Gürol Sözen: Uygarlıkların Üzerindeki Koyu Gölge

Makaleler


Gürol Sözen
Uygarlıkların Üzerindeki Koyu Gölge


“Güzellik onu arayana görünür.” Bin bir gece masalları’ndan  

                                                                              
Merak!.. Dönüp bakıyorum eski yazdıklarıma. Sanki dün gibi her şey! Sanki hiç yaşanmamış gibi; sanki binlerce yıldan beri hiç kimse bu topraklara konup göçmemiş gibi. Sanki, doğayı derinden sezip hayata geçiren bilgeler, şairler, heykeltıraşlar, ressamlar, destan yazarları, hak ozanları ve iş erbapları sanki yurttaşımız, yoldaşımız, adaşımız değilmiş gibi! Oysa, karıncalar, böcekler, kargalar, serçeler, martılar, köstebekler, eşek arıları, at sinekleri ve nereden gelip nereye konacağını bilen göçmen kuşlar bile her şeyin farkında. Hele, hele güvercinler, kumrular. Ama gerçeği görmek istemiyor kimse.                                                                                            

Yılların birikimi içinde ezberimizi bozan çok şey var. “Sevinç kederden çok daha fazla zahmet ister. Gerçek bir keyif , ciddi bir iştir,” demiş  Seneca.                                          

 “Her gün bir yerden göçmek ne iyi / Her gün bir yere konmak ne güzel /Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş,” diyen Mevlana da ve “Bana rahmet yerden yağar,” diyebilen Yunus’un da üzerinden 700 yıl geçmiş. Bir de, aynı yüzyıldan Shakespeare’i katalım bu kervana; “Geçmiş önsözdür. Her parlayan şey altın değildir . Ve, hiçbir insan, geçmişini satın alacak kadar zengin değildir,” dediği için…                                                                                                                                                          

Gür sesiyle,  “Uyur idik uyardılar / Diriye saydılar bizi /Koyun olduk ses anladık / Sürüye saydılar bizi,” diyen Pir Sultan Abdal’ı da katalım bu kervana. Gılgamış ta dört bin yıl öncesinden yetişiyor bizlere;  sevgili Talat S. Halman’ın yalın Türkçesiyle:  “Niçin çırpınıyorsun Gılgamış? / Bulamayacaksın aradığın hayatı. / Tanrılar insanlığı yarattığında, / Ölümü ayırdılar insanlar için. / Sonsuzluğu kendilerine ayırdılar.”

 “Hiç! Merak işte, evet merak;  hayatımız dedim dedilerle dolu değilse sonsuzluğa açılan yolculuktur, merak.  O zaman, düşe kalka varlık nedeninizi sorgularsınız! Tabii ki kendinizi eleştirmekten korkmuyorsanız.                                                                                                                        

Hele, Hititli bir şair de bacadan sarkıp size buyruğunu sunmuş ise! “ Göklerin fırtına tanrısı dedi ki Kızılırmak’a / And içmeni istiyorum. / Yatağını asla değiştirmeyeceksin. / O gün bu gündür yatağını değiştirmedi Kızılırmak.”      Evet! O gün bu gündür Kızılırmak yatağını değiştirmedi ama ölüm döşeğinde ki Kızılırmak’ı yeraltı tanrısı Ares baş ucunda bekliyor!                                                                                                                                                        
İşte, size, bize ve onlara ait olan uygarlık düğümü: Çözün, çözebilirseniz eğer ama kılıçla değil!  Öylesine hoyratız ki! Çağımızın yalnızlığı yada çıkmazı bu nedenle toplumsal. İyi ile kötü değil. Dost ile düşman karşılaştırması da değil; yaşadığın toprağın erdemini görebilmek!.. Uygarlıkların üstüne serilmiş koyu bir gölge var! Gel de aydınlığı bul!..  Gene de, “Aydınlığın gücü varsa karanlık kaçar,” diyen Gılgamış’a kulak verelim. Ama şimdiden söyleyeyim; yolculuğumuz engebeli ve uzun sürecek biraz; masallarda da olduğu gibi…

“Bütün Renkler Aynı Hızla Kirleniyordu.”


Su uygarlıktır. Doğanın gizemini tanık olanlar; doğadan esinlenen ve onun gizemini ustaca yorumlayan sanatçılar, bilgeler ancak yarınlarını kurabilir. Düş dünyalarını altın ve elmasla döşeyenler değil…                                                                            

 Rönesans çağında, sokak bankerliği ile başlayıp, uzun bir süreçte tüccar, papa, kral, kraliçe, grandük, şansöyle oldular. Özel orduları vardı; üç yüz yıllık bir saltanat süreci diyelim.  Zaman, zaman sanatın bir çok dalına da destek oldular. Ama, Medici ailesinden Giulio de Medici gibi biri çıkıp yoksullukla boğuşan Michelangelo’ ya Floransa’da, Medici mezar anıtını yaptırmasaydı, yarınlara nasıl kalabilirlerdi?  Michelangelo’ nun özgür ve çılgın yüreği olmasaydı; gece ve gündüz diye adlandırılan, giysilerinden arınmış görkemli mermer heykellerle mezar anıtını donatmasaydı, Mediciler sıradanlaşıp unutulmazlar mıydı? Günümüzün dedikodulu dünyasında dramatik gelgitler ve tükenmez hırslarıyla o yaşadıkları yüzyıllar için kim bilir kimler neler söylerleydi? 

 Michelangelo’ya  soruyorlar: “Heykellerinizi nasıl yontuyorsunuz?”

Yanıt:     “Fazlalıkları atıyorum!” Uygarlık; hayatı sorgulamak, fazlalıkları atmaktır…


Mısırlılar M.Ö 3. bin de ‘lacivert taşı’ dedikleri maviyi buldular ve yazılarını mavi renkte yazdılar; tabii ki maviyi sevdiklerinden!  Mavi sonsuzluk, mavi uygarlık, mavi barış ve umut… Bir de, bir de yaşadıkları hayatı merak ettiklerinden; o kadar basit!  Hititli bir şair, “Annem, lapuslazuli gibi  bir mücevherdir,” diyordu. Lapuslazuli derin mavinin içinde altın damarları olan bir taş. Mısırlılar da severek ve saygıyla kullandı.  Bu merak yüzünden bakır mavisi ise ancak 19. yüzyılda bulunabildi…                                                                                                                                      

Homeros, “deniz şarap rengidir,” diyordu.  Kleopatra’ nın yelkenlileri, Büyük İskender’in çadırı ve sevdiği atının örtüsü; Bizans İmparatorları ve İmparatoriçelerinin giysileri de erguvan yada mor renkteydi. Doğanın savunucusu, “Bilge kavgadan yana değil, barıştan yanadır,” diyen ve  M.S. birinci yüzyılda  ‘Ahlaki mektupları’ yazan, bilge, senatör  ve soylu Seneca’yı damarlarını açtırarak intihara zorlayan İmparator Neron da arenada ki aslanlarını mor yada erguvan rengine boyatıyordu. Ölümünü kendi eliyle sonlandıran Seneca mı, ortalığı kana bulayan Neron mu bugünlere kaldı? 

