Bir Duayen-Sanatçı Aydın HÜSAMETTİN KOÇAN


“Benim sanat anlayışım şu; resim yapan birisi ressamdır, heykel yapan birisi heykeltıraştır ama özgün bir şey yapan sanatçıdır.”
Sanatı yaşam biçimine dönüştürdüğünüzde, kendinize başarısı sınırları aşmış, hem hoca-akademisyen olarak hem sanatçı olarak ilkeleriyle yolunu çizmiş rehberleri izlersiniz! 


Prof. Dr. Hüsamettin Koçan’da sanat yolculuğumda, izlerini takip ettiğim isimlerden birisi. 1946 yılında doğduğu Bayburt’tan ayrılışından, Devlet Güzel Sanatlar Yüksek Okulu, Resim Bölümünden mezuniyetine uzanan çocukluk ve gençlik serüveni, başarılı bir akademik çizgiyle sürüp giderken doğduğu topraklar ve köken kültür asla vazgeçmediklerinin başında gelmiş. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde uzun yıllar öğretim olarak görev yapmakla kalmayıp 1997-2005 yılları arasında da fakültenin dekanlığını üstlenmiştir. Bu süreç fakülte adına yeni bir atılım ve evrensel ağın da projelerle beslendiği yıllar olmuş.
Özellikle sanatın kurumsallaşması çabaları anılmaya değerdir. 1991 yılında kurduğu İstanbul Sanat Fuarı ile başlayıp, aynı yıl Türkiye Komiserliğini üstlendiği II. Asya-Avrupa Bienali ile bu çabalarını pekiştirmiştir. 


Kurucuları arasında yer aldığı UPSD-Uluslar arası Plastik Sanatçılar Derneği- nin 1990-1995 yılları arasında yöneticiliğini üstlendiğinde de, bütün çabası Türk sanatının yüzünü evrensele dönmesi ve orada da hak ettiği ilgiyi görmesidir. 
Birçok ülkede araştırmalar yapar ve sayısız yarışma jürilerinin vazgeçilmez üyelerinden olur veya başkanlığını yapar. 2005 Yılında kurduğu vakıfla, Baksı Müzesi projesine hayat vererek, yeniden doğduğu topraklara döner.


Her yaşam bir öyküdür, ama bazıları öylesine büyük etkiler yaratır ki, zaman tersine döner onun eylemleriyle! Sanatım Dergisindeki köşemde, yazmak istediklerimin başında yer alıyordu sanatın üstatlarından Hüsamettin Koçan. 


Öyle ki, Trabzon’da düzenlenen UTEF de Bedri Rahmi Eyüboğlu üzerine yaptığım sunum ve konuşma sırasında öğrenmiştim bir dağın başına Baksı Müzesinin kurulduğunu. Anlatılanlar Ferhat’ın dağı delmesiyle kıyaslanıyordu. O merakla ben de dağın öteki yüzüne aşıp, coşkun akan Çoruh Nehrinin yardığı vadilerden, bir zirveye dolanan kıvrımlı yolla çıktığımda daha iyi anlamıştım, yapılan abartılı karşılaştırmaların yerindeliğini. Bayburt sanatçının ayağına diken batan topraklar; bir dünya müzesine kapılarını aralamıştı. 
Bu merakımızı gidermek isterken, aynı zamanda hem akademiya hem de sanatla yaşamayı seçenlere, sanki bir amfiden Çoruh’un coşkusuyla şöyle sesleniyordu Hüsamettin Koçan: “ Doğrusu bu merakın epeyce uzun bir cevabı var. Belki sayfalarca konuşulabilir ama bunu bir konuşma sınırları içerisine sokmaya çalışacağım. Resimle tanışmam çocukken belki herkes gibi kendi kendime resim yapmamla başladı. Benim bir abım vardı. O da resim yapmaya epey meraklıydı. Abim her şeyi daha iyi yapmasıyla bilinirdi. Benim iyi resim yaptığımı anlayabilmem için bir gün babamın dikkatini çekmem gerekiyordu. O andan itibaren babamın iddia ettiği, benim yazı ve resim kabiliyetim abimden daha iyi imiş. Buna önce inanmadım, şaka zannettim. Çünkü bizdeki hiyerarşiye göre abi yaşça büyük olunca her konuda daha önden gider. 


