Ya Bir Umut

Öykü


Ya Bir Umut


Prof. Hasan Pekmezci

zorbatv

(Kirpi, Kedi ve Kaplumbağalı anılar demeti)
Yazma eyleminde; düşündüğü, aklına, anılarına giren her konuyu yazmayı ilke edinenlerden. Ama bazı konular ve özellikle anılar var ki yazmalı mı, yazmamalı mı ikilemi içinde bırakan.   Toplumsal yaşam içinde etik değerler taşıyan ‘’böyle de olmaz, olmamalı, akla ziyan’’ dedirtecekler gibi konular. Kişisel ya da aile yaşamına, anaya, babaya, kardeşe bağlı olanların onları rencide edebileceği çekincelerini  yaşayan biri aynı zamanda. Ama anılarında başka boyutta bir yer tutan bazı canlıları istese de istemese de her gün gören, hatta yaşamın  her anında şöyle ya da böyle görmek zorunda kalan biri olarak geçmişi anımsama, geçmişin sınırlı-bölgesel de olsa tortularını deşme düşüncesi de ayrı bir duygusal baskı. 
Hepimizin bildiği, tanıdığı, kimilerinin tutkusu olan  bazı canlılara ilişkin anılar  bunlar. Örneğin, kirpi denen sevimli canlı bunlardan biri. Bir diğeri neredeyse her evin mırmırı, kedi. Bir diğeri de kaplumbağalar. Yazının içeriği bunlara ilişkin bazı anılar.
*
 Bu anıları yazarken  bir yandan da birkaç yaşam kırıntısı aklına düştüğü için hafif bir gülümseme  geldi yüzüne; daha sonrakilerde ise içini cızz ettiren, acıtan  bir üzüntüye dönüştü. 
Ta 50’li yıllarda yatılı okulda başlayan dostlukla  bir çocukluk arkadaşının evinin etrafı, bahçesi, kapının önü kedi dolu olur her zaman. Mahallenin kedilerinin toplantı yeri gibi. Bunlar yağmurlu, çamurlu, karlı havalarda bile; davetsiz, teklifsiz eve diledikleri gibi girer çıkarlar. Bir gün eşi eve ayakkabısı ile girmek ister,  ama eşi kıyameti koparır. ‘’Ayakkabı ile içeri nasıl girersin? Arkadaş ‘’Yav bu evin babası, sahibi benim; kendi evime giremiyorum, mahallenin kedileri dilediği gibi girip çıkıyor’’
Bir tanıdığımız ailede eşlerden biri kedisever, diğeri alerji yapıyor çekincesiyle evde kedi istemeyenlerden. Kedi tutkunu eş de nerede ne kadar kedi resmi bulduysa taşıyor duvarlara. 
Bir başka arkadaşının kızı için bir kedi edindiler yakın zamanda.  Gece gündüz kızın yanından, peşinden ayrılmayan. Kızın yüzünde gülümseme, neşe yaratan bir dostluk. Adını Rakı koydular. Konu geçince ‘’rakı çok iyi geldi, kızımıza, hatta hepimize’’ diyorlar. Yazıyı okuyabilenlerin kendi anıları, ilgileri doğrultusunda kim bilir ne birikimleri, söyleyecek ne sözleri vardır; şimdi yazılanlar, yazılacak olanlar gibi.
Küçükken çocukları için mini  kaplumbağalar beslediler.  Anadolu yolculuklarında yollarda gördükleri, rastladıkları kaplumbağalarla sohbet ettiler. Ankara’daki evinin bahçesinde kaplumbağaları var şimdi.  Özgürce yaşadıkları çiçeklerle dolu yeşil bir alan ve her zaman gördükleri özel ilgi. Onlar için su kapları var değişik yerlerde. Karpuzlar, marullar da beslenmeleri için. Uzun ayrılıklarda konu komşuya ilk emanet ettikleri  bu kaplumbağaları ve çiçekleridir bu nedenle.
*
Yaşamın elbette çok yönlülüğü içinde bir başka yüzüyle, insanların sevdikleri  bu ve benzeri canlılar üzerinden neler getiriyor, götürüyor, ne gibi çelişkili ilişkiler yaşatıyor gerçekliği de bu yazının içeriği: Her zaman düşünülür bu konular, yapılmalı mı, yapılmamalı mı; yaşanmalı  mı, yaşanmamalı mı? Yaşam, insanın canı, cananı söz konusu olunca ve umut içinde, gelecekte ‘’keşkeler’’ yaşamamak için nelere katlanmak zorunda kalıyor: Ya bir umut…
Anadolu’da yaşam; çok farklı inanışların, ritüellerin doğrusu-yanlışı düşünülmeden-akla-mantığa-bilime uygunluğu hiç sorgulanmadan uygulanan örnekleriyle dolu. Herkesin  çocukluğunu yaşadığı bölgelerde bugün bile anımsadıkça gözlerinin önüne gelenler vardır mutlaka.  Bunlardan kim bilir ne anlamlı örnekler çıkar yazıldığı çizildiği zaman.
Yazma eylemi bir yandan da yaşanılan ve yaşayanın  yaşamında iz bırakan bu gibi örnekleri de kapsamalıdır, bize göre. Nedeni  ve niçini de  bu toplumun hangi kaynaklardan, ne gibi safsatalardan medet beklediğinin kayda geçmesidir. İşin bir başka trajik yanı 21. Yüzyılda hala bu gibi akıldışı uygulamalardan yana olanların;  örneğin, ‘’şeyhin ayağının  yıkandığı kirli suyu şifa diye içenlerin’’ var olduğunun ve bunları savunanların bulunduğunun  görülmesi gibi.
Tarih onu özümleyenlere çok şeyler öğretir, ama tarihi tersten okuyanlara her defasında acımasız tokadını indirir, yıkımlarını bireysel ve toplumsal olarak yaşatır. Ne yazık ki bu ülke bulunduğu ortaçağ coğrafyasında çağdaşlığı en erken keşfeden ve insanlarının  yaşamına dâhil eden bir toplum iken; akıl dışı,  hurafelerin peşinde koşan bir eksene kaydırılmıştır özellikle 1950’lerden sonra.
Şu gerçeği yinelemeli; tarihi tersten okuyan her toplumda gerçektir; ‘’Sürü ters döndüğünde topal keçi başa geçer’’