Evet! Kutsal kitaplarda da yer alan mor bir efsanedir. “Mor’un ışığı, düş gücü mü artırıyor,” diyordu Leonardo. Roma, özellikle Bizans’ ta da morun yada erguvan renginin bu kadar rağbette oluşunun nedeni oldukça ilginç. Uygarlık tarihinin kilometre taşlarından biri.  Hiç aklınıza gelir miydi; 12 bin murex’ ten yani deniz salyangozundan yalnızca 1. 4 gr. mor elde edileceği ve bu rengin sanatın, bilimin, masalların, efsanelerin, edebiyatın, kutsal kitapların,  mimarinin ve tabii ki toplumların baş tacı olacağı?  Ama bir not daha düşelim: Boğaziçi’nin kalender ağacı erguvan da yaprağını açmadan çiçeğine duruyor ama kimse umursamıyor: buldozerin kepçesinde kurban olmadan önce!                                                                                                                                                        

Bir ek: Leonardo’nun son akşam yemeğinde İsa havarilerine, “İçinizden biri bana ihanet edecek,” der. Havarilerden biri olan Yuda’nın elinde para kesesi vardır. Ve Yuda, bu olaydan sonra kendini bir ağaca asar. O ağaç, erguvan ağacıdır. Batı dünyası erguvan ağacını Yuda ağacı olarak ta tanımlanır.                                                                                                                                                  
Merak; meraklıysanız eğer: Tabii ki Mısır, Frigya, Urartu, Hitit, Fenikeliler, Selçuklular ve Osmanlılar’da da patlıcan moru rengi dedikleri ( Patlıcan rengini yakıştıranları kutlarım!)  çinilerde üreterek bu kervanın peşine takılıverdiler.  Ardı sıra gelen çağlarda da bu kervan hiç dur, durak tanımadı yoluna devam etti; bir sonatın ezgilerini seslendirir gibi.                                                                                                                                          

Renkler!.. Evet, doğanın ve uygarlığın gizemli renkleri, düşlerimizin de büyüsüdür! Öylesine çok örnek var ki hayata dair; bir olguyu dillendirirken hep karşınıza çıkıverirler. Çünkü her seçilen güzelleme aynı zaman da bir hatırlatıcıdır: “Ey insan soyları farkına varın artık! Tek gerçek, sizin bireysel gerçeğiniz değil!

”                                                                                                   
“Sevinç ve hüzün sarkacın iki yakası; seçimi bize ait olan.  Ama her gün yeniden çarmıha geriliyoruz.” Bu tanım,2005  tarihli  ‘Hüzün ikonaları’ sergimin kataloğumda yer alıyordu… Bu gün olsa, yaşadıklarımızdan esinlenerek, sarkacın iki ucu için, “Savaş ve barış,” demeyi çok isterdim. Öyle mi? Ama içim elvermiyor; barışın içinde filizlenen öldürme duygusuna tanık oldukça. Tanık olduğumuz ne ise; korku uygarlığı ve sanatı yaratamaz ki. Ölümü bile resmedenler, onu ağıt olarak dillendirmişler de ondan.


Bilge ve Dram 


Seneca’nın, iki bin yıl önce, “Umudu korku izler,” demesi de sanki kendinden sonra ki çağlara bir göndermede bulunuyor...

Korku! Kendi yaratıklarımızdan korkuyorsak! Yeşeren ve çiçeklenen her şeyden korkuyorsak! Sözcüklerden, ünlem ve soru işaretinden, renklerden korkuyorsak! Gülmekten, gülümsemekten, sevinçten korkuyorsak! Kendi elimizle yarattığımız karanlıktan korkuyorsak! Bizlere armağan edilmiş on iki bin yıllık armağanın soluk aldığı, ürettiği eserlerden ve onların yarattıklarından bile korkuyorsak; aradığımız hangi uygarlık o zaman?                                                                                                                             

Evet, bir yanıtı olmalı tüm bunların: Bilge Seneca için, İmparator Claudius ve çılgın Neron, ölüme götürülen Seneca’nın taşlarını birer, birer döşemişlerse hangi çağ, hangi uygarlık? Ürkütücü olan da bu: Uygarlığın üzerinde ki koyu gölge toplumlara nefes aldırmıyor; adım, adım izliyorlarsa, kendimizi de kendimiz sorgulamadığımızdandır.                                                                                                                            

Oysa doğanın içi kıpır, kıpır ve yarattığı karanlık bile aydınlık.  Kimseye sormadan, her bahar yeniden çiçeklenen doğa neden merak konumuz değil? Kar taneleri, bir örtü gibi irin, kan ve kirin üzerine örtüsünü gererken; kardelenin çiçeğini birden açıvermesini hiç düşündük mü?  İnsan soylarına meydan okumak yada güzelliğin sonsuzluğunu hatırlatmak mı istiyordu; ne dersiniz?  Nasıl adlandırmalı bu büyük evrimi?                                                                                                                                                      

Ya…pusuya yatmış, güzeli ve güzelliği kollayan hafızası olmayan bir toplum balla, börekle besleniyorsa! Ya, bizim de kapımızı çalarsa? Tekrarlayalım hep birden:                                                                  

“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu / Birinciliği beyaza verdiler,” diyen Özdemir Asaf ta unutulanlar kervanında. Bir farkla; artık kirlenen beyaz değil! Tüm renkler; buna siyahın karası da dahil edin… Çok mu karamsarım? Ben aynayım kendi sınırlarımın içinde. Kolay değil, uygarlıkların kapılarını aralamak. Oysa, “Hayatın düşmanı” olmak ne kolay! İşte bu nedenle yeryüzü coğrafyasında doğa ve sanat direniyor; çürümeye, kirlenmeye hırsla gülümseyerek!


Eski Defterler ve Dostoyevski 


Notlarıma bakıyorum. Yıllar önce yazılanlara: “Unutkanlık ne kötü? Hiçbir şeyi anımsamamak: Toprağını, suyunu, bulutunu, rüzgarını, çiçeğini, hele şairlerini, bilgelerini hiçe saymak ne kötü? Soyunu, sopunu ve varlık nedenini hiçe saymak ne acı? Kendi kimliğimizi ve kültürel mirasımızı dışlayıp, uğruna bedeller ödeyip savaştığımız toprakların erdemini yok sayarak, el kapısında nöbete durmak neyin nesi?  İyonyalı Homeros,  Bodrumlu Heredot, Miletli Thales,  satranç kent sistemini yaratan mimar Hippodamos, Amasyalı Strabon, Prieneli hatip Bias gibi bilgeler, tarih, coğrafya ve destan yazarları buralı değiller mi? Öyle mi buyuyorsunuz?

