Sinemada Pandemi Sarsıntısı

Adettendir yıl biterken geriye dönüp geçen zamanın muhasebesi yapılır. Ben de sinema açısından neler olup bittiğine dair aldığım bazı notları sizlerle paylaşmak istedim. Pandemi sonrası salon doldu mu? Aklımda yer eden filmler, dijital platformlarda ne var ne yok başlıklardan bazıları…
Gösteri Sanatları

Sinemada Pandemi Sarsıntısı 

Gülcan Tezcan 

Pandemi sürecinde sancılı günler geçiren sinemamız Temmuz ayında yasakların kalkmasıyla yeniden seyircisiyle buluştu. Ancak salgından önce başlayan sinema seyircisinin dijital platformlara göçü evlere kapandığımız süreçte daha da hız kazandı ve seyir alışkanlıklarını da kökünden değiştirdi. Bunun en somut göstergesi sinema salonlarının eskisi gibi dolmayışı. 

2018’de yapımcılar ve dağıtımcılar arasında başlayan kriz zaten ciddi anlamda seyircinin tercihlerini dijital platformlardan yana kullanmasına kapı aralamıştı. Pandemi sinema sektörünün yapısal sorunlarını daha da görünür hale getirdi. 

Türkiye’de sinema sektöründe kurumsallaşmanın olmayışı, endüstrileşmenin gerçekleşmemesi pandemide salonların kapanmasıyla tabloyu daha da ağırlaştırdı. Rakamlarla konuşmak gerekirse sinemalar, normalleşme sürecinin başlamasıyla bu yıl 8 milyon 814 bin 927 seyirci ağırladı. Geçen yıl 17 milyon 415 bin 304 olan bu rakam, 2019 yılında 59 milyon 556 bin 20 seyirci olarak kaydedildi. Son 10 yıl içerisinde en yüksek sinema seyircisi 2017 yılında 71 milyon 188 bin 594 ile kayıtlara geçmişti. 2013 yılından 2019’a kadar sinema seyircisi 50 milyonun altına inmezken, son iki yılda büyük düşüş yaşandı. Hâsılat olarak bakıldığında ise en yüksek tutar 980 milyon 410 bin 567 TL ile 2019 yılında kazanıldı.

Pandemi sonrası yeni normallere dönüş için belirlenen takvime uygun olarak sinema salonları Temmuz ayında film gösterimlerine başladı. O tarihten itibaren 2021 yılı içerisinde en fazla seyirciye ulaşan film 959 bin 885'le Hızlı ve Öfkeli olurken, Venom: Zehirli Öfke2 665 bin 271, Akif ise 632 bin 580 seyirci sayısı ile ilk üçte yer aldı.

Sinema seyircisi haklı olarak eskisi gibi sıklıkla salonda film izlemiyor. Neredeyse bir film fiyatına üye olabileceği dijital platformlardan daha çok ve çeşitli içeriklere ulaşabiliyor. Elbette perdede seyir zevki daha yüksek olan yapımlar için halen sinema salonları tercih ediliyor ancak ev sineması sistemlerinin yaygınlaşması ile uzun vadede buna da ihtiyaç duyulmayacak. Hele de yakın bir gelecekte hayatımızı kuşatacak olan metaverse dünyası zaten sinema deneyimini çok başka boyutlara taşıyacak. Dolayısıyla yol yakınken sinema salonlarının seyirciyi ellerinde tutmak için çareler bulmaları gerekiyor.

zorbatv.dergi

 

 

Modern İnsanın Kapitalizmle İmtihanı

Hazır yılın değerlendirmesine başlamışken bu sezon izlediğim ve hayli etkilendiğim iki filmden bahsetmek isterim size. Tunç Şahin’in senaryosunu yazıp, yönettiği İnsanlar İkiye Ayrılır nedense sessiz sedasız gösterildi ve üzerine de pek konuşulmadı. Evet, çok daha güçlü bir anlatım olabilse daha çok dikkat çekebilirdi. Hele de başrollerindeki iki kadın oyuncunun şu an en çok izlenen dizilerde de yıldızının parladığı düşünülürse. Ama olmadı, olamadı. Çünkü film esaslı bir sistem eleştirisi yapıyor. Bankaların insanları nasıl kredi çekmeye ‘ikna’ edip hatta zorlayıp sonra o kredi borçları ödenemez hale gelince nasıl aracı kurumlar üzerinden daha da dibe çektiklerini konu alıyor. 

