Son Devrin İslamcı Siyasetinin Türkçülükle İmtihanı

Felsefe

 

Son Devrin İslamcı Siyasetinin Türkçülükle İmtihanı

Prof.Dr. Süleyman Dönmez

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin son yıllarda içine düştüğü bir dizi siyasal buhran, şayet yakın tarih biraz dikkatlice incelenmiş olsa, daha az sancıyla çözüme kavuşturulabilir görünmektedir. Elbette geçmişte olup biteni sadece incelemek sorunları çözmeye yetmez. Meseleleri anlamak, hadiselerden ders almak ve sıkıntıları da çözmeye azmetmiş olmak gerekir Lakin Türk siyaseti nicedir bir arayış içinde olduğu görüntüsünde bir türlü kurtulamamaktadır.

Çoktandır derin yaralarımızın olduğu aşikârdır. Artık iyileşmesi zor olan yaralarımız var. Bazen kabuk bağlayan, iyileşmeye yüz tutan, tam iyileşti derken kaşınan ve kaşıdıkça yeniden kanatılan yaralar...

Son zamanlarda siyasi cenahça kaşınarak kanatılan en büyük yaramız, ne olduğumuzu bilememe olarak görünür olmuştur. Ne olduğumuzu bilmediğimizden ne olduğumuzu söyleyenlere de kulak vermeyişimiz yaralarımızı daha da bir azdırmıştır. Ancak devran bizi öyle bir noktaya sürükledi ki, inkâr ettiğimizi ikrar etmeye, yapmaktan imtina ettiğimizi yapmak durumunda kaldık. Yaşadığımız hayır mıdır, şer midir? Şimdilik kestiremiyoruz. Zaman her derde deva elbet. Bekleyip göreceğiz. İşin nereye varacağını merak ederken, günümüz ümerasının siyaseten geldiği noktanın dündeki durumuna şöyle bir göz atmak, bugünü anlamamız yardımcı olabilir.

Kabaca ele alırsak; Türk siyaseti, yüz yılı aşan bir süredir, esasta birbirinden tamamen kopuk olmayan üç farklı yaklaşımdan birinin öne çıkarılmasıyla yol almayı denemektedir. Merhum Yusuf Akçura’dan beri “üç tarzı siyaset” olarak kavramlaşan “İslamcılık, Türkçülük ve batıcılık”, hem tarihi seyir hem de savunulan ilkeler itibariyle bir bütünün pencereleri mesabesindedir. Lakin bizde geçmiş gereğince tetkik edilmediğinden bütüncül bakış genelde ihmal edilir. Bize göre yakın tarihte ortak bir derde sahip olan ümera ile ulemayı çözüm arayışında farklılaştıran saik yoğurt yiyişle alakalıdır. Elbette uzlaşmaz ve uylaşmaz bazı karşıtlıkların var olmadığını iddia etmiyoruz. Amacımız gittikçe daha çok ihtiyaç duymaya başladığımız ortak noktalara da sahip olduğumuzu hatırlatmaktır.

Tarihi seyir itibariyle siyasette tutulan üç tarzın batıcılıktan İslamcılığa, İslamcılıktan da Türkçülüğe doğru evrildiği unutulmaması gereken bir hakikattir. Ancak kaçırılmaması gereken asıl nokta, her üç tarzın da birçok açıdan iç içe olduğu gerçeğidir. Öne çıkışlar, daha çok ihtiyaca mütealliktir. Öyle ki, Osmanlı Türk Devleti’nde II. Mahmut’tan itibaren batıcı, II. Abdulhamid’le İslamcı, Mustafa Kemal’le de Türkçü değerler dizisinin daha çok öne çıkarıldığı görülmektedir. Burada gözden kaçırılmaması gereken husus, her üç tarzın da birbirlerini hiçbir zaman bütünüyle dışlamadığıdır.

Üç tarzı siyasette bütünlük meselesi birçok yönden ele alınabilir. Bize göre birkaç ciltlik kitap olabilecek genişlikte olan bu meseleyi bu yazımızda günümüz Türk siyasetinde son zamanlarda iyice belirginleşen İslamcı ve Türkçü yakınlaşmadan bahisle İslamcılıktan Türkçülüğe geçiş ekseninde sınırlandırarak kısaca açmak istiyoruz.

Meseleyi açmaya başlamadan önce günümüzde İslamcı görünen çevrenin Türkçülüğe karşı takındığı olumsuz tavrın ciddi bir akıl tutulması yaşadığının altı çizilmelidir. Zira geçmişte siyasette İslamcı tarzı öne çıkaran ümera ile ulemanın birkaç uç noktada yer alan idrak fukarası dışarda tutulursa Türklükle ciddi bir sıkıntısı yoktur. Meseleye yaklaşım esasen devrin icapları ve dağılmaya yüz tutan devletin kurtarılması eksenindedir.