                                                             
Dostoyevski, ‘  Gerçek, insanların önünde. Ama almıyorlar onu. Uydurdukları şeyin peşinden koşuyorlar. Gerçeği görüyoruz ama kimse almak istemiyor… İki kere iki dört değil dostlar; beştir.” Evet, beştir bazen; derinden sezersek hayatı.                                                                                                                        

Uygarlıkların neden eskitilemediği işte, bu yedi sözcükte saklı olmalı!   Dereler tepeler, azgın sular, mor dikenleri aydınlatan güneşler, yıldızlar ve saman yollarının varlık nedenlerini sorgulayalım, isterseniz birer, birer!                                                                

Karanlık labirentinde ölümün yolunu kollayan yeraltı tanrısı Hades…evet, evet yeryüzünde, yeraltı tanrısı Hades’e özenen, akıl almaz halleri ile öylesine çok ademoğlu var ki!  Onlar, ökse otu gibi sarıverdiler çiçeğine duran hayatı!..                                                  

Ne oldu da bu curcuna da Gılgamış unutturamadı kendini?                                                                                                                                     

“Ben ayımı yerde gördüm / Ne işim var gökyüzünde / Benim gözüm yerde gerek / Bana rahmet yerden yağar,” diyebilen Yunus bugün bu sözü edebilir miydi?                                                                                                                                                        

“Umudu korku izler,” diyen Seneca da çıkmıyor aklımızdan. “Para hırsı en iyi durumda ki düzene bile saldırır,” demesinin de bir nedeni de olmalı.                                        

 Kolay ve sindirilir şeyler değil, uygarlığı itip kirin karasında gülüp oynamak. Bunun yanıtı, sevgili Behçet Necatigil’ in  şiirinde: “Şu dünyada insanca yaşamak ta yoksa / Ne kalıyor geriye yüzyıllardan.”

     
Dünden Kalıntılar    
 

                                                                                                
Binlerce yıllık uygarlıklardan bize miras kalan o denli çok örnek var ki  güzellik adına: İşte o nedenle, Bin bir gece masallarını dillendirenler, “Güzellik, onu arayanlara görünür,” deyivermekten kendilerini alamamışlar.  Her çağ, kendi seçkisinin kurbanıdır; kimi zaman hatırlatmalar bile işe yaramaz…                                                                                                 

Aspendos tiyatrosu 16 bin. Efes 24 bin, Milet 15 bin, Perge 13 bin, Side 17 bin kişilik. İşleri, güçleri mi yoktu da binlerce kişi bu tiyatroları dolduruyorlardı?  Siz olsanız, bir bahar günü, gökyüzünün ılık esintisinde ve gün batarken yada meşaleler altında doğaya yüzlerinizi dönüp; lir ve flüt eşliğinde şarkıları, koroları, giysileri, şölenleri, dansları ile sahnede yer alan sanatçıları izleyip, bilgelerin deyişlerini duymak  istemez miydiniz?  “Onca tantanaya ne gerek var?” demeyin.  Bir soru: Tiyatronun binlerce koltuğu nasıl oluyor da boş kalmıyor? Nasıl oluyor da en arkada oturanlar onca kalabalıkta sahnedekilerin sesini duyulabiliyor?

Merak işte!..Mimari doğada saklı; yankı, diye bir şey var doğada. gören ve duyan göz için!.. Oturma sıralarının alt yüzüne konan bronz plakalar, yansımalarla en arkadakilere bile,  aşağılardan gelen sesi  yansıtıyordu.                                                                            

“ Ey  sevgili yurttaşlar! Ben şair Zenofanes; ilk benden duyun söyleyeceklerimi: Biz kendi elimizle yarattık tanrılarımızı/ Onlara kendi bedenimizi / Kendi sesimizi ve  giysilerimizi verdik.”                                                                                                                                

2600 yıl önce şair Zenofanes’in, bu deyişinden dolayı başına bir şey geldi mi bilmiyorum. Tarih yazıcıları bu konu da bir not düşmemişler!                                                         

Bu kez Terpandros 1300 yıl önce: “Bak Zeus; her şeyi başlatan / Her şeye hükmeden Tanrı Zeus / Sana bir armağanım var / Şiiri, şarkıyı ben başlattım,”                                                demekten de çekinmemiş; yürek ister doğrusu… Bir yorum yapalım: Çok tanrılı çağlarda sanatçılar, her  farklı olgunun simgesel tanrısını yaratırken işin farkındaydılar ve o yüzden sanatın, bilimin ve mimarinin olağanüstü eserlerini yarattılar. Belki de ileri çağlarda; tek tanrılı günlerde, “Siz  kafirler, amma da çok şeye tapmışsınız,” diyenlerin çıkacağını tahmin edip özellikle bu şiirleri yazmış olabilirler!


 “Ben Şarap Tüccarı Şerefli Suhi’nin Karısıyım.”


“Amma da çok alıntı yapmışsın! Senin bir yargın yok mu, hayata dair?” diyebilirsiniz.  Haklısınız! Ben de bir ikilemi yaşıyorum!.. Anam, Hitit topraklarında büyümüş. Hitit kazılarına öncülük eden ve kendi topraklarında ilk tabletleri bulup Almanya ile karşılıksız bağlantılar kuran, bilim adamlarını Hattuşa’ya yani Boğazköy’e davet eden Dulkadiroğulları’ ndan Ziya bey ise eniştesi. Yani, büyük teyzemin kocası. C.W. Ceram ‘Tanrıların vatanı Anadolu kitabında, Ziya bey ailesinin kazı heyetini nasıl ağırladığını, selamlık bölümünü, kazı başkanı Winckler ve heyetine ‘tahsis’ ettiğini yazar; ironisini de kullanarak!                                                                                                                           

“ 1907 yılının yeni seferi de yine Ziya Bey’in konağında başladı: Bu defa ‘selamlıkta’ verilen büyük bir ziyafetle. Yabancılar ipekli perdelerle donatılmış geniş salonda, çok kıymetli halıların üstüne yan gelip oturdular…Arkasından uşaklar iki metre  çapında bakır bir  tepsiyi yemek odasına taşıdılar.Tepsinin üstü çeşit, çeşit çerezlerle donanmıştı. Bu seferde asistan Curtius, meraklı genç bilim adamı olarak hemen not aldı: ‘….tepsinin üstünde 15. yüzyıldan Kûfi yazıyla ayetler yazılıydı.’  
Çocukluğumda, selamlığın alt katında gördüğüm, kazı heyetinin bulguları ve dağ gibi istiflenmiş kızıl kahve renkli tabletlere akıl sır erdirememiştim. Her birine taşlaşmış toprak gözüyle bakmıştım…                                                                                                                               

Bu örneği vermemin tek nedeni, ailem olduğu için yada soy, sop kerkinmesi için değil. O günün algı koşullarında, uygarlık adına bilinmeyen, kültür tarihini değiştirecek bir bulguyu Ziya bey merak edip  öncülük ettiği için sevinebilirim ancak. Tersini düşünelim; ya umursamasaydı? Belki de Hititler hiç bilinmeyecekti; uygarlık tarihi de değişmeyecekti. Bunu, batılılar söylüyor; ben değil!                         

