Siz de gazetecilikten gelen biri olarak bu durumun öykü anlatıcılığınıza yansımasını nasıl değerlendirirsiniz?

Aldığım gazetecilik eğitiminin öykülerime yansıması muhakkak olmuştur. En iyi hocalardan, çok yönlü bir eğitim aldık. Okuma-anlatım tekniklerinden sosyal psikolojiye, sosyolojiden fotoğrafa, sinemadan kitle iletişim kuramlarına kadar birçok alanda… Öyle olunca da beslendiğim alanlar çoğaldı. Mesela (metne) mesafe kavramını önemsiyorum, objektifliği de. Bunlar, aldığım eğitimin etkileri…

Edebi metinlerde, her metnin otobiyografik özellikler taşıdığını söyleyebiliriz ayrıca. Ancak önemli olan yazarın, yaşamından damıttığı, imbiğinden geçirdiği kelimelerle yeni bir evren ‘kurması’dır. Sardunyalar bulacaksınız kitaplarımda, kırmızı. Çok severim. Simgeseldir benim için anlamı. “Feyruz’un Sesinde” bir öykü olup ‘Habbaytak Bissayf’ı söylemiştir. O kadim şehir Antakya’dır, çocukluğumdur. “Ben bir şey yapmadım.” Acılı bir babanın çocuğuna kurduğu cümledir.

Şahit olduklarımızın ağırlığının altından belki de yazarak kalkıyoruz, kim bilir! “Tuz Çorağı”, tuz kuyusuna benzeyen o genç kadının acılı hikâyesidir. Ki “Bir kadının yaşayacağı daha büyük acı yokmuş: Evlat acısı yenilir yutulur acı değilmiş. Yârdan geçebilirmiş insan, serden de… Bir tek evlattan geçemezmiş. Öyle derler, bilirim.” cümlelerini yazdırır. “Çiğdem, Çiçeğin…” öyküsünün yazılışı duyulan bir tek cümleyle başlamıştır: “Çiğdem topladık…” Yani anlayacağınız hikâyeler ‘ben’den bir iz taşımakla beraber ben/im değildir. Zaten bir kitabımda da şöyle diyordu anlatıcı: “Eksik parçalarını tamamlamaya çalıştığımız yapbozun adıydı hayat.”zorbatv

Türk Dil Kurumu’nun sansür tanımlaması “Her türlü yayının, sinema ve tiyatro eserinin hükûmetçe önceden denetlenmesi işi, sıkı denetim” olarak yapılmakta. Yazının tarihinden beri var olan sansür her insanın kitaplığında bulunan “Madam Bovary” den Pulitzer Ödüllü roman “Bülbülü Öldürmek”e kadar uzanan bir listeyi içine aldığını biliyoruz. Size göre bir yazar içinde bulunduğu toplum tarafından sansüre uğradığını, baskılandığını hissedebilir mi? Sizin yazılarınızda böyle bir otosansür söz konusu mu?

“Otosansür” ile “otokontrol” kavramlarının ayrı olduğunu düşünüyorum ben. “Yazmak, cesurca bir eylemdir.”, “Özgürleşmek için yazıyoruz biraz da.”, “Neden içimizden geldiği gibi yazmayalım ki?, Öyle öyle çoğaltabilirim benzer cümleleri. Bu soruya asıl şöyle cevap vermek isterim: Okumak, yazmak bizi daha da “iyi” kılmıyorsa niye yazıyoruz? Öncelikle kendimiz için yazıyor olsak da, bir cümlemizin bile birçok şeyi değiştirebileceğini düşünüyorum. Tam da bu noktada, sınırlara -ki sınırlar aslında güvende kılar insanı- saygı göstermek önemli. Başkalarının inancına, hassasiyetine, duygularına, düşüncelerine; kısacası insan olmanın onuruna saygıdan bahsediyorum. Empati kurmaktan, kendi varlığının ve değerinin bilincinde olup aynı zamanda başkalarının dertleriyle hemhâl olmaktan… Kısacası kalemin sorumluluğuna inanıyorum; özgürleştirici/ iyileştirici gücüne de…

Her yazarın önceliği farklı olabilir. Anlatmak istediklerini anlatmak, bir soruna dikkat çekmek ya da sadece bir aşkın ortaya çıkışını bize göstermek isteyebilir. Peki tüm bunları yaparken yazarlar aslında sadece kendileri için mi yazarlar? Okur konusu sanki günümüz yazarları tarafından göz ardı ediliyor. Herkes kendi için ‘kendi yolculuğunu’ için yazıyor. Bir okurdan onu hiç düşünmeyen bir yazarı okumayı beklemek ne kadar doğru? Bir yazar ve iyi bir okur olan size göre ‘okur’un edebiyattaki yeri nedir?

Öncelikle kendimiz için yazıyoruz. Ancak bu durum, okuru görmezden geldiğimiz anlamına gelmiyor. Okur ki yazar için hitabının muhatabı, sesinin yankısı, yazdığının aynasıdır. Suya eğilen Narkissos’unkinden farklı bir “ayna”dır bu. Kelimelerinizin vücut bulduğu kitabın her bir okurda gördüğümüz sureti diğerinden ayrıdır. Sesimizin her bir okurdaki yankısı da öyle… Kitaplarımdan birini “Sevgili Okur”a ithaf etmiştim. Eskiden beri, yazdığım metinleri bir tür mektup ve okuru da onun muhatabı olarak görmüşümdür. “Sevgili Okur!” diye başlayan birçok metin kaleme aldım şimdiye dek. Okur’un önündeki sıfat, onun yazar için ne kadar kıymetli olduğunun bir nişanesidir. Oğuz Atay’ın o meşhur sorusundan mülhem. “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” diye sorduğu okur. “Siz hikâye diye yazarsınız, o bir başkasının gerçeği olur.” diyen okur. Yüzünü görmediğim, sesini duymadığım, c/ismini bilmediğim ama “varlığıyla” her daim yazarı “izleyen” ve onun “yanında” olan okur…

Ülkemizde sizin gibi genç yazarlardan takip ettiğiniz, anlatımını değerli bulduğunuz yazarlar var mı? Dünyada ve ülkemizde yeni yazarlar arasından sizi heyecanlandıranları bizimle paylaşır mısınız?

Uzun yıllar ilk kitaplar üzerine yazdım. O zaman bu soruyla karşılaşsam birçok isim sayabilirdim size. Fakat, son dönemde eskisi kadar iyi takip edemiyorum yeni çıkan eserleri. Bu yüzden bir isim saysam diğerine haksızlık. Yine de şunu söyleyeyim: Ocak 2022’de dilimize kazandırılan Gospodinov’un “Zaman Sığınağı” benim için hep özel bir kitap olarak kalacak.

zorbatv

 

 

 

 

 

Foto Galeri

Yorum

Rıza (doğrulanmamış) Sa, 19 Aralık 2023 - 10:00

Gamze Hanım'ın yazılarını ilgi ile takip ediyorum. Bunun bir nedeni ise duymadığım ve görmediğim konularda beni bilgi sahibi yapması.. teşekkürler

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
Dergi Sayısı