zorbatv.dergi

Oyunculuklar oldukça iyi. Hikâye çok cazip. Ne ki böyle güçlü malzeme veren bir hikâye oldukça ağır bir tempoda ilerliyor. Polisiye ve gerilime bu kadar alan açan iyi bir fikir heba edilmiş. Hollywood yapımı olsa kesinlikle soluksuz izlenebilecek bir iş ortaya çıkardı ondan da eminim. Yine de şehirli, modern insanların açmazlarını konu alan bu türden yapımların varlığı çok önemli ve değerli. Modern insanların açmazları derken 90’lar sinemacılarının saplanıp kaldıkları bunalım filmlerini kast etmiyorum. Yaşayan, gerçekçi, seyircinin hayatında da yansımaları olan hikâyeler eminim daha çok karşılık bulacaktır. İnsanlar İkiye Ayrılır bu anlamda önemli ve değerli bir iş. 

 

 

Yurdum İnsanını Merkeze Alan Bir Helalleşme Hikayesi

Bu yıl ülkemizin Oscar Adayı olan Semih Kaplanoğlu’nun Bağlılık Hasan filmi de 2021’in iz bırakan yapımlarından hiç kuşkusuz. Bağlılık üçlemesinin ikinci filminde insana dair bir meseleye irfanî bir bakış açısıyla yaklaşan Kaplanoğlu, hırsları ile hem kendini hem de dünyayı tüketen insanoğluna ayna tutuyor. Anadolu’da çiftçilik yapan Hasan, aile mirası olarak hak ettiği tarlaları onlarca insanın ekmek teknesidir aynı zamanda. Çocukluğunun saf ve temiz günleri tam anlamıyla terk etmemiştir kahramanımız Hasan’ı ve rüyaları aracılığıyla onu aslına çağırır sürekli.

zorbatv.dergizorbatv.dergi

Buraya kadar sorun yok gibi görünse de Hasan’ın gerçekte neyi ne kadar hak ettiği hikâye ilerledikçe daha da netleşir. Her hak helal midir, hırslarımız bizi nasıl kolayca kötülüğün tuzağına düşürür? Helalleşmek nedir ve nasıl mümkün olur? Peki ya kendimizle yüzleşmek kolay mıdır? Film, cevap vermekten ziyade sorularla baş başa bırakıyor seyirciyi. Kaynakları giderek azalan dünyada, kapitalizmin değirmenine artan bir iştahla su taşıyan ve yaşadığı bunca felakete rağmen hırslarından bir milim geri adım atmayan insanoğluna yaklaşmakta olanı doğayı da karakterlerinden biri hâline getirerek anlatıyor Kaplanoğlu. Kâh rüzgâr kâh elma bahçesi ‘kendine gel’ diyor Hasan’a lisan-ı hâl ile.

Bu yüzden film gösterildiği uluslararası festivallerde de büyük etki uyandırıyor. Filmin bir özelliği de sinemamızda bir türlü dengesi kurulamayan yurdum insanı karakteristiğini hiç olmadığı kadar gerçekçi bir biçimde perdeye taşıması. Bazı eleştirmenler ısrarla bu gerçeği görmezden gelerek filmin kahramanı Hasan’ı ‘dindar’ bir karakter olarak tanımladı. Kaplanoğlu filmde helalleşme kavramını ‘hac’ olgusu üzerinden açığa çıkarmak istediğinden eleştirmenler böyle bir kolaycılığı seçti. Semih bey de haklı olarak Akşam Cumartesi eki için yaptığım röportajda bu türden okumalara “Toplumu bilmeyenler, nerede yaşadığının farkında olmayanlar Hasan'ı dindar biri olarak görüyorlar.