Metin Sözen’in de ömrü boyunca kendini bu topraklara adaması bundan. Hala, Anadolu topraklarının peşini bırakmış değil; onca engele, baskıya, vefasızlığa karşı…                                                                                                                                                            

Bağışlayın, bir dileğim olabilir; lütfen bağışlayın!  Yıllarca aklıma takılı kaldı, “ Ben  Hitit’ liyim,” diyebilir miyim, diyemez miyim kendime?  Sormamın bir nedeni de,  12 bin yıldan beri var olan bu uygarlıkları birilerinin…birilerinin değil çokların                                                                                                                                                                                                      yok sayması, “Onlar bizden değil,” demeleri. Yayınlarda, kitaplarda, eğitimde, resmi-sivil kurumlarda öksüz çocuklar gibiler: Arada bir mama veriyorlar; ağlamasın diye!                                                                                                                                            

Oysa, taş, toprak değil; sanatın ve bilimin var olduğu yerde onlar var. Şiirlerde, masallarda, türkülerde, kilimlerde  onlar hep var - dı…Selçuklular öncesi bizden değilse, o zaman bu topraklarda hüküm sürenlerin kim? Sahi, onlar, nereliydiler? Dokuz köyden kovulup buraya mı gelmişlerdi?                                                                           

Gidin, Anadolu toprağında ki her hangi bir yere. Kilimlerine, oyalarına, işledikleri taşlara, kaplara, türkülerine, masallarına, destanlarına bakın! Her birinde geçmişin ustalıkları olan simgeleri görürsünüz!                                                                                                                                

Ama şimdiden duyuyorum: “Getirisi yok aptal; mangırdan haber ver!”                          

O zaman, çağımız adına; kiri, pası ve yozlaşmayı da konuşmalıyız. Çünkü; yozlaşmanın altın çağını yaşıyoruz…                                                                                       
Dönelim öykümüze. Bir tablet: “Hattuşa’da, saraya yakın Yazılıkaya’nın çevresindeki sanat atölyesinde 208 kişi çalışıyordu: 29 kadın mızıkacı, 19 tablet yazıcı, 33 tahta yazıcı ve bir kısmı ise Hurri dilinde şarkı söyleyenler…”  Yani, resim, rölyef, heykel, çanak çömlek yapan Hititli ustalar, ressamlar müzik eşliğinde  çalışıyordu… Demek ki, davul zurna eşliğinde antik tiyatrolarda deve güreşi yapan ademoğulları evrimine henüz ulaşmamıştı!                                      

 2008 yılında, Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nin tüm salonlarında, iki bin eserden seçme; arkeolog, sanat tarihçisi, restoratör, müzeci, yazar, sanatçı ve bilim dostlarıyla  gerçekleştirdiğimiz ‘ Güzeli Arayış’ sergisinde, Maraş Müzesi’nden gelen bir stel’i de sergilemiştik. Günümüzden 4 bin yıl önce, şık giysiler içinde şarap tüccarı Suhi ve karısı resmedilmişti. Anıtsal mezar taşının arkasında bir yazıt vardı: “ Ben ülkenin beyi Suhi’nin şerefli karısıyım. Her nerede birisi kocamın adını saygıyla anacak olursa, beni de saygıyla şereflendirecektir.”

                                                                                                    
Hayret!.. Kadın erkek eşitliğinden mi söz ediyor? Hitit yasalarından çalışma hayatına, giyim kuşama; edebiyattan, Sümerce çevirilerden yeme, içme ve mektuplaşmalarına; tabii ki mühürlerine kadar. Tabii ki kentin kapısını bekleyen anıtsal aslanlarına ve lir, flüt, bendir çalıp söyleyenlerine kadar uzanan bir uygarlık. Ama onlar bizden değil!                                                                                                                          

Bir tarihte, Ankara’da iki boğanın da yer aldığı Hitit heykeli üstüne çıkan kavgayı hatırlayalım; doğanın, geometrinin usta yorumu, boğa soyutlamalı tören simgesini. Hitit şölenlerinde ki bu bronz simgeye bugün çağdaş bir heykel gözüyle bakılıyor.   “Kurduğumuz ev sonsuz mu ki? / Yaptığımız antlaşmalar yürürlükte midir sonsuz / Kardeşler sonsuz paylaşmaz ki malı mülkü. /  Ülkede sonsuz sürüp gider mi nefret. / Irmak hiç durmadan yükselip sel olmaz ki… Birbirine ne kadar benzer uyuyanlarla ölüler. / Yoksullukla soylu kaderin isteğine yaklaştıkça, / Bir örnek olurlar değil mi?”  Gelin, hep birlikte yorumlayalım Gılgamış’ın destanını.    Aslına bakılırsa, benim bir şeyler yazmama hiç gerek yok!..

                                                                                                                                               
 Elim de değil, susmak! Öylesine görkemli her bulgu…Mısır Kralı II. Ramses ile Hitit Kraliçesi Puduhepa ile olan mektuplaşmalarında ki  şiirsellikleri ise bugünün tanımı ile ‘diplomasinin ilk örnekleri.                                                                                                

“ Amon’un sevgilisi güneşin oğlu, Mısır kralı Ramses şöyle der: Hatti kraliçesi Puduhepa’ya  söyle; İşte ben, kardeşim iyiyim. Evlerim oğullarım, ordularım, atlarım, arabalarım iyidirler. Sen kız kardeşim, iyi olasın. Evlerin, oğulların, orduların, atların…ülkende büyük ölçüde iyilik olsun…”                                                                      

Tıpkısı! Bugün olduğu gibi: “Kendine iyi bak! Öptüm, baaaaay!”                                                                                                    

Barışta : Kadeş antlaşması ve sanatın ve ustalığın egemen olduğu coşkulu törenler ve kent kurmada ki ustalıklar da neyin nesiydi?  Bu tablet, yeryüzünde ki ilk  antlaşma metni. İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor.                                                                                                         

Hitit Çağı’nın yetkin öğretim üyesi sevgili Prof. Dr. Muhibbe Darga, “ Elimizde ki belgelere göre, Mısır kralı da Hitit kraliçesi  Puduhepayı kralla eşit görüyordu. Bu günlük hayatta da geçerliydi. Hititli kadınlar ve kraliçenin yalın giyim kuşamı yanında ne Mısırlı,  Giritli ne de  Mezopotamyalı kadınlar yarışamazlardı; koket kalırlardı. Hitit yasaları eşitlik üzerine kurulmuştu; kral, kraliçe ve halk üzerinde ki yazıtlar bunu gösteriyor.”                                                                                                               

Geleceğimize göndermelerde bulunan zengin bir geçmiş   ne çok hoyrat kullanılmış ve kullanılıyor.