zorbatv


*
Osman Hamdi Bey, Kaplumbağa Terbiyecisi (1906)
Üst düzey bir meslek sahibi, çok yakışıklı ve sevilen bir ağabeyiydi çevrenin. ‘’Kanser’’ tanısı konuverdi. Elbette tıbbın bütün olanaklarıyla o tedavi, bu tedavi derken, birileri ‘’kaplumbağa kanı içirilirse kurtulur’’ dediler. Bu gibi sağlığa- yaşama, ölüm-kalım mücadelesinin getirdiği maddi-manevi baskılara bazı önermeler insana bir umut ışığı oluverir elinde olmadan. Bir anlamda ‘’ya yararı  oluverirse’’. Hemen herkes kaplumbağa avına çıktı yardım için. Günlerce sayısı bilinmeyen kaplumbağa bu amaçla, bulundu, taşındı; kurban edildi. Umutlara rağmen hasta genç yaşta sevenlerinden ayrıldı gitti, bilinmezler âlemine. 
Olan bu zararsız, hatta çocuklar için ilgi odağı, Osman Hamdi Bey gibi ressamların konu edindiği doğa canlılarına oldu.zorbatv
*
Kirpi Üstüne. Sevgican Pekmezci- Sargın 
Şimdi yazlıktalar. Sağlarında, sollarında bol bitkili alanlar var. Bazı canlılar için yaşama fırsatı verebilen, bunca yapılaşmaya, doğanın hoyrat kullanımına rağmen.  Bu canlılardan biri de  KİRPİ. Kimine göre dikenli, zararlı, kimine göre de çok sevimli bir doğa canlısı. Bir kirpi yavrusunu ‘’Benim pamuk yavrum’’ diye severmiş.
 Her gece başlangıcında kendilerine göre bir yol  haritaları içinde gelip, site içinde yeşil alanlarda dolaşan ve bu zamana kadar kimsenin bir zararını görmediği. Hatta kimilerinin  onların sessiz, sakin, çekingen varlığını özellikle beklediği. Herkesin böyle  her canlı için kendine göre kim bilir ne anıları vardır.   
*

