1876-1923 Türk Toplumunda Fikri Hayatın Gelişimi
1876 ile 1923 yılları arasında gerçekleşen fikir hareketlerini dönemsel olarak ayırmak yerine günümüze kadar bir bütün şekliyle anlatmak ortaya konmak istenilen amacı bütünüyle anlamaya fırsat verecektir bu bağlamda fikri temelleri anlatırken herhangi bir zaman ayrımı yapmaksızın günümüze kadar uzanan düşünce yapısını analiz etmek gerekmektedir. Bu bağlamda 1876 yılından itibaren ortaya çıkan tüm fikri akımlar 2023 Türkiyesini etkilemiş ve bu zamanda kadar olan süreci hazırlamıştır. Öyleyse dönemsel olarak cumhuriyetten önce ve sonra gibi ayrım yapmak çok doğru netice vermeyecektir. Osmanlının son dönem düşünürlerinin düşüncelerini anlatmak için ortaya çıkan fikir hareketlerini içerisinde irdelememiz gerekmektedir. Lakin bu irdeleme sadece belirli bir döneme ait olamaz. Bunun sebebi gelişen fikir akımlarının bir süreç halinde ilerleyen toplumun çeşitli dinamikleri doğrultusunda mümkün olmasıdır. Bu mümküniyet çerçevesi siyasal, toplumsal, ontolojik problemler dahilinde gözükmektedir. Daha somut olarak anlatmak gerekirse içinde bulunduğumuz bu dönemde yaşanılan siyasal problemler geçmişte var olan bir takım problemlerin ve bunun nezdinde bu problemleri çözmek için ortaya atılan düşüncelerin varlığında çözülebilir. Bu demek oluyor ki toplumlar içerisinde her ne şekilde üretilirse üretilsin düşünceler doğrultusunda bir takım ilerlemeler olmaktadır. Elbette bu ilerlemeler daima ileri yönlü olamaz geriye gidişte dönem içerisindeki fikir ışında ilerleyiştir. Bu anlatılanlardan yola çıkarak Osmanlı son dönemi içerisinde bulunan modernist İslamcılık nezdinde devam edeceğim. Fakat bu İslamcılık anlayışının nereden kaynakladığı konusunu öncelikle incelemek gerekmektedir. Bu perspektiften baktığımızda Rönesans ve reform hareketleri sonucunda yaşanılan sanayileşme süreci ve bilimsel teknolojik gelişmeler sonucunda doğan felsefi düşünceler ile geçmişten geleceğe doğru sürüklenen ortaçağın bilinmeyeni araştırmak düşüncesi ile bilinen üzerinden açıklama yapmak çabası arasında oldukça büyük çatışmalar olmuştur. Ve yine skolastik düşüncenin otoritelerin mutlak nüfusu altında olması bilgiyi dinamik ölçütlerden daha çok durağanlığa sokması neticesinde dönem içerisinde zenginleşmeyi geri plana atması bir başka problemi doğurmuştur.
Aslında ortaçağın baskın ruh hali tüm dünyadaki gelişmelerle aşırıya kaçan bir zıtlaşmaya girmişti işte bu noktada modernist dediğimiz dinciler ortaya çıktılar. Onlar inancı ön plana koyup fakat geçmişte düşülen hatadan uzak durup çağdaş ilim ve düşünceye de kapı araladılar. Aslında onların bir başka düşmanı olan varlık amaçlarının sadece çağdaş hayatı inançtan ayırmak olan kelamcılara da saldırdılar. Kelamcıların varlığı aslında dini yükseltmiyor aksine daha da geriletiyor düşüncesinde yola çıkarak onlar kendi zamanında moderndi lakin şuan ortaçağın düşüncesinin tamamen aynısı olduğunu söylemişlerdir. Tüm yaşanılan bu gelişmeler yeni bir anlayış olan modernistleri tam anlamıyla doğurmuştu. Ve onların varlığının kabul edilmesi için düşünürlerden çeviri yapıp kendilerini göstermekti. Lakin bir sorun vardı. Halifelik yoğun olarak yaşanmakta ve İstanbul’a tam anlamıyla yerleşmişti. Aynı zamanda skolastik medreseler yine İstanbul’a tamamen yerleşmişti işte tüm bunlar modernizmin kendini belirgin kılmasında büyük engeldi. Ancak tepki uyandırmayacak yazıları tercüme ettirebiliyorlardı. Modern dincilerin düşünürlerinin görüşlerine bütünleştirici bağlamda değinmek gerekmektedir. Burada şu kişi böyle demiş, bu kişi böyle demiş demek yerine daha kapsayıcı bağlantılı anlatmak hem sorunun hem de Osmanlının son döneminin kavranmasını daha anlaşılır kılacaktır. Böylelikle en başta bilinmesi gerek şudur ki İslamiyet Hristiyanlıktan farklı olarak içinde rasyonalizmi barındırır. Modern dinciler batıdaki düşüncelere şekil vere ilahiyatlar olduğu halde İslam kelamcılarının bunu yapmamasını göz önünde bulundurarak sınırlı çerçevede bir çabaya girmişlerdir. Ancak bu soru ile laik anlayış oldukça ilgilendi. İslam medreseli bilginler Batının materyalizm çerçevesinde ilerlediğini düşünüyorlardı. Lakin batının tekniğinin altındaki var olanları bilmiyorlardı. Bu batıyı tanımadıklarını ortaya çıkarmaktaydı. Halbuki batıda oldukça şaşırılacak fikir akımları bulunmaktaydı. Farkındalığı kazanmış modernistler batının fikir akılarının incelenmesi gerektiğini savunan düşünürlerdi. Bu yüzden modernistler laik aydınların elindeydi. Bu bağlamda tabiata uygunluk fikri ve rasyonalizm düşüncesi İslamiyet’le uzlaştırılmaya çalışılıyordu. Bu demek oluyor ki din ile ilim birleştirilmek isteniyordu. Elbette modernistler arasında düşünce anlamında çelişkilerde yaşanıyordu.