                                                                                        
Güzeli Arayış


2008 yılında, 16. Yüzyıla ait İbrahim Paşa Sarayının yani 4000 m2 lik Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nin her mekanını kapsayan Güzeli Arayış’ Sergisi’ni kısa bir süre içinde, yabancı ağırlıklı 42 500 kişi gezmişti. Anadolu topraklarında ki tüm uygarlıklardan yani müzelerden  seçilmiş 700 civarındaki her eser, uygarlıkların tanığıydı ve karşılaştırmalarla sunulmuştu; kitapta da olduğu gibi: Prof. Dr. Zeynep Sözen ile birlikte yazdığımız 415 sayfalık  büyük bir kitap. Bu alıntılar oradan. Tarih öncesinden Osmanlı Çağı’na kadar her eser tek, tek özel vitrinlerde, duvarlarda yorumların eşliğinde sergilendi.                                                                                                                                     

Üst kattaki sergi mekanlardan biri ise çarpıcı sorular açabilirdi ve açtı: “Günümüzde ölümün simgesi olan svastika yani gamalı haç,  binlerce yıl önce hayatın ve sonsuzluğun simgesiydi, ” başlığını taşıyordu.  M.Ö 4 bin yıl öncesinde ki mühürler,  Hitit güneş kurslarında da var olan simge ve Helenistik, Roma, Bizans, Selçuk, Osmanlı vazolarında ki bezemeler, halılar; hayata dair ne varsa…                                                              

Svastika simgesi doğu dünyasında da çok sevilmişti... Bu simge, daha sonra Büyük Menderes nehrinin kıvrımlı akışından da esinlenilerek meandr adını da aldı. Yüzlerce  yıldan beri Anadolu halılarının da gözdesiydi. Şaşılacak bir örnek te vereyim: Aynı salonda Topkapı Sarayı Müzesi’nden gelen bir el yazma vardı: 14. Yüzyıla ait Kelam-Kadim.  Kurandan alınmış ayetler. Lacivert ve altınla yazılmış elyazmanın tam ortasına, kolları papatyalarla bezenmiş bir svastika  yer alıyordu. Müze açıklamasında, ‘altta ve üstte’ koskocaman gamalı haç  vardır,’ ibaresi yer alıyor… Gelin de çıkın işin içinden! Ama bir not daha düşmeliyim: Sergi öncesini endişe kuşatmıştı: “Ne derler?”  Dediler de dediler. Bilim,  sanat ve kültür çevrelerinin dışında argo tabiri ile  “gagalamaya”, olay çıkarmaya çalışanlar oldu; yabancıların hayranlıklarının ötesinde.  Hangi geçmiş, hangi tasarım ve estetik,  duyarlılık ve saygı?                 
Onca gevezelikten sonra sorum şu olmalı: Binlerce yıl önce, toprağı kazıp tarıma başlayan insan soyları, Anadolu topraklarında, Ana Tanrıça figürünü yarattı bu kez.  Efesli Artemis ve Afrodit  onun soyundandı. Bu figürler yada heykeller, resmetme  ya da şiirler; evrenselliğini kuşanıp toplumların baş köşesine geçip oturmadı mı?  Dil, din, ırk ve coğrafyanın sınırlarını da aşarak, tüm bunlara neden sevilip saygı gösterildi ve gösteriliyor?                                                                                                                                                          

Tek bir nedeni var: Çünkü güzel olan her şey evrenseldi. Bu mutluluk kimsenin tekelinde değildi. Kendilerinden sonra da adlarının anılabilmesi için resmettiler, dillendirdiler.                                                                                                                                            

Sorumuzu tekrarlayalım: Neron mu yoksa intihara sürüklenen Seneca mı yaşıyor bugün? Güzeli Arayış, varlık nedenimiz. Ama vazgeçilmez olan doğa’da ki bitmez tükenmez esin kaynaklarımız. Doğa, en büyük öğretmen. Yeter ki varlık nedenimizin köklerini araştırıp, o zaman.

 
Koyu Gölge ya da Siyahın da Karası 


Madem ki kendimden örnekler veriyorum; hayata ve gelecek adına… bir de  kültür ve sanat adına kayda geçsin diye alıntılar yapayım. Bireysel değil, uygarlıklar adına, kolay kazanılmayan belgeler.                                                                                         

2000 yılında İş Bankası’nca yayınlanan, ‘Bulutların altında ki uygarlık Anadolu’ kitabında yazdığım bir not: “Her şeyin bir açıklaması var ama kendi çağının şölenini yakalayamayanların, kendinden önceki çağların gizemini, coşkusunu anlaması olanaksız…Kimsenin geri dönüşlerle bir olguyu anlama zorunluğu yok. Ama bir koşulla: Böbürlenme ve donanımsız tek gerçeğin kendinde olduğunu yanılgısına da kapılmamak gerek. Aymazlık, bilmezlik ve sanat, bilim hoyratlığı onların tek tutunacakları gerçek te olsa; yarınlar adına gözden kaçırmayalım.  
Aradığımız mutluluk, hangi çağda olursa olsun; güzeli arayış emek ister, zahmet ister, yürek ister, arınma ister; yoksa bakarsın, bakarsın ama doğaya da baktığın  gibi hiç bir şeyi göremezsin!”  Günümüzün çıkmazı da bu. Kavranamayan ‘Uygarlığın üzerinde ki koyu gölge’ yi görmek istemiyor kimse.                                                                                  

“Bu dünyadan fayda yok / Öteki de şüpheli,” diyen Karadenizliye gelin de bu arada yanıt verin!...                                                                                                                                           
Güncel olan, bireysel yada belirli bir kesimin aymazlığı değil; toplumsal kirlenme. Kent, köy hiç fark etmiyor; korumaya aldırdığınız, sokak taşlarını tek, tek yerleştirdiğiniz yöre sizin değil artık. İşgal, vahşetini yaşıyor. Tanık olduğum bir olay: “Babanın malı mı bu sokak! Haddini bil haddini, keserim boğazını!” söylemi o kadar popüler oldu ki!                                                                                                                                               

Yakın zamandan da bir not:  Uygarlık tarihine yön veren bilgeleri, anıtsal mimarisi, göçmen kuşları ile ünlü Büyük Menderes yöresi sizin de topraklarınız. Yetkin ve duyarlı dostları ile bir yıl boyunca ilk kez, derinlemesine ve keyifli köşe bucak tarayıp bir kimlik kitabını oluşturuyorsunuz. Üstelik bu araştırma, beslendikleri, delta yada havzanın  olağanüstü eserlerle bezeli Meandr  simgesinin doğduğu topraklar. “Evet anladık ta baklayı çıkar ağzından?”                                                                                                                                                   Ürkütücü olan; tüm bu evreyi bilenlerin, söz verenlerin, kitabın basım aşamasında  yok oluvermeleri. Kendi kimliklerinin, kendi topraklarının ‘akçe’ dışında umurunda olmayışları.  “Neye yarar bu kitap!” O zaman sorum şu: Kimlikleriniz lütfen?