İslamcı tarzın öne çıkardığı ilk ilke İslam birliğidir. Fikrin genelde İslamcı olarak kabul edilen Cemaleddin Efganî tarafından ileri sürüldüğü ve dönemin devlet ricaline telkin edildiği yazılır çizilir. Efganî hakkındaki malumat muhteliftir. İslam âlemini uyandıran bir hareket adamı olduğunu düşünenler de vardır, ajan olduğunu iddia edenler de. Biz burada bu iddiaların doğruluğu veya yanlışlığı ile ilgilenmiyoruz. Dikkat çekmek istediğimiz asıl husus, Efganî’nin İslamcı yaklaşımın önüne milliyetçi hareketleri koymuş olmasıdır. Bir başka ifadeyle Efganî, İslamcı olduğu kadar milliyetçidir de. Dahası o, İslamcı olmadan önce milliyetçidir. Çünkü onun nazarında milliyetçi olmadan İslam birliğinin vuku bulma şansı yoktur. Bu nedenle Pakistanlı büyük âlim Fazlurrahman, Efganî’nin İslam ülkelerinde İslam birliği kadar milliyetçi hareketleri de yönlendirdiğini söyler. II. Abdulhamid’in Efganî’nin İslam birliği fikrine daha sıcak baktığı milliyetçi yaklaşımına ise biraz mesafeli durduğu iddia edilir. Bu iddia doğru olabilir. Zira II. Abdulhamid’in derdi, devleti ayakta tutmaktı. Devletin sınırları içinde yer alan etnik unsurların ayrıştırıcı olabilecek bir milliyetçi anlayışa yönelmelerini engellemek istemesi anlaşılabilir bir hamledir. Biz burada yapılan tercihin gerekçesini tartışmaya açmadan II. Abdulhamid’in Türklükle veya Türk olmakla sorunu olan bir padişah olmadığının altını kalınca çizmek istiyoruz.

Bizce Osmanlı Türk Devleti’nin Türkçülük meselesinde geç almış olmasının bize çok ağıra mal olmuştur. İslamcı tarzın öne çıkarılmasıyla da, maalesef, arzulanan başarıya ulaşılamamıştır. Devlet ağır darbelerden ve ihanetlerden sonra Türkçülüğün öne çıkarılması gerektiğini idrak edebilmiştir. Bugünün iktidarının kavramakta zorlandığı yer de burasıdır. Oysa tutunduğu tavrın geçmişine vakıf olsa, sorun böylesine çözümsüz bir hâle dönüşmeyecektir.

İslam birliğini hedefleyen Efgânî, dönemin milliyetçi eğilimlerini Osmanlı Türk Devleti ümerası ile ümeraya yön veren bazı ukalaya göre daha doğru okumuş görünmektedir. Büyük bir ihtimalle Efganî, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Ahmet Ağaoğlu gibi tarzı siyaset olarak Türkçülüğü benimseyen ulemayı ciddi oranda etkileşmişti. Tabii ki, unutmamamız gereken husus, adını saydığımız Türkçülerin İslam’la sorunlu olmadıklarıdır. Türkçü oldukları kadar İslamcıdırlar. Çünkü mesele dinî bir tartışmadan öte siyasî, kültürel ve ilmî bir dönüşümdür.

Günümüzde İslamcı ve Türkçü olarak ayrışan ulemanın Osmanlı Türk siyasetinin son dönemlerinde ortak kanaatlere sahip oldukları ve bir arada olabildikleri görülmektedir. Mesela bugün “Sırat-ı Müstakîm” ekibinin genelde İslamcı bir tavırdan yana olduğu kabul edilir. Ama II. Meşrutiyet’ten sonra tavırlarını açıkça belli eden Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu gibi milliyetçi ve Türkçü kişilerin “Sırat-ı Müstakîm” ekibi içinde yer almış oldukları gerçeği göz ardı edilir. Bu durum, İslamcıların Türk dünyasıyla yakından ilgilendiklerini gösterdiği halde bugünküler Türk kelimesini kullanmaktan korkar hâle gelmişlerdir. Sorun tarihi seyri sağlıklı bir okumaya tâbi tutamaktan ileri gelmektedir.