Sonrasında sanat enstitüsüne başladım. Burada, sahip olduğum yetenek biraz daha ortaya çıktı. Bu sürede boş zamanlarımda artist dergilerinde yer alan sinema oyuncularının portrelerini yapıyordum. Ünüm biraz da orada ortaya çıktı. 
Sanat enstitüsündeki öğretmenlerim sınav kâğıtlarımın çok düzgün olduğunu söylüyor, diğer öğrencilere benim kâğıtlarımı göstererek “bakın ödevlerinizi böyle yapın” diyorlardı. Sonrasında resmi gerçekten sevmeye başladım. Sanat enstitüsünü bitirdikten sonra, bir süre boş kaldım. O dönem Sanat Mecmuasında empresyonist ressamların resimleri yer alırdı. Ben de tek başıma oradaki resimleri tuval üzerinde çalışırdım.  


Sonrasında mühendislik okuluna gittim. Üçüncü sınıfa geldiğimde tüm çevrem resim ve sanat meselesine yatkın olduğumu kabul etmişti. Herkes beni meşrulaştırınca abimin baskısı da geride kalmıştı. Tatbiki Güzel Sanatların sınavına girdim. 12 kişinin alındığı bölümü 12. olarak kazandım. Ve fark ettim ki benim aslında gerçekten bir yeteneğim var. O andan itibaren resim yapma eğilimim yoğunluk kazandı. Genel hatlarıyla başlama ve gelişme süreci budur. Babamın dikkatini çekmem gerekiyordu. Ve oradan benim hobim, sezgilerim yavaş yavaş da bilinçli sanat enstitüsü hocalarımın desteğiyle bu yetenek tescillendi. Okula girince de doğrudan doğruya bu meselenin içine dâhil oldum.


Sanat insana ne katar? Sanat insana bir hafıza kazandırır. Bir yüceltilmiş beğeni kazandırır. Sanatın insana her zaman bir yüksek moral kattığını ve yaşamın sonsuzluğundan söz ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Müzikte de bu böyledir, resimde de ve tüm öteki sanatlarda. Zaten sanatın bizatihi kendisi bir arayıştır ve bir özgünlüktür. Tümel olarak baktığımızda sanatın hayata kattığı mesele budur. Benim sanat anlayışım şu; bana göre resim yapan birisi ressamdır heykel yapan birisi heykeltıraştır ama özgün bir şey yapan sanatçıdır. Sanatçı tüm bu unvanlardan ayrılır. Ötekisi bir meslek unvanı gibidir. Özgün bir şey yapan herkes sanatçıdır. Ben de bir sanatçı olarak her zaman yeninin peşinde oldum ve yaptığım şeyin teknik ve içerik bakımından özgün olması gerektiğini düşündüm.”
Bir konuşmasında, özgünlük kavramına getirdiği evrensel yorum dikkat çekiciydi. Kavramların genel geçer kimliklerini yok sayarak herkesin kendisine göre yorumlamaya kalktığı bir ortamda, o aydın tavrından asla geri adım atmayarak "Röprodüksiyon" ve "Etkilenme" nin ne anlama geldiğini herkesin anlayabileceği bir dilde aktarmıştı. Hatta sanatta etik kurullar var mıdır- olmalı mıdır, sorununa yaklaşımı, Hüsamettin Koçan’ın sanatçı aydın kişiliğini bir kez daha ortaya koyuyordu:


“Özgünlük kavramı kendine aitliktir. Ödünç alınmış şeylerle yalnızca eklektik olabilirsiniz. Özgünlük küçük nüans meseleleri değildir. Özgünlük büyük kopuştur. Büyük önermedir. Onun için ben ressam ve sanatçıyı ya da heykeltıraş ve sanatçıyı ayırıyorum. Sanatçı özgünün, teknik ve içerik olarak yeninin üreticisidir. Sanatçı kendisini de yenilemek durumundadır. Eğer bunu başaramazsa bir süre sonra kendi üslubunun sınırları içerisinde hapsolabilir. Eğer o tekrara düşerse kendisinin zanaatçısı haline gelebilir.
Bizim akademik eğitimde iki model vardır. Bunlardan biri olan Fransız modelinde ustayı takip edersin. Öğrenci büyük sanatçının yapıtlarını yeniden boyar, böylece rengi nasıl dönüştürdüğünü, formu nasıl ürettiğini tüm o ilişkileri ve plastik yapıyı öğrenir. Bu bir yöntemdir. Taklit ederek öğrenme yöntemidir. 