Çeşitli yazılar yazılıyor bir taraftan batı savunulurken bir yandan milliyetçiliği ön plana koyan metinler hazırlanıyordu lakin kapsam olarak amacın kelamın yetmezliği ve batılılaşma zorunluluğu olmasıydı. Dönem içerisinde Hıristiyan reformuna dayalı bir takım reformlar yapılması taraftarı olanlarda vardı ama unuttukları bir şey vardı ki o da Hristiyan ve İslam hukukunun dayandığı şeylerin farklı olmasıydı. Gözüken bu farklılık İslam dünyasının Allah’ın kanunlarına göre yaşaması Hıristiyan dünyasının da Roma hukuku çerçevesinde yaşamasıdır. Modernistlerin buradaki amacı ilk önce iyi kötü gibi kavramları ilim ile birleştirmek hususundaydı ve iki çaba içerisine girdiler. İnancın ilkelerini yeni ilim verisiyle uzlaştırmak bununla beraber hukuki sistemin yeni ilahiyatçılara göre geliştirmek başlıca işleri oldu. Bunlardan birincisi kolayca anlaşılıyordu lakin ikincisi çok fazla eleştiri ve yoruma neden olmuştu. Çünkü yeniden düzenlenen içtimai şartlar her İslam ülkesinde aynı değildi. Yaşanılan toplumsal sosyal şarlar farklılık göstermekteydi. Aile yapılarına kadar bu farklılık hâkimdi. Sosyal problemlerden bahsettikten sonra aslında İslam içerisinde var olan sosyal yaşantılarında modernist filozoflar nezdinde değişim görmesi gerekmekteydi eskiden çokeşlilik İslam coğrafyası içerisinde mantıklı ve makul kabul edilirken artık modernist düşünürler nezdinde mümkün olmamaktaydı. Çünkü yaşanılan değişmeler ve gelişmeler bunu gerekli kılmıyordu.
Modernistler için ana problem, İslam dünyasının medeniyetler seviyesine çıkamamış fikir hürriyetinin ihmal edilmesidir. Modernistler bu noktada Kur’an-ı çevirip daha iyi anlamayı düşünmüşlerdir bunun içinde bir takım girişimler olmuştur. Modernist İslamcılar eskiden var olan ortaçağ döneminin çekişmesini yeni dönemde artık sosyal hayatta görmektedir. İslamiyet’te bir takım fikir dalgalanmalı geçirip fikri bağımsızlığı zamanla elde edecektir. Aslında İslam dininin fikri önemi Kur’an-ı incelemeyi mümkün kılmaktadır. Modernistler, ekonomik anlamda geriliyoruz söylemlerine öyle olmadığını savunarak kanuni döneminde oldukça ekonomimiz iyiydi. Fakat fikir üretenleri durdurmaya çalışıyorduk tam bu esnada Avrupa ilerliyordu Martin Luther’in inanç hürriyetini çıkarması İslam’ın asıl gerilemesine neden olmuştur demişlerdir. Modernist İslamcılarda, materyalist düşünceyle ilgili bir takım düşüncelerde gelişmiştir Türkiye’ye diğer ülkelerden gelen materyalist düşünce topluma zarar vermiştir. Ve bu gözlem neticesinde eleştiride doğmuştur. Lakin materyalist düşünceyi savunanlarda vardı onlar maddenin ezeli ebedi olduğunu söylerken karşı çıkanlar ezeli ebedi olmadığını olsalardı yok olmazlardı savını kullanıyordu. Fizik alemi sınırlanmamış bir yok olmanın izinde giderken bunun artık savunulmaması gerektiğini düşünüyorlardı. Modernist İslamcılar içerisinde bu anlamda birbirini eleştiren bir çok düşünürde vardır.Lakin bunları burada bahsetmek zannımca konunun bütünlüğünden kopmak anlamına gelecektir o yüzden düşünürlerin karşılıklı sataşmalarına değinmeyeceğim.
