Türkülerimiz ve Şarkılarımız

Kültür

                                             Türkülerimiz ve Şarkılarımız

Bazı şarkılar, türküler vardır müziğiyle, sözüyle uyumlu, ne anlatmak, ,hangi duyguyu vermek istiyorsa direkt onu anlatır, onu ifade eder. Bunlar melodisiyle, sözüyle, yani kelimenin tam karşılığı özü, sözü bir, tutarlı şarkılar amiyane tabirle delikanlı şarkılar, türkülerdir.

Daha şarkının girişinde bas gitarın telinden, zannedersiniz ki yüreğinizin bam teline basılmış gibi öyle bir melodi çıkar ki daha şarkı sözü girmeden birazdan başınıza ne geleceğini hissedersiniz ve yüreğiniz cenderede sıkışmış gibi acı duymaya, dudaklarınız titremeye başlar, yüreğinizdeki tüm duyguları ayağa kaldıran o bas gitar girişinden sonra berrak mı berrak, billur gibi saf, çağlayan gibi güçlü, ciğerinden gelen sesiyle Edip Akbayram’ın;

’Dağlar dağladı beni, gören ağladı beni,gitti canım gelmedi, derde bağladı beni….. Dağların arkasından öldüm yar sevdasından, bilseydim ayrılık var giderdim arkasından…’’

sözlerini duyarsınız. O an sağ gözünüzün hemen sağından iki damla gözyaşı şakağınızdan yanaklarınıza süzülür ve siz buna engel olamazsınız. Durup dururken gözünüzden süzülen o iki damla gözyaşının neden süzüldüğünü de anlayamazsınız.

Misal, Ferdi Özbeğen’nin piyanosunun başında o buğulu sesiyle söylediği ‘’Dilek Taşı’’ şarkısını dinlerken, eğer ki melankolik bir ruh âlemindeyseniz, sevdiğiniz ile aranızda bir nebze sıkıntı varsa ya da aşk acısı çekiyorsanız hiç şansınız yok eliniz istem dışı sigara paketine uzanır ve hemen küllükte hala yanmaya devam eden diğer sigaraya rağmen, bir sigara daha yakar, efkarlı, efkarlı tüttürmeye başlarsınız.

O şarkının sizi götürdüğü yeri düşünürken, hemen evde ne varsa, maddi durumunuza, zevkinize göre, belki bir bardak dolu, dolu buzlu viski, belki bir parça beyaz peynire eşlik eden çay bardağında rakı, belki birkaç tuzlu fıstıkla buz gibi bira sizin derdinize, aşk acınıza yarenlik eder. Baktınız ki bu aşk acısını dindirmek için içecek bir şey yok, mutlaka her evin buzdolabında bulunan ateş düşürücü calpol şurup içersiniz ki gönlünüze düşen ateşi söndürebilesiniz.

Diyelim ki böyle bir durumunuz yok, gayet mutlusunuz, çoluk çocuk ekmeğini kazanmış evin önünde bir arabanız, bankada yetecek kadar paranız ve mutlu bir ilişkiniz var ya da sevdiğiniz bir kız arkadaşınızla hiçbir problem olmadan yaşıyorsunuz, hiç fark etmez bu şarkıyı ya da böylesi şarkıları duyunca insanın içini birden hüzün kaplar, n’oluya nedir bu kalp sızısı dedirten ve aynı aşk acısı çeken yukarıdaki arkadaş gibi hemen eliniz sigaraya giderken yanında da içecek bir şey aramaya başlarsınız.

Yine kendi halinde oturmuş iç dünyanızda yolculuk yaparken radyodan bir türkünün girişini duyarsınız, o gelen ezginin tınısından, Kenan Usta’nın maharetli ellerinden çıktığı belli, teknesi dut, göğsü köknar ve sapı gürgen ağacından el emeği ile vücuda getirilmiş divan sazının telleri arasından yayıldığını hemen anlarsınız da, anlayamadığımız şey, o büyülü seslerin hangi dağlanmış yürekten süzülüp de o tellerde hayat bulduğudur.