Halbuki öyle biri değil. Cuma'ya gidiyor. Onun dışında bir şeyi yok. Genel ortalamanın içinde olan biri. O anlamda da bazı film okumalarının yanlışlarla dolu olduğunu görüyorum ve biraz da şaşırıyorum. Çünkü bu kadar da bilmemek olmaz.” şeklinde sitem ediyor. Bağlılık Hasan Oscar’a uzanır mı bilemem ama sinema tarihimizde ayrıcalıklı bir yeri olacağı kesin. 

Dijital Perdede Ne Var Ne Yok? 
Yazının başında sinemanın artık dijital platformlar üzerinden seyirciye ulaşmaya başladığını söylemiştim. Çok fazla platform olduğundan hepsini takip etmek mümkün değil ancak zaman zaman Netflix’de o mecraya özel üretilen yerli yapımları izlemeye çalışıyorum.

zorbatv.dergi

Bir Güney Kore uyarlaması olan Yılmaz Erdoğan’ın senaryosunu yazıp başrolünü üstlendiği Kin, ne yazık ki orijinalinin başarısını yakalamaktan uzak. Hem polisiyesi zayıf kalmış hem de yerli dizi inandırıcılığı bile yok neredeyse. Yine Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği Sen Hiç Ateş Böceği Gördün Mü? de keşke tiyatro oyunu olarak hafızalarımızda kalsaydı dedirten bir iş oldu. Oyundaki duygusal arka plan, aile fertleri arasındaki çatışmalar nedense filme pek yansımamış. Mehmet Ada Öztekin’in yazıp yönettiği Beni Çok Sev başarılı bir drama olarak dikkat çekiyor. Suç, suçlu, masumiyet gibi kavramlar üzerine düşündüren film dozunda oyunculukları ile seyir zevki veriyor. Netflix demişken sezonun en iddialı yerli dizisi Kulüp’ten bahsetmemek olmaz.

Dönem filmi tadında özenli bir sanat yönetimi ile çekilen Kulüp dizisinin senaryosu Cumhuriyet’in ilk yıllarında ulus devletin can yakan uygulamalarından ‘varlık vergisi’nden etkilenen genç bir kızın hayatı etrafında şekilleniyor. 

Kulüp’ün ilk altı bölümünde varlık vergisinin yol açtığı yıkım aynı dönemi konu alan Salkım Hanımın Taneleri ve Güz Sancısı filmlerine göre çok daha hafif anlatılmış. Yılmaz Karakoyunlu’nun aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan Tomris Giritlioğlu’nun yönettiği her iki film de Varlık Vergisi ile ülkede sermayenin nasıl el değiştirdiğini, siyaset kadar insan hırslarının bu karanlık dönemi nasıl şekillendirdiğini anlatıyordu. Kulüp ise daha içerden bir bakışla İstanbul’daki gayrimüslimlerin o dönemde nasıl bir ayrımcılığa maruz kaldığına dikkat çekiyor. Ha bunu yaparken de meseleyi epeyce abartıyor. 

İlk kez bir dönem işinde Türkiye’deki Yahudi cemaatinin gündelik hayatı, ibadetleri ve yaşam tarzı ekrana geliyor. Bu bakımdan hayli ilgi çeken yapım fon olarak da bir eğlence mekânını kullanınca ortaya renkli, albenili bir atmosfer çıkıyor.  

Yorum

Hanife Altay (doğrulanmamış) Per, 23 Aralık 2021 - 23:15

Gülcan hanım sizi zevkle okuyorum. Gazetenin Cumartesi ekini okunur yaptınız. Sinema yazılarınızı objektif tavırla yazdığınız için okunur kilıyorsunuz. Benim önerim yesilcamdan dizilere bir tarihsel değerlendirme yazısı. Sağlık ve sevgi dolu yıl diliyorum.

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.