Fakat materyalist düşünce nezdinde İslam’ı düzeyde karşılıklı eleştiriler son derece sert bir şekilde yapılmıştır. Bu bağlamda materyalist düşüncenin toplumsal hayata etkisi göz önüne alınırsa Avrupa’dan gelen malların ekonomik bağlamda milletimizi zor duruma soktuğu gerçeği atlanmamalıdır. Gelişen yenilik hareketlerinden metnin başında bahsetmiştim bunlardan biri Comte’nun üç hal yasasıdır. Bu yasa modernist İslamcılar için pozitivizmin doğmasının asla din ile çelişmediği gerçeğini yansıtmaktadır. Fen ile uğraşan biri kesinlikle din ile de uğraşabilir. Yine modernist İslamcıların felsefe konusunda da bir takım düşünceleri vardır. Bunlar evrimcilik tenkitçilik müspet felsefe gibi düşünce akımlarıdır. İşte bu noktada yukarıda bahsettiğim kelamcıların fikirlerinin batı dünyasındaki felsefi fikirlerle karşılaştırılması yapılmıştır. Fıkıhta da aynı problemler tartışılmış ve bugünün savları ile irdelenmiştir. Modernist fikir adamları bu bağlamda İslam içerisinde var olan kelam fıkıh düşünceleri yeni ile harmanlama görevi üstlenmişlerdir. Ve ilim nedir? vicdan nedir? Adalet nedir? Hak nedir? Gibi toplumun yönlendirilmesini sağlayan kilit soruların cevapları aranmıştır. Modernist İslamcılar materyalist düşünce ile ilgilenirken aynı zamanda ruh ile de ilgilenmiş ve maddenin ruhla bir ilişki içerisinde olduğunu da söylemişlerdir. Modern İslamcılar madde konusu ile ilgilenirken genel bağlamda karşılarına belli başlı düşünceleri almışlardır. Bunlar muhafazakarlık ve tasavvuf düşünceleridir. Bu anlamda sadece Osmanlının son dönemi değil daima tüm evrelerde pozitivizm hareketine bir karşı duruş vardır. Modernist düşünürler toplumun dinsel yapısının objektif biçimde gerçekleşmesi için insan merkezli düşünceye geçmeyi savunmuşlardır. Bu demek oluyor ki siyasal düzlemde kanunların oluşması dahi insani içtihatla mümkündür. Modernist dinciler Osmanlının son döneminde toplumsal, siyasal, düşünsel, varlıksal bağlamda bir çok fikir üretmişlerdir ve bu fikirler Osmanlının son döneminde ne yapılması hususunda çok önemlidir. Modernist İslamcılar genel bağlamda bütünleyici kapsayıcı fikirler üretip anlattıkları içsel dinamikler olarak farklılık gösterse de temelde aynı şeyden bahsetmektedir. Geri kalmış sona gelmiş bir imparatorluğun eksik olan kısımları veya bozulan kısımlarından yola çıkarak yeniden yapılandırıp revize edip en kısa şekilde ilerleme yollarına gidip ontolojik ve epistemolojik bağlamda vatanı İslam’ı koruyabilmek istemişlerdir.
Birinci Meşrutiyet içerisinde önemli bir yeri olan Namık kemal, Batı dünyasında varlığına inanılan insan hak ve hürriyetlerini kendi vatanında da görmek istemiştir. Fakat hak ve hürriyet davası gelecek kuşaklar için bir fikir oluşturmak bakımından önem taşır. Namık Kemal gönül verdiği hürriyet fikrini Cumhuriyet şekline kadar götürmekte bir sakınca görmez. Namık Kemal vatanseverliğinin ve hürriyetçiliğinin yanı sıra İslam değerlerini, Avrupalı küçümseyicilere karşı her zaman savunmuştur. Ona göre İslam Devleti kendini modernleştirmeli ama bunu yaparken Avrupa’yı körü körüne taklit etmemeli, kendi kanunlarını, inançlarını ve geleneklerini terk etmemelidir. Devletin kurtuluşunu meclislerde, anayasa da aramıştır. gelenekçi reformcu batıcı görüşlerin karması olarak sentez Osmanlı İmparatorluğu siyasi bünyesi içinde daima padişahın müsaadesi ile uygulama alanı bulabilmiştir. Namık Kemal'in 1867'de Avrupa'ya gidişi özellikle Paris ve Londra macerası diğer bir deyişle Yeni Osmanlılar macerası daha çok Namık Kemal'in Merkez olduğu bir harekettir. Namık Kemal egemenlik hakkının herkesi ait olduğunu Londra'da Hürriyet gazetesinde savunurken bu hakların İslami gelenek içinde mevcut olduğunu ispat etmeye çalışarak meşrutiyet istiyordu. Yeni Osmanlılar da pek belirgin olan İslam şartlarının prensiplerinin kaynaştırılması Namık Kemal'de batının bilim yanıyla doğunun dini ilkelerini birleştirme şeklinde formüle edilmiştir. Öte yandan Kemal Batı'nın tamamen taklit edilmesini sakıncalı bulmuştur. Onun istediği Meşrutiyet şahsının ve devrindeki olayların Meşrutiyetidir. Ziya Paşa'nın fikir tarafından daha çok şiir tarafı kuvvetli olduğundan dolayı Ali Suavi ve Namık Kemal kadar Yeni Osmanlılar cemiyetinde çok rol oynamadı. Yazmış olduğu ve çevirisini yaptığı eserlerin de devrin ahlaksızlığını şiddetle hücum etmiştir. Fakat bunun yanı sıra Namık Kemal gibi buna karşı yeni bir devrim ahlakı ve ideolojisi ileri sürmek yerine kötümser bir tavır sergileyerek sonraki nesillere de bu kötümser yani ile etkilemiştir. Kemal paşazade Sait kendisi dilci ve edebiyatçılardandır, Lastik Sait lakabı ile bilinir. uzun süre tarih ve vakit gazetelerinde siyasi makaleler dil ve edebiyata dair birçok yazılar yazmıştır.
Hürriyet mücadelesi 1. Meşrutiyet'in başarısızlıkla sona ermesi üzerine bir tepki hareketi ile karşılaştı. Hürriyet mücadelesi 1. Meşrutiyet'in başarısızlıkla sona ermesi üzerine bir tepki hareketi ile karşılaştı. Hürriyet fikri çatışmada gecikmediği için imparatorluğun devamını esas sayanlardan bir kısmı hürriyet fikrine karşı çıkmaya başladılar. Bu bağlamda dizginsiz hürriyetin imparatorluğu tehlike düşüreceği düşüncesi ortaya çıktı. Fikirde anarşiye şeye karşı disiplin, iktisatta açık gümrüklere karşı himaye ve tekel. edebiyatta realizme karşı ahlakçılık, hürriyete karşı baskı fikri savunulmaktaydı.