 O muhteşem ezginin arkasında, iç dünyasında, hikayesinde neler yaşandığını, hangi ayrılık acısının yaşandığını hemen yüreğinizde hissedersiniz, daha sözler gelmeden. Ve o ayrılık acısını yaşamış, o acıları sazının telleri arasında türküye dökmüş Neşet Ertaş’ın bozkırın sessiz çığlığı gibi bozlak türünde türküsünün ;

‘’ Cahildim dünyanın rengine kandım  hayale aldandım, boşuna yandım, seni ilelebet benimsin sandım, … Evvelim sen oldun ahirim sensin…….Göğnüm inanmıyor ayrıldığına, Göz yaşım sen oldun, kahirim sensin… Garibim can yıkıp gönül kırmadım, senden ayrı ben bir mekan kurmadım, daha bir gönüle ıkrar vermedim… evvelim sen oldun, ahirim sensin’’

 sözlerini duyduğunuzda ise zaman bir an için durur ve o türkünün sözlerini yüreğinizde hissetmeye çalışırsınız.

 Sosyal statünüz ne olursa olsun, hangi mekanda yaşıyorsanız yaşayın o ezgi sizi, gri bulutların tüm kasvetiyle havayı sardığı kurşun gibi ağır havada, hafiften yağan yağmurun Haliç’in kıyısında derme çatma bekâr odasının naylonla kaplı penceresine vurduğu bir ortama ya da Ankara’da erken kararan bir kış günün akşamında Kale’nin güney yamacında iç karartan mozaikten dar merdivenlerle çıkılan üçüncü katta, 50 mumluk ampulün aydınlatamadığı karanlık uzun koridorun sonundaki, penceresinden Çankaya, Dikmen sırtlarındaki evlerin kar yağışından beyaza bürünmüş çatılarını gören Rençber Han’ın o küçük odasında, kireçle badana yapılmış duvarındaki çiviye asılmış ceket ile boyasız somyanın üzerinde divan sazının olduğu, Ulus’tan Kale’ye kadar o karlı yollarda ıslanmış bir çift yıpranmış ayakkabının kurusun diye, talaş yakılan saç sobanın altına bırakıldığı, tütmüş olan sobadan hissedilen kesif bir nemli talaş kokusu ve ardı ardına içilmiş filtresiz Bafra sigarasından duman altı olmuş bir ortama götürür.

Bu anlatmaya çalıştığımız şarkılar özü sözü bir delikanlı şarkılardır dürüsttür, ne anlatmak istiyorsa direkt anlatır, ama bazı şarkılar vardır ki hiçbir açıklamaya, anlatıma, felsefeye uymaz gibidir.

Lise çağlarında 80’li yıllar İzmir’de düğün sezonu yaz aylarında başlardı, o yılların bir alışkanlığı olan sokak düğünleri bir hayli revaçtaydı. Düğün sahibini tanı tanıma hiç önemli değil gider düğünü izlerseniz kimse de bir şey demezdi. Sosyalleşmenin en iyi yollarından biriydi desek çok da abartmış sayılmayız. Gençler eğer ki hoşlandığı bir kız falan varsa bu düğünler bulunmaz fırsatlar tanırdı genç âşıklara.

Bu düğünlerde önce dans müziği çalar sonrasında 8/9’luk oyun havalarına geçmeden önce gelen misafirleri ortama ısıtmak amacıyla orkestra tarafından ufaktan ufağa oynak şarkılara geçilirdi. O yılların moda şarkısı çalmaya başladı mı gençler yerinde duramaz ellerindeki sigarayı şık bir el hareketiyle fırlatır ve kendilerini oyun pistinde bulurlardı.

 Özellikle o yılların moda şarkısı Gülden Karaböcek’in ‘’ Sürünüyorum’’ hızlı ritimli şarkısı çalmaya başladığında, o gençler eğer ki arka tarafta da bir iki birayı yuvarlamışlarsa, değmeyin keyiflerine, kendilerini hangi motivasyonla oyun alanına attığını bilemediğimiz bu gençler oyun pistinde yapmış olduğu figürler ile bilinç katmanlarını birer birer aşar ve her bilinç katmanını aştığını, diğer katmana geçiş yaptığını o uyumsuz hareketlerinden anlardınız ki en son şuursuzluk, yerçekimsizlik ortamına ulaşılınca ne o, ne de onu seyredenler artık olayı anlayabilecek duruma gelirlerdi. Gerdan kırmalar, kalça atmalar, omuz, kol hareketleri arasında ki uyumsuzluk had safhaya ulaşır ve bu müthiş figüratif hareketlerle bezenmiş oyun, müziğin sona ermesiyle zor da olsa yavaş yavaş sönümlenirdi.