Kirpi  Sevgican Pekmezci-Sargınzorbatv
1950 yılıydı, anasının yüzünde bir çıbansı leke oluştu, düğme gibi bir koyu leke. Konya köylerinde imamlık yaptığı için  üç-dört ayda bir köyüne gelebilen, bir gün sonra da ortadan kaybolan babasının ilgisi hiç yoktu. Zera kadın,   yaşlı köy kadınlarının  kendilerine göre önermelerinden, tedavilerinden  medet beklemek zorundaydı,  25 yaşında, üç çocuklu bir ana sorumluluğuyla. Eri evinde olmayan bir kadının ne için olursa olsun; onun bunun evine gitmesi hoş karşılanmadığından her yere büyük oğlu ile gidiyordu. Orada yaşlı kadınların neler yaptığını da yakından gözlemliyordu, o da çocuk haliyle.
Yüzdeki bu leke için çeşitli otlarla-balla yakılar yapıyorlar, kendilerine göre yağlar, sürüyorlardı. Bunların hiçbir yararının olmadığını anasının günden güne eridiğini, sararıp solduğunu, her geçen gün çok düşkün olduğu  çocuklarını bile sevemez, kucaklayamaz   hale geldiğini, gece gündüz yanında olan büyük oğlu görüyordu.   
Bu kez bir başka  akıl öğretenin  önerisi fısıltıyla konuşulmaya başladı hasta evinde.  ‘’Bir kirpinin  kanı içirildiğinde şifa bulacağı, hiçbir şeyinin kalmayacağı’’.
Dağ taş arandı bir kirpi bulundu, zavallı hayvan su dolu  bir kovanın içinde    uzun süren yaşam mücadelesine rağmen  kesildi, kesenin de eli-parmakları kirpinin gazabına uğradığı için  kan içinde kaldı. Bu karmakarışık su içirildi Zera kadına. Çok geçmedi  yataktan kalkamaz hale geldi, ağzından kan geliyordu. Köy kadınları kıyıda köşede konuşuyorlardı; sözde gizli imiş gibi  ‘’Zera gadının hali kötü, gan gusuyormuş, yetim gidici’’ Bunları hep duyuyordu 5 yaşlarındaki bu küçük çocuk.
*
Bir at arabasına yorganlar serildi, yatırıldı içine, bir deri, bir kemik  vücuduyla; bir sonbahar sabahı erkenden. Ananın dermansız eli son kez hafifçe kalkarak sanki veda etti, köşede çaresiz bekleyen büyük oğluna, diğer ikisi küçük oldukları için bunlardan habersizdi. Her yeri dökülecek gibi sesler çıkaran arabanın sarsıntıları  içinde;  Beyşehir Devlet Hastanesine…    
Geceye doğru  artık Zera gadın yoktu hayatta, üç oğlan çocuğu anasız, pencerelerdeki, balkondaki karanfilleri sahipsiz  kalmıştı.
Şimdi ne zaman bir yerde kirpi görse, hatta resmini görse bu yaşananlar gözünün  önüne gelir, başka bir gözle bakar bu canlılara.  Yazlığında  her gece belli bir saatte çimler arasında gezintiye çıkan bu canlıları beklemesi de bundan. Bazı günler marullar, karpuz dilimleri atar onların yollarının üzerine, kimseye sezdirmeden.  Ne de olsa anası için canından olan bu canlılara minnet duygusu.  
*
Aradan çok zaman geçmedi, üvey analı bir yaşam başladı Zera gadının evinde.    Onun geride kalan üç çocuğunun ikisi veda ediverdiler hayata, anasızlığın yıkımlarına dayanamayıp. Çok geçmeden de üvey anadan yeni kardeşler  geldi,  arka arkaya.
 Üvey ananın çok insancıl,  sevgi dolu bir anası vardı; kızının Zera kadından geride kalan çocuklara daha ilk günlerden başlayarak yaptıklarına karşı ‘’Sen bu yetim çocukların ahını alıyorsun.  Bu ahlar sana hayır getirmez’’ diye uyarıyordu, her zaman. Bu gerçek ana duygusunun uyarılarının üvey ananın umurunda olmadığı iki yavrunun kısa sürede hayata tutunamamasından belli değil mi?  Ninenin  iki oğlu vardı anaları gibi sevgi dolu insanlar;  iki üvey dayı da bu  çocuklardan geri kalana sahip çıkmaya-korumaya çalışıyorlardı ellerinden geldiğince.  