                                                                                                         
Hele bir örnek var ki inanılır gibi değil diyeceksiniz;  hiciv ustaları için bakir bir kaynak! Yarınlara da bir not düşmek için aktarıyorum… 1995 yılı. Akbank’ın 50. Yıl armağan kitabı. Suları, toprakları ile 460 sayfalık, “Ege’den Akdeniz’e Mavi Uygarlık,” kitabı… Üst yönetime beni Prof. zanneden bir mektup gelir. Bir bölümünü aynen aktarıyorum: “…adeta bir paganizm ansiklopedisi tarzında anlatıma sahip Mavi Uygarlık kitabı resimli bir Yunan mitolojisi niteliğiyle Yunan tanıtma Bakanlığının ürünü olsaydı kültürel değeri, amacı nispetinde artabilirdi. Ne var ki, “Medeniyetler Çatışması” adı altında Anadolu’nun tortularından Türk dış politik ve güvenliğine tehditler hortlatmaya amade bir Uluslararası alemde Mavi Uygarlık, Pan-Ortodokslaştırma  durağına kalkan mavi yolculuk aracı gibidir. Amacınızın bu olmadığı inancıyla, ikazımı bağışlayacağınızı ve milli hassasiyetime sizin de hak vereceğinizi ümit etmek istiyorum .Saygılarımla. Ali Coşkun /Yönetim Kurulu Başkanı.”                                                                                                                                       

Kitap, Türkçe ve İngilizce baskıları ile toplam  5-6 bin basılıp tükenivermişti. Yazılı ve sözlü basında da yankılar uyandırdı. 2001 yılında da T. İş Bankasının yılbaşı armağanı olarak daha büyük boyutta, yeni belgeler,  fotoğraflar eklenerek  yeni tasarımı ile  aynı başlık altında 4000 bin adet basıldı. Her iki baskı da müzayede kitabına dönüştü sonra…
 “Denize ulaşamasam bile, dört duvar arasında açarım Gürol Sözen’in muhteşem ‘Mavi Uygarlık’ kitabını ve başlarım Ege’den Akdeniz’e mavi yolculuğa…görkemli antik tiyatrolar, anıtsal heykeller, konuşan mezar taşları, denize eğilmiş suskun ağaçlar arasından geçip ufkun sonsuzluğunda kaybolurum. Daha doğrusu yolumu bulurum. Zeynep Oral. 17 tem. 2005 Milliyet                                                                                   

“...Sözen’in yeni kitabı ‘Ege’de Akdeniz’e Mavi Uygarlık’ da yıllardır bu denizlerin sonsuzluğunda mutluluğunu arayan bir gezginin güncesidir aslında. Doğanın, şiirin, tarihin, söylencelerin, dansların, anıtsal heykellerin, ilk yaz şenliklerinin gizleri arasında hayatın sırlarını arayan bir düş gezginin  güncesi…’ Celal Üster. Marie Claire. Nisan 1995                                                                                                                            

 “Benim gibi, gezdiğiniz yerlerin tarihini, geçmişini, bugününü öğrenmeye meraklı biriyseniz, bir kahvehanede köpüklü kahvenizi içerken, dünle birlikte bugünü de yaşamaktan keyif alıyorsanız, Gürol Sözen’in  ‘Mavi Uygarlık’ı sizin için ideal bir rehberdir…Yolunuz uzun, neyse ki tatlı dili, her molada size anlatacak bir öyküsü var…” Doğan Hızlan. Hürriyet 
Bir de…evet, bir de izninizle, aynanın arka yüzünü görelim! Yarınlara belge olarak kalabilmesi için. Unutmadan ekleyeyim; uygarlıkların aynalarının arka yüzü bir masaldır, ustalığın, kimliklerinin yansıması olarak…                                                                                                         

!.. Uygarlıkların üzerinde ki gölge desem, gölgenin serinliğine ve yarattığı evrensel estetiğe ihanet etmiş olurum. Siyahın karası desem, gecenin derin rengine ve siyahın her renge katılıp oluşturduğu zenginliğe ihanet olur.  Etti mi iki ihanet! Amacım, güzelliğin karşısında ki aymazlık. Bu, hepimiz için geçerli çünkü ‘bilmezlik günlük çıkar ve aymazlık ise onların en kutsal varlığıdır…                                                                                                                                                        

Sanatın, bilimin ve kültürün tüm dalları ile nasıl cenderelerden de geçmiş olduğunu bildiğiniz için, ek not olarak yazıyorum bunları. Tabii ki bu genellemede sözüm, yüreği sanatla, bilimle, kültürel dokuyla yoğurulmuşlara değil…                                               

Kendinizin coşkuyla kurduğu ve  12 yıl geceli, gündüzlü tüm etkinliklerini, o dönemin saygın, duyarlı, yetkin  üst düzey yöneticileri ile kotarıp planladığınız, ayda 12 bin kişinin  izlediği bir kurumun sonrasında ki aynasının arkası ise Pandora’nın kutusu. Hamit Belli ve Özen Göksel gibi genel müdürler ve yakın çevresini, kültür ve sanata gönülden katkılarını saygıyla anmak isterim.    

                                                                                                                                       
 Ama sonrası? Sizi kurumsal olarak yok sayarlarken, Prof. Dr. Metin And,  Prof. Dr. Talat S. Halman ,Prof. Dr. Mustafa Cezar, Prof. Dr. Muhibbe Darga,  ünlü maliyeci, bürokrat ve yazar Cahit Kayra; Topkapı Sarayı ve  Filiz Çağman, Arkeoloji  Müzesi ve Alpay Pasinli, Prof.Dr. Kıymet Giray, Prof.Dr. Ataman Demir  gibi bir çok sanat ve bilim ustalarının da yazdığı kitapları es geçmelerini nasıl yorumlarsınız? 