Ahmet Mithat kendi çağının önde gelen yazı ve düşünce adamlarındandır. İleri sürdüğü görüşler ile ilgili karşılanmış çeşitli Tartışmalara yol açmış ve önemli basın olayları meydana getirmiştir. Ahmet Mithat Tazminattan beri memlekete girmeye başlamış olan Batı kültürünü yaymak halkta okuma merak uyandırmak kendi deyimiyle Acem Baskısı eski masal kitaplarının hurafeleri yerine halkın kafasına Aydın fikirleri yerleştirmek amacındaydı. O, sade Türkçeciliği, popüler yayınlar için ilke haline getirmek istedi. Bu yüzden yazıları halkın anlayacağı biçimdedir dil üzerine yazdığı ve yazılarında dilde sadeleşmenin nasıl mümkün olabileceği hususunda değindi aynı zamanda yabancı dil kurallarının türkçede karşılığı bulunan yabancı kelimelerin yerine türkçelerini kullanılmasını önemle vurguladı kendisinin materyalizme meyilli olduğunu söyleyebiliriz ama hayatının ikinci evresinde İslam ahlakına ve doktrinine bağı kuvvetlenerek ilk fikirlerinden vazgeçip ateizm ve materyalizme karşı çıktı. Örneğin Draper’in Din ve İlim Çatışması adlı kitabını tercüme etmiştir ve buna yönelik bir risale yazmıştır. Fikirlerinde Tanrısızlıktan dinciliğe, materyalizmden spirütüalizme doğru bu keskin değişme yazılarında gittikçe belirgin bir hal almıştır. Türk fikir hayatında ilk defa Ahmet Mithat’la Batı’nın felsefe belirgin bir hal almıştır. Türk fikir hayatında ilk defa Ahmet Mithat ile batının felsefe problemleri üzerinde düşünülmeye başlanır o zamana kadar Tanzimat düşünürleri ve yeni Osmanlıları tasalandıran yalnızca siyasi düşünce ilgilendiriyordu. Dağarcık’da Felsefe ve Feylesoflar adlı yazısında kısaca söyledikleri ‘’Feylesoflar demek olan felsefe bizde yeni bir şey değildir kütüphanelerimiz de bu konuda en yüksek derecelere varıncaya kadar pek çok eser var. Fakat bunlar toz toprak içinde kalmış ve kimse onlara elini uzatmaz olmuştur. Feylesof deyince dinsiz veya kayıtsız bir insan Fikri uyanır.’’ Şeklindedir. Feylesofun mu ilim ve fen adamı yoksa ilim ve fen adamının mı feylesof olduğu konusunda tartışmalardan söz ediyor ve sonrasında din konusuna değinerek; ‘’Nasıl felsefe her yerde hakikati ararsa din içinde aranan hakikattir’’ diyor. Hürriyet hususunda ise ona göre Hürriyet; kendine sahip olmadır, her madde üzerinde istediği gibi düşünmedir, istediği gibi karar vermedir, istediğini istediği gibi icra etmedir ve bu yaptıklarından hasıl olan iyilik ve kötülük hakkında istediği gibi Akıl yürütmedir. Ahmet Mithat'a göre insan makine değildir. Kendi başına hareket eder hareketi kendisine kendisi verir. Bunun için maddeye ve eşyaya benzer silemez hürriyetin felsefi ve psikolojik anlamlarından medeni cemiyet anlamına yani siyasi hürriyetlere geçiyor Daha önceki düşüncelerine dayanarak Burada da hürriyeti sınırlayan şartlar üzerinde düşünüyor. Ahmet Mithat aydınlanma fikirlerine bağlılığı ile bilgi halka yaymada da emsalsiz bir örnek olmuştur. Fakat bu çabası onun Türk folklorunu yanlış inançlar gibi görmesine ve ‘’Acem Basması Hurafeler’’ saydığı bu yayınları ortadan kaldırmak için yapay bir hikaye ve roman tarzı icat etmesine sebep olmuştur. Hürriyetçiliğin siyasi ve iktisadi sonuçlarının Sultan Aziz'in son yıllarında tehlikeli şekiller aldığını görerek bu sisteme samimi isyan duymuş ve bütün yayınlarında kontrolsüz ve sınırsız Hürriyet fikrine karşı durmuştur. İktisadi görüşü de bunun sonucudur. Diğer yandan Abdülhamit idaresini desteklemesi de bunun bir sonucu niteliğindedir. Fakat son Yayınları Abdülhamit'ten gördüğü iltifat ve madde yardımlarla birleştirilince Ahmet Mithat'ın lehine yorumlamak zorlaşır. Üss-i İnkilap ve Zübdet-ül-Hakaik adlı kitaplarında Abdülhamit’i ve Mithat Paşa muhakemesini haklı göstermek için yazdığı kısımları hoşgörülülükle karşılamaya imkan yoktur. Ahmet Mithat’ın yeni nesillerce kötü karşılanması bu sebeplerden dolayıdır. Haksız olmayan bu menfi hükümleri bir yana bırakarak, onun Türk fikir hayatına ettiği hizmeti, yıkılan imparatorluk iktisadi hayatını korumak için Liberalizme karşı müdahalecilik ve himayeciliği savunmasını meziyetleri arasında olduğunu kabul etmeliyiz.