Üvey dayılardan büyüğü köyden bir kızla nişanlandı. Ama kız tarafı nişanı nedensiz bozuverdi. Köylük yerde bu durumlar aslında her iki aile için bir yıkım sayılır. Hatta gelecek zaman için bile. Buna çok üzülen genç adam içine kapandı; köyde evinden dışarı çıkmayan, kimseyle görüşmeyen, hatta zaman içinde yetişkinlere saldıran bir ruhsal sorun yaşamaya başladı. Saldırganlığından herkes çekinmeye başlamıştı ama çocuklara ayrı bir sevgi gösteren, onları karşı içtenlikle ‘’dayısını, dayısını’’ diye seslenen, onlara karşı sevgi dolu bir dayı. Ama belki de başına gelen her sorunun kaynağı saydığı yetişkinlere saldıran bir insan.
Bir süre sonra sabahın erken saatlerinde sırtına heybesini alıp bağlara, bahçelere, dağlara doğru gitmeye başladı, Hemen ‘’mecnun’’ dediler, hatta ‘’delirdi’’ dediler fısıltılarla.  Sabahtan akşama kadar oralarda geziyor, ağaçlarla, üzüm asmalarıyla, kayalarla konuşuyordu.  Çalılar, kayalar arasından çıkardığı, yılanları heybesine alıp köye, evine getiriyordu; nedendir bilinmez,  kendisine hiç zarar vermeyen yılanlar. Bunlar da ayrı bir korku ve tedirginlik yarattı, kısa sürede yayıldı köyde. Kimseye doğrudan bir zararı yoktu, ‘’yanına yaklaşanlardan korktuğu için kendini koruma güdüsüyle saldırdığı’’ söyleniyordu; Ciroğlu Mehmet Dayı, tahsildar Mehmet Dayı gibi köyün bazı ileri gelen bilge sayılan büyükleri tarafından. 

zorbatvRessam Endre Penovác 
 Köyün akıl hocaları hemen ‘’Bu kara sevda’’ dediler. Bir kısmı da ‘’deli’’ Ardından da çeşitli  okumalar, üflemeler, ocak, yatır, hacı-hoca aramayla tedavi önerileri. Birileri kulaklara fısıldayıverdi bu karmaşa  ve çaresizlikler içinde:
 ‘’Buna karasevda denir; kara sevdanın defedilmesi için beneksiz, kapkara bir kedi bulunacak ve onun yahnisi yapılarak yedirilecek’’ Arana sorula ta Menemen taraflarında böyle kurban bir kedi bulundu. 
Yahnisi yapıldı zavallı hayvanın. Bir tencere içinde çocuğa  verildi ‘Bunu Sadık dayına götür’’ 
Onun yalnız yaşadığı evine  götürdü yahniyi. Kapıyı çaldı, ‘’Dayı sana yemek getirdim’’ dedi. Çocuğu görünce  sevindi dayısı, yüzünde hüzünle karışık bir gülümseme vardı.  ‘’Gel birlikte yiyelim, dayısını’’ diye tutturdu.
Çocuk yemeğin ne olduğunu bildiği için bahaneler arıyordu:  ‘’Ben yedim, karnım tok  dayı’’ dedi, ‘’Olmaz, o