                                                                                                                                           
İşin komik yanı: Anadolu uygarlıkları ve İstanbul kitapları ile birlikte kurumun 50. yılı kitabının yazarını, kazanılan iki dava olsa bile ardından, kazanılmış haklar konusunda bilirkişilerin yeniden verdikleri ağır tanım raporuna da, göz ardı edip yargı sürecini uzatmalarına ne dersiniz? Öylesine bir süreç geçmiş ki dava dosyalarında ki geçen zaman dilimini bir saat sonra bulabildim: 18 yıl.  Sanat ve bilim adına değil. Sanatın, bilimin, sanatçının alıcıları adına bir örnek olarak bu örneği veriyorum. Okuduktan sonra bu bölümü çıkarabilirsiniz; utanıyorum..          

 Evet! Çağımızın çıkar tanrısı bile utandığını söylemişti! Yani siyahında karası, hangi kültür? 


Cennet ile Cehennem Arasında 


Bir gözlem ve  yorum yazısından da alıntı yapmalıyım: “Bizi Arafta buluşturan gerçek; Entelektüel yalnızlıktır.  “Aslında zor bir durum anlayacağınız; dünya nimetlerinden ve çağın kaygılarından bunalan insanın kendisini saatlerce, günlerce hatta yıllarca sonu gelmeyen bir yolculuğa çıkarmayı göze alması zor…onun içindir ki, ironik bir göndermeyle, ‘mum gibi tükeniyoruz ey halkım’ a nokta koyuyorum… Sanatçının Anadolu tanrılarının çokluğunu gördüğünde ortaya koyduğu tepki de ilginçtir. Bir sohbetinde çok tanrılı dönemde yaşamak varmış, bütün sorumluluklarından arınmak için, dediğinde aklıma gelen şey, “Her gün yeniden  çarmıha geriliyoruz yeryüzünde…” tümcesi olmuştu.” Yazarı: Dostum, Ümit Yaşar Gözüm.                                                                                                                         

Bakmayın yakınmama. Ama yazılı belgeler ve sanat eserleri, geçmiş ve gelecek adına tutanaklar ve aynalardır.


Dört Nala Doğa,Sanat ve Bilim 


Biraz soluk alalım: Sanat ve bilim adına düşülen her not uygarlıkların da yazgısı. Kolay değil güzeli, güzelliği yakalamak! Hayatı ayıklamanız gerçekçi olmaz. ..Dört nala gelip dünyamızı aydınlatan uygarlıkların da bir bedeli olacaktır elbet. Bu bedeli geçmiş uygarlıklar da hem de acılarla ödediler. Doğa, sanat ve bilim eleğin üstünde kaldı. Ötekiler göçüp gitti. Anımsayan bile yok.                                                                                         

“Uygarlıklar, onun bunun kulağını çekmekle kurulmaz. Uygarlıklar, düşüncelerin çatışması, düşüncelerin kanamasıyla; acı ve yürekle kurulur.” A. Camus 
Romanya’nın açık hava müzesi olan Braşov, aradığım kentlerden biri. Cluj ve Sibiu  da öyle. Doğa ve  sanat iç içe ve tüm kirlerinden arınmış, yapmacıksız yürüme yollu küçük kentler.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                      
Doğa ve sanat her yerde ve yapmacıksız. Geçmiş ile gelecek kolkola. Meydanın kenarında 700 yıllık Kara Kilise’de ikonları indirip bizim Selendi halılarını asmışlar. Selendi halıları sorup soruşturdum müzelerimizde yok ama yıllar önce, Selendi de pılı, pırtı niyetine satılıvermişler, camiye katkı olsun diye.                                                    

Bir tek Selendi halısı 2012 yılında Londra Christie’s müzayede salonunda 230 bin Sterlin’e alıcı bulmuş, iyi mi?                                                                                                                   
Cluj’da kentin her yerinden arada bir klasik müzik sesi duyuyoruz. Soruyoruz: “Saat başını hatırlatmak için, “ diyorlar… Braşov’da, pansiyonumuzda sevimli, becerikli kadın garson ve odalarımızı toplayan şişman bir görevli var. Pansiyondan ayrılırken teşekkür etmek istiyoruz. İmzalamamız için bir defter getiriyorlar. Sol sayfasına da bir güvercin çiziyorum. Sevinçle sarılıp öpüyor yanaklarımdan. “Bu sayfa her gün açık kalacak; gelen konuklar da görsün” diye. Temizlikçi kadın, “N’olur benimde adımı yazın,” diyor ve “Bir sanatçının bavullarını taşımak onurdur bizim için, demeyi de unutmuyorlar, araca kapalı büyük meydanın karşısında ki arabaya kadar da bavullarımızı kapıp taşıyorlar.                                                                                       
Hiç Aklımdan Çıkmayanlar 


Hiç aklımdan çıkmayanlar mı?  Öğrencilik yıllarımızda o dönemin aday şairleri, öykücüleri, tiyatrocuları, müzisyenleri ile Marmara şarabı, helva ve bir de somun ekmek alıp Kumkapı mendireğine iniyoruz: Sanat üzerine tatava ve gün batımını izlemek için! Mendireğin taş duvarlarında bir kovuk. Üzerine bir kafes çizilmiş, içindeki de bir kuş olmalı. Yanındaki taşa da, “Bülbül yuvası dediğime bakma. Serçeler konar,” yazmış. Apışıp kaldık; biz  mendireğe şiirlerimizi dillendirmeye gelmiştik oysa. Sorduk: “Bir balıkçı. Şiir filan, böyle şeyler işte!”
Çok yazdım, anlattım ama usanmadım…Bakırköy Akıl Hastanesi’nde psikoloji öğrencisi bir arkadaşım staj yapıyor. Şiir, resim, heykel, müzik te ruh sağlığı ödevleri için biçilmiş kaftan. Avlu da dolaşan hastalardan biri gelip arkadaşıma bir kağıt uzatıyor. Açıp bakıyoruz. “Hayallerin işsizliğine akıl hastalığı diyorum ben.” Belgesel film yarışmalarında bir belgesel izliyorum.  Konusu: Halk sanatı. Elinde fırçaları ile at arabasını süsleyen kısa boylu bir usta: Çağlayanlar, ağaçlar, kuşlar, çiçekler vs…                                                                                                                                          

Belgeselci soruyor:

“Ne yapıyorsun, bir arabadan ne kadar para alıyorsun?”                                                                                                                   

“Damara göre şerbet alıyorum!”                                                                                                            

  “Niye araba boyuyorsun?”                                                                                                            

 “Meraktan!”                                                                                                                                                  

  “Peki. Sözünü dinliyorlar mı?”                                                                                                             

 “Boyum küçük ama sözüm büyüktür.”                                                                                                

  “Bir arabayı ne kadar zaman da boyuyorsun?”                                                                                

   “Yolcu edene kadar!”                                                                                                                

“Ustalığınızın sırrı nedir?”                                                                                                                              

“Et ile tırnak arasına çivi çakmak.”  
Benim de kendime sorum olacak:                                                                                                      

 “Hayallerim işsiz mi?”                                                                                                                                                                                                                                                                                                                     

“Et ile tırnak arasına çivi çakmak nasıl bir şey?”                                                                                                                                                                                                                      “Neden yazıp çiziyorsun?”                                                                                                               

 “Meraktan!”