Pozitivizm Osmanlı devletinin beka sorunuyla uğraşmaya başladığı tarihi koşullarda entelektüellerin ilgisini çekmeye başlamaktadır. Meşrutiyet yılları ve II. Abdülhamit’in uzun diplomasi iktidarı ve yenilik faaliyetleri, beka sorununun varlığını ortadan kaldıramamıştır. II. Meşrutiyet, bir bakıma pozitivizmin politik ve entelektüel egemenliğini haber vermektedir. Nitekim pozitivizmin politik ve entelektüel öncüleri iktidara gelmişlerdir. Bu yönüyle ideolojik bir nitelik taşır.
Her bir siyaset tarzı kendi politik ve entelektüel kabulleri doğrultusunda yeni bir siyasi düzen muhayyilesi geliştirmektedir. Devletin kurtuluşunu yine bu muhayyile içinde bulmaktadırlar. Meşrutiyetin çoğulcu modernlik yapısı içinde farklı düşünce akımları farklı siyasi düzen tasavvurları önermektedirler. İttihat ve Terakki şemsiyesi altında toplanan aydınların benimsediği yaygın bir düşünce olarak pozitivizm, siyasal muhalefetin bilimsel meşruiyeti için de önemli bir temel olmuştur. Her şeyden önce siyasi partinin adı Comte’un “sosyal statik” ve “sosyal düzen” adlarına karşılık “ittihat” ve terakki” olarak benimsenmiştir
Pozitivizmden yaralanarak beka problematiğine karşı geliştirilen cevap, bilimimizdir. Yani bilim ile kültür, toplum, ekonomi, siyaset ve askeri sorunlara önerilen çözümlerle devlet kurtarılmak isteniyor. Bu sorunu tartışmada bilimin yol göstericiliği bütün düşünce akımlarının benimsediği ortak paradigmadır. Bilimin tecrübe, nesnellik ve ilerleme imkanlarına ortak bir inanç bulunmaktadır. Ulum ve fünun çeşitli keşifleriyle toplumu aydınlatacak biricik rehberdir. Aydınlar toplumu pozitivizmin rehberiyle kurtarılacağına inanmaktadırlar. Pozitivizmin rehberliği, kaptan pusulanın rehberliği metaforuyla işlenmektedir
Osmanlı aydınlarının yaşadıkları zihniyet dönüşümleri sonucunda “ilimler ve fenler”, başka bir açıklama tarzına gerek bırakmayacak kadar sorunları çözmede otorite oluşturan bir yoldur. 1912 yılında Abdullah Cevdet bilimin kurtarıcılık misyonunu, aydınların bilimle ilişkilerini açıklarken geliştirdiği yaklaşımla ortaya koymaktadır:
Osmanlı toplumunda fen yada çoğulu olan fünun, 19 yüzyılda “müşahede ve ıspata” dayalı bilimler için kullanılmaktadır. “Ulum ve fünun” terkibi ise klasik Osmanlı bilimlerinden farklı bir biçimde Batılı modern bilimlerin yeni bilim paradigması için ifade edilmektedir. Şüphesiz bu yeni bilim paradigması çoğunlukla pozitivizm olacaktır. “Müşahede ve ispat”, pozitivizmdeki gözlem ve deneye dayalı bilim anlayışına karşılık gelmektedir. Felsefe, edebiyat ve sosyoloji çalışmalarında bu temaların yoğun bir biçimde tartışıldığını görmek mümkündür. Felsefe Mecmuası, İçtihat, Ulum-ı İktisadiye ve İçtimaiye, Zeka, Piyano, Milli İçtimaiyat gibi dergilerde çeşitli makaleler bu konulara dikkat çekmektedirler. Farklı dergilerde, gazetelerde ve kitaplarda edebiyat, felsefe ve sosyoloji pozitivizmleriyle karşılaşmaktayız. Özellikle bu üç alandaki çalışmalar, pozitivizmin Osmanlı entelektüellerinin düşünce dünyalarındaki önemini ortaya koymaktadır.
Felsefe, yeni pozitivist bilim paradigmasının etkisiyle bilimsel bilgiyle birleştirilerek yorumlanmaktadır. Nitekim meşrutiyet aydınlarının çıkardığı etkili bir mecmua olan Felsefe Mecmuası’nda Baha Tevfik felsefede “usul, ulum ve fünunda ki usulün yani maddiyat ve mübetiyet usulünün aynı” olduğunu söylemesi bu açıdan önemlidir. Burada felsefe, bilimsel yöntem kabul edilen pozitivizm ile özdeş algılanmaktadır. Bilimlerdeki ve fenlerdeki yöntemin pozitivist ve materyalist yöntemlerle aynı olduğu ileri sürülmektedir. Yani bilimsel yöntem, pozitivist yöntemdir. Bu algılayışa göre Comte, Spencer, Darwin, , Büchner gibi düşünürler felsefeyi fenleştirmektedirler. Fenci olmayan ve fenci icatlarla yakından ilgilenmeyen yeni felsefi fikirleri geliştiremeyeceklerdir. Günümüz Avrupa’sında filozof yerine tabiat ilimleri ve matematik ile uğraşan bilim adamları bulunmaktadır. Metafizik denilen ve günümüzde garip ilimler arasına girmiş bazı tahayyüller ve eski hadiseler ile uğraşanlar şimdi filozof kelimesiyle küçümsenerek anılıyorlar. Baha Tevfik, bilimsel gelişmeler karşısında doğa üstü açıklamaların felsefe çalışmalarında yerinin kalmadığını pozitivizmin metafiziği reddetme geleneğine bağlı kalarak ifade etmektedir. Algısal dünyamızın gözlem alnına girmeyen hiçbir şey gerçek olarak kabul edilemez. Baha Tevfik pozitivizmin etkisiyle yeni bir ahlak anlayışı geliştirmeye çalışır. Bu bağlamda ahlakın kaynağını metafizikte, vahiyde ve dinde arayan dini bakışının yerine toplumda aramaktadır. Metafiziğe dayalı ahlak anlayışını reddeder. Tarde ve Durhkeim’e referansta bulunarak bu arayışını doğrulamaya çalışır. Ona göre “ahlakın sarsıntıları cemiyettedir. İçtimai alem, ahlaki bakımdan bir takım mikroplar alemidir. Sosyoloji, bizi bu mikroplar aleminden kurtaran biyoloji ilmi gibidir. İnsan bütün hürriyetini ancak ahlak ile kazanır, fakat metafizik ahlak ile değil”