Başlangıçta daha çok siyasî bir tercih olarak tartışılan mesele, Şeyhülislam Musa Kazım’ın (1858-1919) “İslâm Mecmuası”nda “İslam ve Terakki” adını verdiği bir yazı yayınlaması ile farklı bir mecraya doğru sürüklenmeye başlamıştır. Din ile siyasetin siyasî kaygılarla karşı karşıya getirildiği dikkatlerden kaçmamaktadır. Devrin ümera ile bir olan ukalası, birliğin sağlanabilmesi adına Türkçülüğü kavmiyetçilik olarak yaftalamıştır. Öyle ki, Şeyhülislam Musa Kazım, yayınladığı yazısında “bir millet adavetten, husumetten, gıybetten, bühtandan, yalandan iddiayı cinsiyet ve kavmiyetten şiddetle men edilmezse o millet arasında uhuvvetten eser bulunamaz ve binaenaleyh öyle bir milletin yaşaması da kabil olmaz” demektedir. Bunun üzerine Nüzhet Sabit, “Takib ve Tenkid” mecmuasında Şeyhülislâm Musa Kâzım’ın “iddiayı kavmiyet ve cinsiyetin şedîden memnûiyeti (yasaklanması) hakkında izahat vermeği memleket için pek nâfî (faydalı)” bulur ve “milliyet fikirlerine münevver bir cereyan vermeyi şiar” edinen “İslâm Mecmusı”na bir takım sorular yöneltir. Tevcih edilen suallere adı geçen dergiden bir cevap gelmeyince devreye Babanzade Ahmed Naim girer. Ahmed Naim 1914 yılında “Sebilürreşad”da “İslamda davayı kavmiyet” başlığını taşıyan uzunca bir yazı kaleme alır. Ahmed Naim, cevabî yazısında Türkçüleri “halis Türkçü” ve  “Türkçü-İslamcı” diye ikiye ayırarak “halis Türkçülerin aşılamaya çalıştıkları fikrin açık bir dinsizlik ülküsü” olduğunu iddia eder. Halis Türkçüleri muhatap almadığını asıl muhatabının İslamcı-Türkçüler olduğunu ima eder. Kimdi bu İslamcı Türkçüler? Ahmed Nâim, o dönemde “İslam Mecmuası”ndan çok “Türk Yurdu”nda yer alanları kastetmektedir. Özellikle de Ziya Gökalp başta olmak üzere, Yusuf Akçura ile Ahmed Ağaoğlu’dur. Ahmed Naim, sonuç olarak Türkçülüğün dinin önüne geçirilmemesi gerektiğini ifade ederek Türkçülüğü karşı olmamakla beraber mesafeli durur.

Osmanlı Türk Devleti’nin son kertesinde yapılan “Türkçülük mü, İslamcılık mı tercih edilmeli?” tartışmalarında Türklüğe karşı takınılan olumsuz tavrın altında yatan asıl gerçek siyasî mülahazalardır. Siyaseten Türkçülüğün tercih edilirse, devletin daha çabuk dağılacağından korkulmuştur. Ümera bazı ulemanın desteğiyle İslam birliği adına Türklüğün geri plana itilmesini daha kurtarıcı olduğunu sanmışlardır. Ancak azınlıkta kalan üç beş izan fukarası hariç Türklük inkâr edilmemiş, Türklüğe düşman olunmamıştır. Aslında Türklerin gerek ümera olsun gerek ukala, çoğunun aklına Türk oldukları gelmemiştir. Lakin Osmanlı’nın bir Türk Devleti olduğu gerçekti. İstesek de istemesek de Türklük unutulacak bir mesele değildi. Öyle de oldu.  Yaşadıklarımız, Türk olduğumuzu bizlere hatırlattı.

Osmanlı Türk Devleti’ne yön verenlerin Türklüğün bin yıldan veri Müslüman olmakla özdeşleştiğini fark edemeyerek meseleyi batılı değerler dizisinin etkisinde kalarak Türklüğü kavmiyetçilikle özdeşleştirmeleri Türklüğü sorun olarak gören İslamcılığı doğurmuştur. Türksüz İslam hayal edenlerin unutmamaları gereken gerçek, Osmanlı Türk Devleti’nin son kertesinde benimsenen İslamcı siyasetin başarısız olmuş olduğudur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla öne çıkan Türklüğün de İslâm’ı dışlamadığıdır. Batı’ya karşı olan ilgimizin ise, birçok endişeye rağmen, hiçbir zaman azalmadığı da akıldan uzak tutulmamalıdır.

Sözü bir sualle bağlayalım: Türk siyasetinde son zamanlarda iyice belirginleşen İslamcı-Türkçü yakınlaşmasını kadim geleneğe yeniden dönüşü mü haber veriyor dersiniz?

Yararlanılan Kaynaklar:

İsmail Kara: Türkiye'de İslamcılık Düşüncesi (1-2), Dergâh Yayınları, Ankara 2011.

Yusuf Akçura: Üç Tarzı Siyaset: Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1976.