20 Eylül 2021


*Ressam, yazar, heykeltıraş, sanat tarihçisi.

Tüm çağlardan seçme fotograflar. 
1) Gürol Sözen 
2) Destan ve onlar 'sergisinde yer alan bir Kuvayi Milliyeci. 
3) Güzeli arayan uygarlıklardan bir mermer büst. M.S.1.yy 
4) Fiildişi mask. Urart M.Ö 8-7 yy.
5) Güzeli Arayış sergisi için tasarımcı Erkal Yavi'nin bir yorumu
6)      "         "                                                    "
7) Melekler. Zübdet -i Tevarih minyatürü 16.yy. TİEM 
8)İsa. Ayasofya'da "Yakarış" mozaiğinden ayrıntı.
Ayasofya dan mozaik bu sayfada
8) Ayasofya mozaikerinde Rönesans'ı etkileye Deesis yada yakarış mozaiğinden İsa'nın gözleri. 
9) Urfa moziklerinde Amazon kraliçesi Melanippe avlanırken. 
10) Erkal Yavi'nin Gürol'un  bir sergisi için tasarım.
11) Uygarlıkların birleştiği yer: Kubbede Bizans ve Osmanlı yanyana.
12 ) 16. yüzyılın hat sanatında devrimi yaratan Karahisari'den bir ayrıntı,
13) Gürol Sözen'nin Urart Sanat atölyeleri için uygarlıklardan esinlendiği bir tasarım. ( Mavi cam istenen ustalıkta dökülemediği için gerçekleşemedi)
14) Gürol. Yağlıboya. 100cmx80cm. 2015
15. mozaik. Ayasofya galeri bölümünde ilginç bir portre. İmparatoriçe Zoe mozaiği. ( Anadolu topraklarında Mozaik, kitabından. Fotoğraf: Bahadır Taşkın) 

Yorum

Zorbey (doğrulanmamış) Per, 11 Kasım 2021 - 19:44

Değerli Gürol bey
Denemelerinizin ayrı bir ruhu var. Zamanı durduran, uygarlık lar ve insan gerçeğini ele alışınız tarzınızı gösteriyor okura. Íçtenlikle kutluyor yeni yazılarda buluşmayı diliyoruz.

Elif Nar (doğrulanmamış) Cu, 12 Kasım 2021 - 09:53

Evet çağımızın çıkar tanrısı bile utandığını söylemişti.... Her gün yeniden çarmıha geriliyoruz yeryüzünde...
Üstat cok güçlü betimlemelerle dolu yazı için teşekkürler. Artık bu kadar sanatsal yazılar okuyamıyoruz ne yazık...

zorbatv Ct, 13 Kasım 2021 - 18:34


İlkokuldan hemen sonra İvriz Öğretmen Okulunu kazandım. İş atölyelerinin yanında müze gibi bir salon vardı. Girişinde devasa küpler. İçeride bizim ‘’günah’’ diye kırdığımız taşlardan. Kısa sürede yakındaki Sütunlu tepe denen  yerde kazılar yaptırıyordu ellerimizle, toprağı adeta okşatarak, bir öğretmeniz. Hititleri de anlamaya incelemeye başladığımız günler. İvriz Kabartması, Hitit tanrıları, öyküleri de ilgi alanımıza sokularak.

Zaman geçti, Gazi Eğitim’de öğrenciydim. Sanat tarihi öğretmenimiz Mehmet Önder Bey.

Bir dersimizde Konya’da Müze Müdürlüğü yaptığı sırada yaşadığı bir olayı anlatıyordu: Konya Fasıllar’da kazılarda bir heykel bulunmuş, bu heykeli Konya Müzesine taşıyacaklar. Köylüler mızıkçılık yapmaya başlamışlar: ‘’Vermeyiiiz’’

‘’Nasıl olur, devlet, millet, müze’’ sözleri fayda etmiyor. ‘’Yol yapalım, cami yapalım’’ fayda etmiyor.

‘’Köyümüzde kalsın, burada korumaya alınsın, Biz koruyacağıııız’’

‘’Sizleri bir kışkırtan var kim ola, kim ola’’  Köyün öğretmeni çıkıyor altından.

‘’Bu heykeli götürürlerse bir daha köye uğrayan olmaz. ‘’Her eser bulunduğu ortamda müzelenmeli, kounmalı ki devamlı gelen-giden olsun buralara; unutulmasın kaynağı, yeri asıl yuvası-toprağı. Bu toprağın eseri Konya’da bir müze içinde hapsolmasın. İvriz Kabartması gibi yerinde dursun, Ama biz korumalıyız gözümüz gibi. Mehmet Önder kızıyordu öğretmene.

 İvriz’dendi bu öğretmen. Bizleri yetiştiren o Anadolu’nun her karış toprağının altının da üstünün de bir tarih olduğunun bilincinde olan aydınlanma odaklarından.

Kinyas Kartal gibi ağalar bir yandan, şeriat artıkları bir yandan, peşkeşçiler bir yandan, ‘’Küçük Amerika olacağız’’ onursuz masalları bir yandan, yetmiş yıldır Cumhuriyet’e inat bir insan modeli yetiştirmeye çalışıyorlar.

Tarih, doğa, sanat, kültür, insani duyarlık, vefa hak getire; amaçları.

Bizde ‘’bir koltuğa birden fazla karpuz sığmaz’’ diye ucube bir söz var. Oysa ki aydınlanmacı çok yönlü birikime sahip olmak Asya kültüründe Farabi (870-950), İbn-i Sina (980-1037) çok yönlü (Hezarfen/Polimat) insanlardır. Ölmez eserleri  böyle insanlar yaratır toplumlarda.  Leonardo gibi, Rönesans insanları-Alberti ekolü diye de anılır.

Bu bağlamda çok yönlü Gürol Sözen’in yazısında cümleleri tekrar tekrar her okudukça, çok yönden sorgulamalar getiren dolu mu dolu. Kendi kendimizi, beynimizi, düşüncelerimizi çimdiklemeye çok çok ihtiyacımız var. Özellikle gençlerimizin.

Sağ olsunlar.

Hasan Pekmezci

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.