Suna
Ülkü Yalım Günay
Aynı sokakta komşu olduğumuz tekaüt (emekli) amcaların, İstanbul’a gidip düğün yaptıkları ve gelinlerini alıp buraya getirdikeri haberi yayılmıştı mahalleye. Hayatımıza giren her yeni şey ya da kişi gibi, merak konusuydu bu da. Düğünün neden burada değil de İstanbul’da yapıldığı bile tartışıldı yetişkinler arasında. Oğulları koskoca doktor olmuştu, bir düğün de burada yapsınlardı.
Ben de herkes gibi meraktaydım, ama sanırım nedenim farklıydı. Annemin dediğine göre, güzelliği anlatıla anlatıla bitirilemeyen gelinin adı “Suna” imiş. Bu adı duyduğumda başlamıştı ilgim. Babamın gramofonda çalıp bize dinlettiği taş plaklardan birinin adıydı Suna. Bayıldığım bir tango plağıydı bu. Babam, ortasındaki deliği gramofonun miline geçirip plağı kadife zemine usulca oturttuğunda dikkat kesilirdim. İğneyi de yerleştirdi mi, usuldan dönmeye başlayan plaktan ince bir kadın sesi yükselir, Suna’ya övgüler sıralardı. Bu güzel sesi dinlerken bir yandan da gözümü dikip plağın ortasındaki kırmızı yuvarlakta yer alan köpek resminin (Sahisbnin Sesi plaklarının alâmet-i fârikası-simgesi) döndükçe silikleşip bir lekeye dönüşmesini merakla izlerdim. O ince sesin etkisiyle mi bilmem Suna’ya hayrandım işte, ama gerçek hayatta hiç kimsede bu adı duymamıştım henüz. Bu ilkti.
Suna, masalcı teyzemin uzun uzun betimlediği “Peri Padişahı’ nın Kızı” gibi olmalıydı, ama ben büyüklerin, güzel bir kadını betimlerken sıraladıkları özelliklerin pek çoğunu anlamadığımdan, Peri Padişahı’nın kızını da gözümde canlandıramıyordum. Sırma saç? Badem göz? Selvi boy? Hokka burun?
Bir sürü bilinmez işte.
Suna’yı çok merak etsem de beni, onu görmekten alakoyan gizl bir sorunum vardı. Açıkcası ben, tekaüt amcaların evine yaklaşmayı pek de istemezdim. Ava meraklı olduğu söylenen bu adamın köpeklerinden adamakıllı ürkerdim. Onu, zaman zaman omuzunda asılı çiftesi ve önünde ardında koşturup duran köpekleriyle birlikte avdan dönerken görürdüm. Sabahın çok erken saatlerinde yola çıktığından, gidişini kime görmezmiş zaten. Avda olmadıkları zamanlarda köpekler, bahçede ya da kapı önünde olurdu. Oradan geçerken hep tetikte olmam bundandı. Büyüklerin, korkmamı gerektirecek bir şey olmadığını söylemeleri pek de işe yaramıyordu; bu kulakları bez parçası gibi sarkıp sallanan, kıpır kıpır hayvanlardan korkuyordum.
Annem, her zamanki gibi avucuma koyduğu parayı düşürmeyeyim diye parmaklarımı sıkı sıkı kapatmamı söyleyerek, beni bakkala ekmek almaya yolladığı bir gün değişti her şey.
Yine köpekleri kollamak amacıyla, yol kenarındaki çitten tekaüt amcaların bahçesine kaçamak bir bakış attığımda gördüm Suna’yı. Oradaydı ve gerçekten çok güzeldi.
Durup izlemeye başladım. Yerde yatan köpeğin yanına çömelmiş, okşuyordu. O yerinde duramayan kıpır kıpır hayvanın öylece harekitsiz yatıyor olmasına bir anlam verememiştim. Kollarımı çite dayayıp izlemeye başladım. Suna beni fark ettiğinde gülümsedi.
“Gelsene” dedi. “Bak yavrular ne tatlılar”
“Yavrular mı?”
Oysa ben onu öldü sanmıştım.
Elimdeki parayı avucumda sımsıkı tutarak, hiç düşünmeden bahçe kapısını itip daldım içeri. Suna’nın yanına çömeldim.
Tüyleri güneşte pırıl pırıl parlayan, kadife gibi üç güzel yavru, hareketsiz yatan annelerini emiyorlardı. Gözleri kapalıydı.
“Kör mü bunlar?”
Suna gülümseyerek anlattı; “köpek yavruları gözleri kapalı doğarlar, sonradan açılır”
Sesi su şırıltısı gibiydi ve bu benim köpekler hakkındaki ilk dersim oldu.
Anne köpeğin, o yerinde duramayan hayvanın, yavrularını emzirirken gösterdiği sabra şaşıp kalmıştım. Anne olduklarında uslanıyorlardı demek. Bu da ikinci dersti.
Yavruları okşamak için elimi uzattığımda, sıkılı avcumdaki para geldi aklıma. Parayı hatırlayınca da ekmek. Hemen kalkmak istedim.
“Ver parayı ben tutayım, sen yavruları biraz sev” dedi Suna.
Dediğini yaparken uzun, kırmızı tırnaklarından gözümü alamadım. Elleri bembeyazdı, saçlarından da güzel bir koku yayılıyordu.
Yavrularını okşarken anne köpek, gözünü hiç ayırmadan izledi beni. İlk kez bir köpekle bu kadar yakın, dahası göz gözeydim. Hiç korkmadım, korkmadığımı fark edince de gururlandım kendimle. Büyümüştüm işte, artık köpeklerden bile korkmuyordum.