Sosyoloji çalışmaları, Osmanlı toplumunda ilk defa içtimaiyat kavramıyla gündeme gelmektedir. Sistemli ilk çalışmalar, Ulum-ı İktisadiye ve İçtimaiye dergisinde yayınlanmaktadır. Ahmet Şuayib, Bedii Nuri, Rıza Tevfik, Salih Zeki, Satı bey gibi yazarlar çeşitli toplum sorunlarına sosyoloji bakış açısıyla analizler yapmaktadırlar. Pozitivizm yaklaşımının önemli örneklerini ortaya koymaktadırlar. Daha sonra Ziya Gökalp ve Prens Sabahattin, sosyolojinin Türkiye’deki iki önemli temsilcisi olarak ortaya çıkmaktadırlar. II. Meşrutiyet ile başlayan milletin seçim ve meclis aracılığıyla hükmetme arayışı, toplumun özneleşme çabası olarak yorumlanabilir. Yine millet düşüncesinin boy vermesi, artık toplumun kendi başına önemli bir kültür ve siyaset anlatımı haline gelmesidir. Bu süreçle bütünleşen sosyoloji, kısa sürede bütün Osmanlı aydınlarının en temel ilgi alanlarının başında yer alacaktır. Nitekim edebiyat, felsefe, ilahiyat ve sanat çalışmalarında “içtimaiyat” tabiri yaygın bir biçimde kullanılmaktadır. “İlm-i içtima nokta nazarında” ifadesi bir çok bilim adamı, aydın, politikacı ve yönetici tarafından benimsenmeye başlanmaktadır. Sosyolojik bakış, toplum sorunlarımızın farklı boyutlarıyla ilgilenen herkesi etkisi altına almaya başlamıştır. Ayrıca, dünyanın ilk ikinci sosyoloji bölümü bu tarihlerde İstanbul’da açılacak, sosyoloji dersleri okutulacak ve çeşitli sosyoloji çalışmaları tercüme edilecektir. Bu da toplum sorunlarımıza sosyoloji kimliğiyle cevap arama çabasının etkinlik düzeyinin ne kadar yüksek olduğunu göstermektedir. II. Meşrutiyet, sosyolojinin toplumun özne olma arayışına ve entelektüellerimizin toplum kanunlarıyla politik topluma yön vermek istemelerinin sistemleştiği tarihsel bir dönemdir.Sosyoloji, XIX. yüzyılda pozitivizmle eş anlama gelen bir bilimdir. XIX. Yüzyıl Osmanlı dünyasında da aynı anlam inşa edilmektedir. Ahmet Şauyb, Bedii Nuri, Ziya Gökalp, Prens Sabahattin, İsmail Hakkı gibi sosyologlar pozitivizm anlayışıyla toplum-politika analizlerine yönelmektedirler. Ulum-ı İktisadiye ve İçtimaiye(1909) ve Milli Mecmua(1917) bu söylemin en faal temsilcileridir. Sosyolojik pozitivizm aracılığıyla toplum kanunlarından, içtimai fenden, objektif toplum kurallarından, toplumsal ilerlemeden ve sosyolojinin siyasi değişmedeki öneminden bahsetmektedirler. Sosyolojik pozitivizm, Osmanlı toplumunun beka sorununu aşmak üzere sosyoloji bilimi aracılığıyla toplum yasalarından yararlanarak hareket etmek istemektedir. Bu yasaların nesnelliğinden yola çıkarak Osmanlı çöküş ve bunalımına müdahale ederek bilimsel bir çıkış bulacağına inanmaktadır. Sosyolojinin rehberliğinde siyasi düzenin yol haritası çizilmeye çalışılarak çeşitli siyasi projeler geliştirilir.
Bu bağlamda ilk sosyoloji çalışmalarının öncüsü Ahmet Şuayb, sosyolojiyi inkılabın ve muhafazakarlığın bilimi olarak açıklamaktadır. Comte’un sosyal statiğine karşı muhafazakarlı; sosyal dinamiğine karşı inkılap kavramını kullanmaktadır. Ona göre sosyoloji( hem inkılapçıdır hem de muhafazakardır. Toplumun geçmişini dikkate alarak aşamalı bir biçimde değişmesine ve böylece milletin ilerlemesine önerilerde bulunur. Pozitivizm yaklaşımın etkisiyle Spencer’in biyolojik evrim tezinden esinlenerek toplum da organizma olarak açıklanmaktadır. Örneğin Satı Bey, “ulum-ı tabiiye ile ulum-ı içtimaiyye arasındaki rabıta ve münasebetin ne kadar şiddetli olduğunu göstermek maksadıyla yazmağa başladığını’’ söylemektedir. Doğa bilimleri ile toplum bilimleri arasındaki ilişkinin yüksek düzeyde olduğu ve toplum ile organizmanın benzer özellikler taşıması da bunu ispatladığı gösterilmek istenmektedir. Biyolojinin etkisiyle toplum olaylarının açıklanması, aynı zamanda sosyolojinin biyoloji gibi pozitif bir bilim olduğu inancının bir yansımasıdır.