Ziya Gökalp: Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, Evkâf-ı İslâmiye Matbaası,  Nâşiri: Yeni Mecmua, İstanbul 1918.

Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1987.

sdonmez@akdeniz.edu.tr

Yorum

2. Erkan YAZARGAN (doğrulanmamış) Çar, 14 Şubat 2024 - 23:58

HARİKA TESPİTLER
"çok ciddi ve önemli açıkça tartışılmalı, yazılmalı mesele"

*Türkçe yazıyor ve konuşuyorum.

İslamcı câmianın tamda şu günlerde içine düşüp çözemedikleri Siyasi İslam' ın İran devlet yapısı ile 45. yılını kutlaması ve HAMAS, Lübnan, Hizbullah, Yemen, Ukrayna, İsrail ve kapısında durduğumuz 3. Dünya Savaşı.

*Türk Dünyasının devletleri coğrafyası odaktır.

Açıkca konuşabiliyor muyuz? Hayır.

Çözüm: Bütün bahsi geçen verileri olduğu gibi kabul ettikten sonra Batıcılık/Batılılaşma (ki Atatürk İlke ve İnkılaplarının Devrimcilik ilkesinin bir alt ilkesidir), İslamcılık/dincilik, Türkçülük KAVRAMLARININ bir sonraki aşamalarını tahmin etmektir.

Türk Müslümandır. Müslüman olmayan Türk olamaz dayatması ne kadar gerçek dışıysa Türkler Doğuludur Batılı olamazlar yalanı da o kadar gerçekdışıdır. Her zaman örneğini veririm Japonya Doğuda fakat Batılıdır.

Ben (şahsen) kendi çalışma alanlarımda özellikle Attila Hun kökünü bilerek işlemiş, irdelemiş, deneylerini gerçekleştirmiş, sonuçlarını toplamış birisi olarak yine ilginç bir örnek veriyorum: Lütfen imkanınız varsa gidip misafir olun imkânınız yoksa internetten araştırın: Londra Cemevi.

Kültürünüzü ve halk geçmişinizi görmezden gelir, inkar eder, üstünü örter, karalar veya tahkir ederseniz Batıcılık, Türkçülük, İslamcılık gibi PROBLEMLERİNIZİN olması gâyet doğaldır çünkü sizler doğal değilsiniz.

Son cümle: Abdal Musa' nın Türklüğü bugün bütün dünyada zenci, eşcinsel, sarı, İngiliz, Zelandalı, Habeş, kadın, erkek demeden yaşıyor ve yayılıyor. Gâyet de mutlu ve müreffehler. Türke ihânet eden insanlığa en büyük kötülüğü yapandır ve 3. Dünya Savaşı' nın sebebi de budur.

Daha açık yazılır mı bilmiyorum.

Biz elimizden geleni yapacağız.

Tanju (doğrulanmamış) Çar, 21 Şubat 2024 - 16:34

Ortada görünen üç tarz ; Hırsızlık, arsızlık ve uğursuzluk.
Bunlar ne Türkçü, ne islamcı ne de batıcı.
Eyyamcı....
Üzerlerinde düşünmeye ve kafa patlatmaya hiç gerek yok.

S.D (doğrulanmamış) Per, 22 Şubat 2024 - 11:36

Öncelikle Erkan Bey'in yorumu ve katkısı için teşekkür ediyorum.
Yukardaki kendi yazım için ise Sevgili Ağabeyim, dostum, arkadaşım, meslektaşım ZorbaTV yazarlarımızdan olan Fahri Atasoy'un uyarısı ile küçük bir düzeltme ve açıklama yapmak gerekiyor.
Yazıda Akçuradan bahsederken Akçuranın son devrin Türk siyasetini "İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık" yönelimleri altında Üç Tarzı Siyasetini yazdığı şeklinde bir yanlış algıya kurban gitmişim. Zihnim bana oyun oynamış görünüyor.
Akçura, Üç Tarzı Siyasete üç eğilimi tartışıyor esasen:
Bir Osmanlı ulusu meydana getirmek
İslamcılığa dayanan bir devlet yapısı kurmak
Irka dayalı bir Türk siyasal ulusçuluğu meydana getirmek
Ben ise Osmanlıcık yerine dördüncü değişken olarak görünen Batıcılık'ı öne çıkarmışım.
Yazıda Akçura bağlamında eksik kalan kısım Osmanlıcılık gibi görünüyor. Zihnim Osmanlıcılık ile İslamcılığı özdeşleştirmiş. Ne kadar özdeşler? Aslında pek tartışılmayan bir konu.
Sevgili okuyuculardan özür diler yanlış algımın hatalı yönlendirmeye sebebiyet vermemesini umarım.
Sevgiyle
Süleyman DÖNMEZ

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.