Parayı alıp sevinçle koşarak çıktım bahçeden. Arkamdan; “Benim adım Suna, yine gel yavrularla oyna olur mu?” diye seslendi.
“Olur” dedim. Adımı söylemediğim çok sonra geldi aklıma.
Suna’nın, pırıl pırıl parlayan kırmızı tırnıkları gözümün önündeydi. Anneannemin avuç içlerine, parmaklarının ilk boğumuna yaktığı kınanın kırmızısına hiç benzemiyordu onun kırmızısı.
Anneannemin bir işe daldğında sık sık söylediği: “Al kınalı parmakların, batır kanıma keklik” türküsü geldi aklıma. Kınanın bu türküye daha uygun olduğunu düşündüm. Belki yalnızca bir sezgiydi. Anneannemin kınalı ellerinin ustaca devinerek üstesinden geldiği onca işi, bu kırmızı tırnaklı beyaz eller yapabilir miydi?
Ama, Suna’yı yine de sevmiştim.
Sonraki günler, Suna ile dost olduk. Köpeklerle oynamaya sık sık gidiyordum. Merak ettiğim şeyleri soruyordum. “Ama neden?” lerimden payına düşeni bol bol alıyordu o da ve hiç yüksünmeden her şeyi sabırla cevaplıyordu. Kendimi büyümüş, önemsenen bir yetişkin gibi hissediyordum onun yanında.
Yavruları öylesine sevdim ki köpek korkumu hepten unuttum. Yaz boyu hemen her gün onlarla oldum. Bir gün görmesem özlüyordum. Bunu söylediğimde Suna dalgınlaştı. Onun İstanbul’da da köpeği varmış, adı Kuki imiş. Kuki’yi çok özlediğini söyledi. Sonra gözleri dolu dolu: “Annemi, babamı, kardeşlerimi de çok özledim” dedi.
“Öyleyse neden onları bırakıp geldin” diye sorduğumda çok güldü bana. “Öyle olması gerekti” dedi.
“Ama neden?” ni yapıştırdım hemen. Hâlâ gülüyordu. Onu güldürdüğüme sevindem, ama “büyüyünce anlarsın” cevabı hiç hoşuma gitmedi.
Sonbahar geldiğinde yine hastalıklar başladı. Kardeşler birbiri ardına hastalanıp sıramızı savuyorduk. Ateşimiz yükseliyor, bademciklerimiz şişiyor, salya sümük yatıyor, ilaç içme, yemek yeme konusunda anneme kök söktürüyorduk. Sobalar yanmaya başlamıştı. Üzerinde hep hazır duran ıhlamur demliğinin türküsü, hüzünlü hüzünlü sarmıştı ortalığı.
Kaç gün yattım bilmiyorum. İyileştiğimde çok halsizdim. Annem bana belıkyağı içirmek için olmadık yöntemlere baş vuruyordu. Hepimiz, tüm kardeşler bu balıkyağı denen şeyden nefret ediyorduk. Annemse iki konuda hıç ödün vermezdi; gece sütü ve balık yağı. Elinden kurtulmak olanaksızdı.
Kendimi iyi hissettiğim bir gün sokağa çıkmak istedim. “İzin verirsen balıkyağını hemen içerim” dedim. Güldü; “pazarlık yapmayı da öğrendin bakıyorum” dedi hoşgörüyle. İzin verdi, ama önce beni sıkıca giydirdi. Havalar adamakıllı (bu sözcüğü annemden yeni öğrenmiştim) soğumuştu çünkü.
Doğruca tekaüt amcaların bahçesine koştum. Bahçe sarı yapraklarla örtülmüştü.
Kimsecikler yoktu. Çite yaslanıp baktım. Ne Suna vardı ortalıkta ne de köpekler.
Eve üzgün döndüm.
“Ne o, çok çabuk geldin” dedi annem.
“Köpekler de yok, yavrular da. Suna bile yok”
“Aaa, sen onları görmeye gittin. Ben sana söylemeyi unuttum, tekaüt amca o yavruları başka avcılara satmış”
Elimi sobaya değdirmişim gibi canım yandı.
“Ama neden?” diye bağırdım. Aynı anda da avaz avaz ağlamaya başladım.
Annem söylediğine pişman oldu, “Hay Allah, hay Allah” dedi durdu.
Bu köpeklerin, av için en uygun cins olduğuna, bu nedenle yavruların avcılar arasında iyi para ettiğine ilişkin, hepsi de bir kulağımdan girip öbüründen çıkan bir şeyler anlattı.
Ben onları seviyordum. Neden gittiler?
“Ya Suna?” diye sordum, yaşlı gözlerimi silerek.
“Ha o evdedir. Havalar soğudu ya pek dışarı çıkamıyordur artık. Hem biliyor musun, Suna’nın bebeği olacakmış”
Bu duyduğum inanılması çok zor bir şeydi. Onu yatağa uzanmış bebekleri emzirirken düşledim bir an, “Kaç tane?” diye sordum anneme.
Gülmekten yanıt veremedi bir süre. Sonra, “insanlar o kadar çok bebek doğurmazlar. Bir, bilemedin iki” dedi.
Bu da insanlar hakkındaki derslerden biriydi.
O yavrular, hayattaki ilk ayrılık acısını tattırdılar bana. Nasıl ve ne zaman unuttum hatırlamıyorum.
Yorum
Çok duygulu bir öykü…
Çok duygulu bir öykü. Çocuğun duyguları, annesiyle, Suna'yla ve köpekle iletişimi ustaca betimlenmiş. Akıcı ve güzel bir Türkçe kullanılmış. Kutluyorum.
SUNA öykusü
Duygulu, akıcı , öğretici anlatım ve duru dil. Muhteşen öykü.
Yeni yorum ekle