İkinci meşrutiyetin sosyolojik pozitivizmini temsil eden başka önemli bir isim de Prens Sabahattin’dir. Pozitivizme uygun bir yaklaşımla sosyolojiyi kanunları keşfeden, gözlem ve deneyim yöntemlerini kullanan bir fen olarak tanımlamaktadır. Ona göre toplum hayatımızda süren “hastalığın hakiki bir teşhisi”ni yapabilmek amacıyla olgular arasındaki ilişkilerde geçerli olan kanunları keşfetmek gerekmektedir. İlmi İçtima bu kanunları keşfederek istikbali kurtaracaktır. Prens Sabahattin , Osmanlı politik düzeninin yaşadığı beka sorununun yine sosyolojinin keşfedeceği toplum kanunlarıyla aşılabileceğini ileri sürmektedir. Ona göre mevcut toplum yapımızda mutlakıyet, meşrutiyet ve cumhuriyet gibi hangi siyasi yönetim gelirse gelsin devamlı siyasal tahakküme yol açmaktadır. Çünkü sorun toplumsal yapı sorunudur. Sosyoloji aracılığıyla toplum yapımızda içkin olan sorunları saptayarak ve toplum yapısının dayandığı kanunları bilimsel yöntemlerle analiz ederek ıslahat programlarımızı uygulamalıyız. Aslında İlm-i İçtima bu kanunları bulmuştur: Ademi merkeziyet ve şahsi teşebbüs. Prens, Anglo-Sakson sosyolojisinin keşfettiğini düşündüğü bu kanunlar aracılığıyla düzenlenecek Türk toplum yapısının beka sorununun aşabileceğine inanmaktadır. Bu yaklaşım tarzı, Anglo-Sakson pozitivizmini temsil etmektedir. Çünkü Anglo-Sakson sosyolojisinden yararlanarak toplum yasaları, bu yasaları yönlendirerek değişmeyi yönlendirme ve gözlem/deney yöntemlerinin sosyal bilimlerdeki geçerliliği üzerinde durulmaktadır. Sosyoloji bir “müsbet fen”dir ve kimya-fizik bilimlerinin müşahede ve tecrübe usulünü kullanmalıdır.
Türk sosyoloji ve siyasi çalışmalarında birbirlerine karşı alternatif olarak ileri sürülen ve otoriterliğin ürettiği sorunların çözümü için bir liberal alternatif çözüm olarak ileri sürülen Prens Sabahattin, pozitivizm konusunda dönemin bütün anlayışlarıyla birleşmektedir.
Osmanlının son döneminde etkili olan düşünürlerden Ziya Gökalp’e değinecek olursak, kendisi düşünce tarihi içerisinde oldukça önemli ve detaylı incelenmesi gereken bir düşünürdür.Bu anlamda da katkıları son derece önemlidir. Ziya Gökalp aslında Osmanlı içerisinde milliyetçiliği amaç edinmiş birisidir. İkinci meşruiyetten sonra karşıt kutuplar arasında bir ahenk yakalamaya çalışması onu son derece önemli biri yapmıştır. Yazı hayatına girdiği dönemde kendisi Namık Kemal gibi düşünmekteydi. Osmanlı milletini tıpkı Amerikan milleti gibi birbiri ile farklılıkları olsa da vatan millet olgusunda daima birlik olması hususunda benzer görüyordu. Onun siyasi felsefesi genellikle akıl unsuruna dayanmaktaydı. Ve dönemin gerektirdiği gibi pozitivizme asla karşı değil aksine pozitivist akılla çözülmeyecek hiçbir şeyin olmadığını söylüyordu tüm bunlar Osmanlı düşüncesine katkı yapmak için ortaya atılan fikirlerdi. Avrupa dayanaklı kitapları daima okunmasını istemiş ve bununla beraber Türk içtimai bilimin var olması ve akıl yürütme ile ilgili çıkarımların yapılmasını savunmuştur. Kendisi bir sosyolog olarak Osmanlı milletinin sosyolojisinin tahlili peşine düşmüş ve açıklamaya çalışmıştır. Bunun sonucunda Osmanlı için aslında bir çok fikrin hislerin ve buhranların nedeni yaşanılan bu karışık fikirlerin çok yoğun olmasıdır . Böylelikle toplum oluşturma düşüncesi açığa çıkıyor
Osmanlının ihtiyacı olan şey kesinlikle toplum ilminin olmasıdır. Böylelikle dil, meslek, gibi ayrıcalıklardan çıkan kötü fikirleri bir kenara bırakıp, onların yerine sağlam fikirler koymak birinci amaç olmaktadır. Ortaya konan bu düşüncenin oluşmasındaki ana etkense ilim olmasıdır. Ziya Gökalp toplum ilmi açıklarken de bir başka tutumda bulunan Osmanlının ırk kavramına bakışını eleştiriyor ona göre Osmanlı devleti kendi içerisinde yaşayan her ırkı yani kan kardeşi olmayan her toplumu can kardeşi yapmaya çalıştılar ve büyük hataya girdiler ve Osmanlı Türk olma kimliğini bu şekilde kaybettiler. Artık Osmanlı devleti Türk değil Osmanlıydı. Bu yetmez gibi Türkçenin üzerine kurulan Osmanlıca dili hakim olmaya başladı ve artık toplum içerisindeki insanların kendilerini Türk olarak görmemesi gerçeği ortaya çıktı. Bu hususta ziya Gökalp Türkçülüğü savunmaya başlamıştır.