Bir de Amerikan modeli vardır. Bu model öğrenciyi yaratıcı sayar, öğrenciyi daha başlarken yaratıcılık süreci içerisine dâhil eder. Burada öğrenci taklitçiliği edinmeden, yaratmaya geçer. Bu sistem der ki aslında önemli olan yaratıcı potansiyeldir. Bu potansiyeli deneyerek açığa çıkarmak gerekir. Süreç içerisinde de mutlaka sanatçı kendi tekniğini kendi söylemine göre bulacaktır. 
Etik kurul meselesine gelecek olursak, bu tür kavramlar çok kuralcıdır. Bir eser özgünse özgürdür değilse değildir. Etik kurullar bir yapıtın taklitçilik yoluyla oluşturulduğu durumlarda devreye girerler ve bu yapıtın taklit olduğunu bildirirler. Bunun sanatla bir ilgisi yoktur. Eserin taklit olup olmadığını ölçerler. Sanat eserinde etik kurul işlemez, zaman işler. Yapay olanı özgün gibi kabul ettirmeye çalışanı zaman eler. Kimliksiz yapıtı tarihe kabul ettiremezsiniz. Elimizde kalan yalnızca en özgünleridir.”
Sanat camiasının olaylara ve olgulara yaklaşımı kadar, kavramları ötekileştiren bakış açılarıyla da karşı karşıya kalınıyor. Bunların başında da, yukarıda açıklandığı üzere, sanat, sanatçı, ressam vb. alaylı ve mektepli yaklaşımı. 


Tabii ki, eğitimin önemini yok saymak mümkün değil, ancak kendi çabasıyla sınırları aşan isimlerin olduğu da bir gerçek. Acaba akademisyen yönetici olarak uzun yıllar dünyada sanatın akışına katkıda bulunmuş bir ‘sanatçı aydın’ olarak Hüsamettin Koçan’ın sanatta alaylı mektepli tartışmasını ve yetenek-eğitim ikilemini nasıl değerlendirdiğini, merak etmemek olamazdı: 
“Sanat tarihine geri dönersek sanatta eğitimsiz insanların kendilerini kabul ettirebildiklerini görüyoruz. Yani orada bir tabu alan yoktur. Cesareti olanlar, tutunmak isteyenler bu işin içerisine girerler ve oradan adım adım ilerlerler. Eğitim tabii ki çok önemlidir, insanı avantajlı duruma getirir. Malzemeyi tanıtır, kültür verir, birikim oluşturur. Tüm bunların içerisinde insana bir yol verir ve alıp başını gitmeyi bile öğretir. Bunu öğretmeyen sanat eğitimi de zaten çok fazla etkili değildir. 

,
Yetenek tek başına yetmez. Akademik hayatımda gördüm ki benim çok yetenekli, becerikli, kıvrak öğrencilerim hiçbir şey yapmadı. Çünkü sanat yapmak için bir adanmışlığa ihtiyaç vardır. Sadece yalnız başınıza kalacak kadar kendinize yetmeniz lazım. Masumiyetinizin olması lazım. Sanat yapmak için çok çalışmak, yoğunlaşmak lazım. Konuyu tek merkez haline getirmek lazım. 
Bazıları der ki işin büyük kısmı çalışmak, çok küçük bir kısmı yetenektir. Benim elimde böyle bir ölçü yok ama ben yeteneği bir tutku başlangıcı olarak saydığım için asıl meselenin adanmışlık ve arzu olduğunu söyleyebilirim. Bunlar birbirini üreterek devam ettiriyorlar.”
Aslıhan Lodi’nin, Bir Dağda Mucize Yaratan Adam: Hüsamettin Koçan adlı kitabını okurken çalışmalarındaki ruhu daha yakından tanıma fırsatı bulduğumu söylemeliyim. Tarzını ve retrospektif geçmişini dikkate alarak söyleyebilirim ki, Hüsamettin Koçan iyi bir hoca olduğu kadar, Türk sanatında geleceğe kalacak sanatçılarımızdan da birisi. Monumental serisi, Osmanlı Serisi, Şaman Serisi bunlar izleyicinin belleğine kazınan büyük sergilere konu olmuş çalışmalar. Böyle olunca da sanatının oturduğu dinamiklerin irdelenmesi gerekiyor.  Özellikle sanat yolculuklarının başında olan genç kuşak için bu yönüyle ilgili değerlendirmeleri de bir ders niteliğinde oldu:


“Ben öğrencilerime hep şunu söylemişimdir özgün bir şey yalnızca sizin kendi hayatınızdan çıkabilir. Onun için kendi yaşamınızı ciddiye alın ve onu unutmayın, onu yenileyin. Herkes kendi başına bir kahramandır. Bir yüceltilmiş mitolojik kimliktir. İnsanın kendi hayatı, kendisine sunulmuş en geniş insanlık bilgisidir, en geniş kütüphanedir. Çünkü siz kendinizin her şeyini bilirsiniz. Kendinizden hiçbir şey saklayamazsınız. Onun için insan gerçeğini arıyorsanız kendinize yolculuk yapın.  Herkes kendi hikâyesini oluşturmalı ve bir anlam yüklemelidir. 