lmaz, birlikte yiyeceğiz, sen yemeden  olur mu’’ diye ısrar etti.                                                                                                              Aklına geliverdi bir başka bahane; ‘’Dayı, kardeşim Necati’yi bulup geleyim, birlikte yiyelim, bulmazsam sonra anamız beni döver’’.  Üvey ananın, yani öz ablasının nasıl biri olduğunu  iyi biliyordu, ‘’Döver’’ sözünü duyar duymaz, ‘’hemen git, bul gel’’ dedi. Kurtulmuşçasına ayrıldı oradan, ama gerçekten de kardeşi Necati’yi bulması gerekti. Bunun hesabını da üvey anaya vermek ona düşüyordu. Çünkü Necati’nin ve diğer kardeşi Dudu’nun bütün sorumluluğu ona yüklenmişti. Onlara gelebilecek en küçük bir zararda yiyeceği dayağın sınırı yoktu. Olabileceği her yeri aradı, oraya, buraya koşturdu, panik içinde, yoktu Necati. Kendisinin ardından gelmiş olabileceğini düşünerek dayının evine gitti tekrar. Kapıyı çalmadan boy hizasındaki pencerenin kıyısından sessizce içeri baktı, dayısı görecek korkusuyla.  Yer sofrasında dayısı ile Necati yemek yiyorlardı:  Yani Siyah kedi yahnisini.
*
Köylük yerlerde bir ailede meydana gelen bu gibi olumsuzluk kısa sürede herkesin dilinde, gözünde, kulağında olur. Eklemeler, çıkarmalar, abartılarla konu dehşet saçan bir kıvama getiriliverir. Dayının yaşadığı ev de korkulu bir yer halinde dillere dolanıverdi. Oraya, buraya şikâyetlerle konu jandarmaya taşındı. Bu çok kibar, sevgi dolu dayı, deli yaftasıyla bir gün silahlı jandarmalar tarafından zorla evden çıkarıldı, alıp götürüldü.  Nereye götürüldü, ne oldu gibi sorular bir daha sorulmadı köyde.
*
Küçük kardeşinin araştırmalarıyla yıllar sonra ağabeyinin Bakırköy Akıl Hastanesi’nde öldüğü öğrenildi.  Köyde bir iki duyarlı insan dışında kimsenin de umurunda olmayan bir vaka olarak kaldı.
Pek çok Anadolu insanının birbirinden trajik yaşam örnekleri gibi bir köy delikanlısı daha, o yılların eğitim, sağlık, sosyal paylaşım olanaklarından yoksunluğun; hem kendilerinin, hem de bazı zavallı doğa canlılarının hayatlarıyla oynayan dar çevre kıskaçlarının kurbanı olarak bilinmezler hanesine yazılıverdi.
Anamur.Ağustos.Ankara.Aralık.2022
 

Yorum

Turgut Gültem (doğrulanmamış) Sa, 27 Aralık 2022 - 17:55

Hayat sürprizlerle doludur. Güçlü bireyler içinde yaşadıkları çevreden ne kadar etkilenirse etkilensin bütün engelleri aşarak yeni bir yaşama yönelebilir. Çevresinde gördüğü batıl inançları aşmasını bilir.
Onlardan korkmaz, Ancak yaşadıklarını ömür boyu hafızasında taşır. ben de çocukluğumda ağabeyimin bir rahatsızlığı için kaplumbağa kanı içmesini önerdiklerini hatırlıyorum. Cahil toplumlar kulaktan dolma hurafelere çok inanır. Bunun örneklerini günümüzde de görüyoruz. Kurtuluştan sonra yeni kurulan ve önderimiz Atatürk'le taçlandırılan Cumhuriyetimiz bugün tarikat ve cemaatlerin elinde kalmıştır. Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasını hazmedemeyen zihniyet toplumu tekrar karanlık çağlara sürüklemek istemektedir. Bütün dünyanın saygı duyduğu heykellerini diktiği, sözlerini örnek aldığı Ulu önderimiz Atatürk'ün değerini anlamayan gerici zihniyet Onu kötülemekte, unutturmaya çalışmaktadır. Tarihte devletin yıkılmasına sebep olan bu zihniyet umarım bizim de kaosa sürüklenmemize fırsat bulamaz.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.