Bir önceki örnek verdiğimiz özü sözü bir şarkıların tutarlılığını bu şarkılarda aramanızı hiç tavsiye etmeyiz, bulmanız neredeyse imkansızdır. İnsanları dans pistinin ortasında şuursuzca oynatacak kadar hızlı, ritimli melodiye sahip bu şarkıların sözlerinin sakin bir ortamda dinlediğinde neredeyse ciğeriniz parçalanacak kadar acı, hüzün, sıkıntı verdiğini görürsünüz, eee bu kadar insanı sıkıntıya sokacak kadar elemli, hüzünlü sözlere sahip bu şarkılar nasıl oluyor da insanların bilinç ötesi ortama sokacak kadar oynatıyor ?

Sokak düğünlerinde gençlerin şuursuzca oynadıkları Gülden Karaböcek’in bestelediği  ve seslendirdiği  ‘’Sürünüyorum’’ şarkısının sözlerini yazan arabesk şarkılarının en önemli söz yazarı ve bestekarı ülkenin en önemli sanatçılarından Zeki Müren, Emel Sayın, Müslüm Gürses, Orhan Gencebay ve Bülent Ersoy'un da aralarında bulunduğu birçok ünlü ismin şarkılarını yorumladığı ve duyduğunuz zaman ‘’hadi canım bu şarkıyı da mı Ali Tekintüre yazıp bestelemiş ? ‘’ dediğimiz Ali Tekintüre, acaba sabahlara kadar kim bilir kaç paket sigara eşliğinde yazdığı sözlerle bestelenen şarkıların oyun pistlerinde gerdan kırılacağını hiç düşünmüş müydü acaba?

Köyün her işine koşan güçlü, kuvvetli köy ahalisi tarafından da çok sevilen Sefer, 1924 yılında o zamanlar Ankara’nın bir ilçesi olan Kırıkkale’nin Cin Ali köyünde doğar, 20 yaşına kadar köyde elinin değmediği, yardımın dokunmadığı insan kalmaz. Seyfli Köyünden Hatice’ye sevdalanır ve onunla mutlu bir yuva kurmak ister. Ailesi Sefer’in bu sevdasına kayıtsız kalmaz ve Hatice’yi Allahın emri Peygamberin Kavliyle ailesinden isterler. Önce söz kesilir ve ardından güzel bir köy düğünüyle Sefer ve Hatice muratlarına kavuşur ve dünya evine girerler.

Mutlu bir yuva kurmuş olan, civan gibi gençliğinin baharında delikanlı Sefer, II. Dünya Savaşı’nın olanca hızıyla devam ettiği, yoksulluk günlerinin en ağır hissedildiği zamanlarda o yılların amansız ve çaresiz hastalığı olan vereme yakalanır. Hekimlerin elinden bir şey gelmez ve Sefer daha da rahatsızlanır ve biçare halde tedavisine devam etmek için Ankara’ya yola koyulurlar.

Sefer ve bahtsız sevdalısı Hatice, tedavi olmak için geldikleri Ankara’da daha hastaneye bile ulaşamadan o yıllarda her tarafı bağlarla bezeli Ankara’nın yamaçlarındaki bir bağda, Sefer daha fazla direnemez ve Hatice’sinin kollarında hayata ve sevdalısına doyamadan, 20 Haziran 1944 senesinde gözlerinde kalan son görüntü gözü yaşlı Haticesi olarak bu dünyadan göçer.

O yıllarda insanlarda daha fazla dayanışma, yardımlaşma ve acılara ortak olma duygusu varmış ki Sefer’ini kaybetmesinin acısını yıllarca içinde tutan Hatice’ye köy halkı her zaman destek, acısına, yasına ortak olur. Hatice ve Sefer’in bu acı hikayesine toplum vicdanı da dayanamaz ve onların bu hikayesi türkülere mal olur, yakılan bu acı türkü dillerde ve yüreklerde hüzünle söylenir olur.