Sanat da özgünlük de bunun içinden çıkar. Ancak bu anlamı bulmak kolay değildir. Birikim olmadan kimlik olmaz. Kimliğinizi kendiniz geliştirebilirsiniz. İyi bir akademi, öğrencisine sen merkezdesin, senin tarihin, hayallerin merkezde deyip onun etrafına gerekli olan bilgiyi ve birikimi aktarmalıdır. Teorik bilgi birikimi olmadan, yaşama dair bilgi birikimi olmadan siz ne kadar yetenekli olursanız olun bir yere gidemezsiniz. Onun için tüm bunlar birlikte algılanmak zorundadır.”


Asıl öğretmenim, doğduğum coğrafyadır diyen bir sanatçıya resimlerinizin oluşmasındaki başat etmenlerin neler olduğunu bilmek heyecan verici olurdu. Bir de biz geleneği uzun süre algılayamadık aforizmasını ortaya atan bir ismin düşüncenin gücüne ne denli yakın olduğunu anlamak gerekiyor. Bu bir sanatçı aydının düşünsel başkaldırısı değilse nedir! En çok da Hüsamettin Koçan’ın bu aforizma ile sanatta kurgu gücü arasında nasıl bir bağ kurduğunu bilmek istiyor insan! 


“Benim sanatım önce Batı resminin değerleri içerisinde oluştu. Tekniği ve estetik yapıyı oradan aldık. Rönesans ustaları hep arkamızdaydı. Daha ilerici bir çizgi için Meksika'daki bir dönem siyaseti de etkileyen Orozco’lar, Rivera’lar öndeydi. Kamusal alan meselesi öndeydi. Tüm bunları yan yana getirdiğimizde, bizlerin batı kültürüyle donatılmış insanlar olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu önemli bir şey elbette. Ama bu içinden geldiğiniz kültüre sırtınızı çevirmenizi gerektirmiyor. 


Bizim sahip olduğumuz binlerce yıl derine giden bir Anadolu kültürü var. Anadolu coğrafyasında insanlık bir sürü kültüre alan açmıştır. Ve her gelen kültür yine bu imkânı bulabilmiştir. Anadolu kültürü müthiş bir kültürel trafik ve konaklama alanıdır. Sanatın ve kültürün dölyatağıdır. Bu birikimdeki insanlık uğraşısını çok fazla bilmeden, sadece batı kültürünü, İtalyan kültürünü öğrenerek sanatçı olma doğrultusunda yeterli donanımı elde edemezsiniz. Onun için benim öznem uçan bir özne değil. Biz uzun süre sanat tarihinde öğrendiklerimizin kopyasını yaptık. Kopya yapmak bir döneme, sürece ait bir yöntemdir. Ama kopyayla sanat yapılmaz. Özgünlük kendi yaşamınızdan ve deneyimlerinizden çıkmaktadır.” 


Hüsamettin Koçan’a sanatçı ve akademisyenler arasında farklı bir yer açan önemli başarılardan birisi de, kısa zaman aralığında uluslararası kabul gören: BAKSI Müzesi var! Baksı için yaptığı ‘Baksı aslında küçük bir kafa tutmadır!’aforizmasını güçlendirecek yeni bir yaklaşım oluştu mu zaman içerisinde onu da bilmek gerekiyor.  