Bozkırın ortasında Kırıkkale’nin Keskin ilçesine bağlı Hacı Ali Obası köyünde yokluğun içinde müzisyen bir babanın oğlu olarak 1941 yılında dünyaya gelen Abdallık kültürünün en önemli temsilcilerinden ancak bir Neşet Ertaş kadar adı duyulmayan Seyit Çevik dünyaya gelir. Müzikle yoğrulan, bozlak ile pişen vücudunun bir organı gibi kullandığı kemanıyla farkını ortaya koyan ve o kemanın dört telinden inanılmaz yürek sızlatan nağmeler, ezgiler çıkaran ve diğer önemli bir değerimiz Hacı Taşan’ın tedrisatından da geçen Seyit Çevik gün gelir Sefer ile Hatice’nin dillere düşmüş yanık türküsünü kemanıyla yeniden derler ve hak ettiği değere kavuşmasını sağlar.

Merhum Seyit Çevik’in kemanıyla hayat verdiği ve insanın yüreğini sızlatan türkünün sözlerini duyunca, ‘’ hadi canım ben bu acıyla yoğrulmuş, ölüm ile sevdaları son bulmuş bu iki genç aşığın vicdanlarda açtığı yara ile mi neşelendim de oyun havası şeklinde oynadım’’ dedirtecek türden insanı şaşırtabilir. 

’   İp atım ucu kaldı da, darazda gücü kaldı Ben sevdim eller aldı İçimde acı kaldı,

  Ankara’nın bağları da, Büklüm büklüm yolları Ne zaman sarhoş oldun da Kaldıramıyon kolları

  Almayı yüke koydun da Ağzını büke koydun, Aldın yari elimden Boynumu büke koydun…’’

 

İnsanların yaşadığı acılara yakılmış olan türküler nasıl oluyor da boyut değiştirip oyun havasına evriliyor anlaşılır gibi değil. Muhtemeldir ki, gece eğlencesinin pavyon alt kültürüne boyun eğmesi, yozlaşan kültürün ve talep eden kitlenin bunu fark edemeyecek kadar lümpenleşmesi gibi etkenler olabilir. Bu olguyu sosyologların ve hatta müzikologların, müzik sosyologlarının cevaplaması gerekir diye düşünüyorum.

Ağıt şeklinde yakılmış, çok acı travmatik hikayelere konu olmuş türkülerin başına gelen bu durum ne yazık ki daha bir çok türkümüzün başına gelmiştir. Misal olarak bir Ankara türküsü olan ve sevdiği gencin öldüğünü zannedip Misket ağacından düşüp ölen Hayriye ile Osman’ın acıklı hikayesi için yakılmış Misket Türküsü, ayrıca genel olarak tartışmalı bir hikâyeye göre 1315 doğumlu gençlerin bir daha dönmemek üzere gittikleri Çanakkale Savaşı için yakılmış bir Tokat türküsü olan Hey Onbeşli, ya da Sivas Şarkışla yöresine ait yine hicranlı ve kavuşamayan iki aşığın türküsü olan Hacelovası Türküsünü örnek olarak verebiliriz.

 Haaa denebilir ki türkülerle oyun oynanamaz mı? Halk oyunlarının birçoğu türkülerle yaşam bulmuştur. Ama sözüyle melodisiyle uyumlu türkülerle oynanan ve acı hikâyelere konu olmuş Ege Türkülerinden zeybek oyunlarını örnek verebiliriz. Çünkü zeybeğe eşlik eden o türküler yakıldığı anda zeybeğin bir yareni olmuş ve o zamandan beri anlam, boyut değiştirmemiştir. Ormancı, Çökertme, Harmandalı, Kostak Ali Zeybeği, Kerimoğlu Zeybeği, İzmir’in Kavakları gibi türkülerle oynanan zeybekler türkünün ruhuna uygun, ağırbaşlı bir edayla oynanan figürleriyle, zeybeği oynayan efelerin gururlu, metanetli onurlu duruşlarıyla o türküye sunulan bir saygı ritüeli gibidir.

Efelerin ağır başlı figürleriyle oynadıkları zeybeği bir oyun gibi değil de ibadet vecdiyle yapılmış bir ritüele ya da transa geçmiş bir şamanın ibadetine benzetebiliriz. Yoksa nasıl bir insan, Belen kahvesinde kendini bilmez ormancının, bir hiç yüzünden çıkardığı kavgadan dolayı biri, geride 25 yaşında gencecik ve bu dayanılamaz acıdan dolayı ileride akli dengesini kaybedecek bir eş ve üç çocuğunu biçare bırakıp mezara giderken, diğer genç ise can dostunu kazara vurmasının vicdan azabıyla, yıllarca düştüğü kodeste kahrolmuş, birbirinin can dostu iki gencin acıklı dramı için yakılmış türküyle kendinden geçecek kadar şuursuzca oynayabilir ki?

Osmanlı’nın son dönemlerinde II. Abdülhamit zamanında çökmüş olan ekonomi için kurulmuş ve devletin tüm gelirlerine el koyan Duyunu Umumiye’nin ülkede vergi toparlayabilmek, köylünün ürettiği tütünü ucuza kapatmak ve başkasına sattırmamak için yerli halktan oluşturdukları silahlı vergi toplayıcılar olan Kolculardan, sevdalısı Çakır Gülsüm ile Çökertme’den (Yalıkavak) tekneyle kaçarken pusuya düşürülüp yakalanan ve yaralı haliyle Kaymakamlığın bahçesinde saatlerce susuz bırakılan, gece çökünce de kaymakamın emriyle işbirlikçi kolcular tarafından boğularak öldürülen Halil için, insan nasıl gerdan kırıp kendinden geçercesine oynayabilir ki? Türkü yakılan efelerin kahraman kişiliklerine uygun ağırbaşlı, zeybek oynayanların yapmış olduğu figürler bir eğlencenin değil o kişilere duyulan saygının bir ifadesidir.

Olur da ilk kez ve hikayesini dahi bilmediğiniz bir Kostak Ali Zeybeğini izlediğinizde; adına yakılmış türkünün tüyler ürperten ezgisini ve ağır aksak oynanan zeybeğin figürlerinden Kostak Ali Efe’nin kız kardeşinin düğününe öldürüleceğini bile bile gitmesini ve yolda kurulan pusuda bacağına aldığı derin yaraya rağmen düğüne gidip davullar eşliğinde bir kartal gibi kollarını açıp ağır yaralı bacağını sürüklüye, sürüklüye oynamasını tüm benliğinizle içinizde hissedersiniz. Bu bir oyun değil, adına türkü yakılmış zeybeğin ölüme doğru koşmasının, ömrünün geriye kalan saatlerinin nasıl sona ereceğinin izleyenlere acıklı bir teatral sunumudur.

 

Foto Galeri

Yorum

Muzaffer Aydemir (doğrulanmamış) Pa, 14 Temmuz 2024 - 23:53

Sn Zümrüt kültürümüzün bilinmeyen yönlerini türkülerimiz üzerinden detayları ile açıklamış. Yoğun emek gerektiren yazısı ve katkısı için teşekkürler

Tahsin (doğrulanmamış) Pt, 15 Temmuz 2024 - 08:21

Türküler bizi hem zaman yolculuğuna götürüyor hemde bu hikayeleri okurken o dönemde yaşananları ve bu türkülerin nasıl ve kimler tarafından anlatıldığını çok güzel anlatmışsın çok güzel bir yazı

H. KORKMAZ (doğrulanmamış) Pt, 15 Temmuz 2024 - 12:27

"Bahça Duvarından Aştım" türküsünü dinlerken hep sözlerin anlattığı duyguyu melodinin başka bir duyguya evirdiğini düşünmüşümdür. Daha nice türküde olduğunu detaylandıran yazın için teşekkürler kardeşim..

HÜSEYİN GÜRSOY (doğrulanmamış) Pt, 15 Temmuz 2024 - 13:43

Sayın ZÜMRÜT elinize, kaleminize sağlık. Muhteşem tahlillerle o kadar güzel yazmışsınız ki yüreğime işledi. Bu değerleri unutmamak adına yazınız için kutluyorum.