Müze düşüncesi ve memleket tutkusu üzerine düşüncelerini okudukça, kendimi sormaktan alamadığım soru; bunların bir sanatçı aydın sorumluluğu-entelektüel tepki mi olduğu! Zorlu coğrafyanın çocuklarının başarıları da zorlayıcı olduğunu kendisinden öğreniyoruz:
“Bu yoruma biraz daha iddia katmak istiyorum. Baksı büyük bir kafa tutmadır.  Anadolu'nun hem birikiminden hem de güncel yaşamından çıkmıştır. Baksı gurbetten, sosyal erozyondan, bir Anadolu düşünden çıkmıştır. Baksı, üst kültür/alt kültür sınırlamasının ötesine geçmiştir. Bir istihdam yaratmıştır. Ve bunun için ne Baksı ne çağdaş sanattır ne modernizmdir ne de etnografyadır. Baksı bunların hepsidir. 
Bizim insana bakışımızda yer alan özgünlük sayesinde uluslararası ortamda ödüllere layık oluyoruz. Biz insanoğlunun hangi şartta olursa olsun yaşama tutku katma çabası olduğuna inandık. Sanat zaten bu tutkunun eseridir. O nedenle de biz tüm sınırları kaldırdık ve insanın bu yüce çabasını izleyiciyle paylaşmak istedik. Baksı’ya gittiğinizde video sanatı da kilim de çömlek de görürsünüz. Günümüzün en ileri düzeyde minimalize olmuş seramiğini de fotoğrafını da görürsünüz. Orası bir insanoğlu deneyimler dünyasıdır. İzleyici bunların içerisinde kendine ait olanları tartışarak belli bir estetik bilinç oluşturacaktır. 


Müzeler çok empozen kuruluşlar olmasına rağmen Baksı da bu tavrı görmezsiniz. Bizim tavrımız izleyiciye şans vermek, alternatif sunmak, izleyiciyle bir olmaktır. Onun için Baksı, bu anlamda büyük bir kafa tutmadır. Tabii biz daha çok kalıplarla düşünen bir gelenekten geldiğimiz için bu iş Türkiye’de başlangıçta pek doğru algılanmadı. Baksı bu kalıpların dışında kaldığı için önce batılılar bizi çok beğendiler, şimdi yavaş yavaş yerelin beğenisini kazanıyoruz. Baksı sadece doğduğu coğrafya açısından değil, tüm bu söylediğim değerler açısından dünya müzeciliğine ilham veren bir avangarttır.”


Türk sanatında sanatçının köken kültürden beslenip evrensel değer yaratmasının yaşayan başarılı örneklerinden birisi. Özellikle ayağına batan dikenden- Baksıya uzanan süreci denektaşına dönüştürmesi, adeta öykülerden oluşan zengin bir romanın sayfalarında gezinmek kadar ufuk açıcı. 
Bu yanıyla sanatçı kişiliğini besleyen güçlü bir edebi algısı olduğunu da belirtmeliyim. Kendisini anlatırken, içine doğduğu kültürün, dil ve betimleme zenginliğinin de bilincinde yorumluyor Hüsamettin Koçan yaşamı: 
“Ayağımdaki diken hikâyesi benim Baksı’da açtığım ilk kişisel sergimin öyküsüdür. Ben o mekânla yıllarca mücadele etmiş, o coğrafyayı tanıyan, o coğrafyaya tutkulu birisi olarak öykü üzerinden bir bağlantı kurmak istedim. Böylece o ilk sergide anılarım, deneyimlerim ve keşkelerim devreye girdi. Bunun içerisine gurbeti ekledik. 


Bizim tandır diye bir kültürümüz vardır. Herkes onun etrafında yemek pişirir, masal dinler, uyur, rüya görür, herkes onun etrafında yaşar. O sergide tandır için yüksek ayaklı bir iskemle yaptık. Masanın ayakları 4 metreyi buluyordu. Sofralardan oluşmuş bir sonsuzluk, bir gurbet yolculuğuydu bu. Hiçbir zaman dolmayan bir sofra, çünkü ben o orijinal sofrayı delik deşik ettim. Ve onları üst üste koydum. Birbirinden etkilenen ve birbirini destekleyen bir sonsuz yol oldu. 


Nitekim bizim gurbette öyleydi. Hiç bitmeden devam etti. Gurbetin getirdiği hüzünler, endişeler, kayıplar, yabancılaşmalar vardı. O öykülere de gönderme yapmak için ben o sofraları yaktım. Onun için kavruktur bizim gurbet öykümüz. Karnelerimizi, umutlarımızı koyduk oraya. Şimdi o on yıllık deftere baktığımız zaman, bizim gördüğümüz şey şudur; orada umutlar vardır ve oradaki insanların büyük bir kısmı şimdi hayatta değildir. Hayatın savrulmasıyla ilgili bir ayna tutmaktı o sergi. Ayağımdaki diken sergisi benim içimde kalmış, bastırdığım pek çok şeyin itirafı olsun istedim.  Onun için o sergiyi yapmış olmak benim için çok önemlidir.”

*Sanatçı-Yazar