İbrahim (doğrulanmamış) Pt, 15 Temmuz 2024 - 14:42

Türkülerimizin kimliksizleştirilmesi diyebiliriz miyiz bu dönüşüme?
Ne zaman başlıyoruz, bu ağıtlara kulak vermek yerine, oyun havasına dönüştürüp sahnede kolları havaya kaldırıp, parmakları şakırdatmaya, göbeği yukarı aşağı, kalça sağa sola attırmaya? 70'li yılların batıya özenip yabancı dildeki şarkıların aranjmanıyla gece kulüplerinin, gazinoların yoluna teşviki mi kabul edelim. Yoksa 80 'li yılların arabeskin yasaklanmasıyla Piyanist, Şantör akımının zirve yaptığı söze, öze bakmaksızın her dinleyenin sahneye davet edildiği 90'lı yıllara mı? Her ne kadar özgün müzik adı ile bu furyaya karşı direniş olsa da apolitize olmuş bir gençlikte tutunamaması, benim memurum işini bilir anlayışının tüm topluma sirayet etmesiyle kısa yoldan köşeyi dönme anlayışının egemen olması ne yazık ki tüm kültürü, tüm değerleri bitiriyor. 2000'li yıllar zaten milli ve toplumsal değerlerin tamamen dönüştürülmeye çalışıldığı dönem, bırakın özümüze dönmeyi neredeyse geçmişimizden, özümüzden şüphe eder hale getiriliyoruz, dönüştürülmemiz her alanda olduğu gibi türkülerimizde de düşünmekten, anlamaktan, empati yapmaktan alıkoyuyor bizleri.
Yok saymak, düşünmeden sahneye fırlamak en kolayı.

Şenol, devrem emeğine sağlık. Yine "Tam yerine geldik, manzara koyduk" misali enfes bir derleme olmuş. Bu arada Levent Kırca'yı da anmış olduk sayende.
TEŞEKKÜRLER.

Muharrem Eyüboğlu (doğrulanmamış) Pt, 15 Temmuz 2024 - 16:04

Sn. Zümrüt kaleminize sağlık. Yurdun birçok yerinde yakılan türküler aslında büyük dramları hatta trajedileri anlatır. Ordu'dan Hekimoğlu; Diyarbakır'dan Malabadi Köprüsü aklıma gelen birkaçı. Keşke gençlerimize de Anadolu'da yaşanan bu acıları bir şekilde anlatabilsek. Teşekkür ediyorum..

Emin İmer (doğrulanmamış) Pt, 15 Temmuz 2024 - 18:15

Şenol Abi kültürümüzü bu yönden değerlendirmeniz şahane olmuş elinize ve emeğinize sağlık 🙏

Tuncay (doğrulanmamış) Pt, 15 Temmuz 2024 - 21:48

Müzik evrensel de olsa kendi dilin ve kültürün de yapılmış eserler bir başka... teşekkür ediyorum hatırlatma için.

Fikret Aydın (doğrulanmamış) Sa, 16 Temmuz 2024 - 02:02

Dinlediğimiz ezgi, t0rkü, şarkıların anlamını çok güzel anlatmışsın. Kalemine sağlık.

Nesrin (doğrulanmamış) Sa, 16 Temmuz 2024 - 22:40

Her satırını keyifle okuduğum bu yazınızda her zaman ki gibi bizi bilgilendiren, düşündüren içeriği çok kuvvetli, çok hoş ve çok akıcı muhteşem bir derleme olmuş. Emeğinize sağlık. Teşekkürler

Gül Uğur Gökdoğan (doğrulanmamış) Per, 18 Temmuz 2024 - 10:18

Akıcı bir dille yazdığınız yazınızı ,bir solukta okudum.Konu Türkülerimiz,şarkılarimiz olunca da tabi ki,bilmediğimiz,yanlış yorumlayıp coştuğumuz ağıt ve sözlerimize bir kez daha hüzünlendim.Sigarayı bırakan biri olarak,sigaraya sarılmadan da duygular aktarılabiliyormuş,onu da göstermiş oldunuz.Tebrikler

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.