Dil anlamında, Türkçülük onun için ön plandaydı ve eskiden olan Türkçeyi yeni gramer yapısıyla yeniden düzenlemeye hatta var olan resimleri de Türkçeleştirmeye çalışmışlardır. Tüm bu ortaya konulan çaba Gökalp için gerçek bir düşünce oluşturma çabası idi ve bu hususta felsefenin ne kadar önemli olduğunun farkındaydı lakin Osmanlı döneminde felsefenin gereği gibi öneme sahip olmamasını eleştiriyordu. Çünkü felsefe onun için antik yunan dönemindeki anlamıyla var olmalıydı. Bu demek oluyordu ki tüm müspet ilimler aslında felsefi düşüncelerin içerisinden çıkmış ve kendini başka bir disiplin ilan etmiştir. Elbette tüm bunlar gelişen dünya düzeninde olması gerekenlerdi fakat atlanmaması gereken tek konu felsefenin geri plana atılmamasıydı.Artık onun ilgilendiği nokta ahlak olmalı ve çok mühim öneme tabi sahip olmalıdır. Artık görüngüsü olan tüm varlıklar yerinin metafizik dünyaya bırakmıştır bu perspektiften incelendiğinde değer dediğimiz olgu dış dünyadaki nesnelere değil zihnimizdeki gerçekliğe dönüşmüştür. Geçmişte var olan felsefe sadece metafizik alanla uğraşıyordu. Lakin günümüzde artık felsefe toplum değerleri ile uğraşmaktadır. Ve gerçek felsefe zihinden çıkan değerin pozitivist dünyada toplumun anlaşılması için kullanılmasıdır. Şöyle bir açıklık getirirsek yeni felsefe insanın sınırlarındaki toplum işleyişindeki yaratma gücünü mümkün kılan bir olgudur.
Gökalp düşüncesinde, siyasi bir devrim yapıp sonrasında sosyal bir hazırlık içerisine girmek istiyor. Aslında bu yeni hayat kurma çabasıdır ki istenilen hayatta yeni iktisat, yeni felsefe, yeni sanat, yeni ahlak, yeni hukuk, toparlandığında ise yeni siyaset kurmak gerekmektedir. Eski hayatı değiştirmek yukarıda belirttiğim bir takım yeni isteklerin gerçekleşmesi ile mümkün kılınır. Lakin insanların kafalarında bu yeni düşünce hemen benimsenmez yeni oluşacak bir düzen halkın çoğunluğunda yeni bir yaşam tarzının isteğiyle mümkündür. Zannımca günümüze uyarladığımızda parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçiş çoğunluğun arzusunun ışığında olmalıdır. Ki daimi olsun başkanlığı benimsemeyen bir toplum ileride buna karşı bir refleks gösterecektir. Bunları toparladığımda Gökalp’in birinci dönemi Osmanlı milliyetçisi olarak gözükürken ikinci dönemi yoğun olarak Türkçülük tarafındadır. Onun amacı Türkleşmek ve İslamlaşmak lakin bunların yanında muasır medeniyet seviyesine çıkmaktır. Ve bunun nezdinde toplum sınıflandırması yapıyor. Böylelikle yüksek hayati güç sahipleri ki bunlar bedenen ve kafa yapılarında göre oldukça güçleri yüksektir, orta derecede hayati güç sahipleri ki bunlarda kafa bakımından yüksek beden bakımından düşük güce sahip olanlar birde hem kafa hem de beden olarak düşük olan hayati gücü az olanlar vardır. Birinci sınıfta şehir dışında yaşayan zengin çiftçiler ikinci sınıfta şehirde yaşayan aydınlar ve son sınıfta da köylerde yaşayan işçi gibi bilgisiz insanlar bulunmaktaydı.
Ziya Gökalp sınıfsal ayrımları oldukça çeşitlendirip anlatmıştır. Lakin burada detaylarına inmem soru bütünlüğünü bozacağından onlara değinmiyorum. Ama değinilmesi gereken bir konu vardır ki oda toplumun içerisinden büyük adamların çıkması gerçeğidir fakat her dönemde büyük adam çıkması beklenemez bir buhran bir sıkışmışlık bir savaş anında çıkan büyük adamlar iki noktada birbirinden ayrılırlar, reformcular ve icatçılar. Reformcular dediğimiz, duyguların benzerliğinden doğan dayanışma üzerinde dururken icatçılar, işlerin bölünmesinde meydana gelen dayanışma üzerinde dururlar. Birincisine baktığımızda tüm Arap birliğini birleştirme çabasında olan insanlardır ikinci olanlar ise işler ve duyguları birbirinden ayıran kişilerdir. Elbette tüm bunların yanında ahlaki anlamda da bir takım düşünceye sahip olan Gökalp, iki kural belirler.Bu kurallarda belirti ve yükümlülüktür. Şöyleki ahlaki kurallara uymadığımızda kötüleniriz, eğer uyarsak toplum tarafından beğeniliriz. Ve yükümlükten doğar yükümlü isterse bu davranışta bulunur içgüdüden gelen bir olgu değildir. Toplumlar farklı olduğu içinde herkesin ahlakı farklı ilerler ve sosyal hayatı da buna göre şekillenir. Ziya Gökalp, düşünce sisteminde oldukça çok tanımlamalara yer vermiştir. Bu tanımlamalar içerisinde millet, devlet, ümmet, halk gibi kavramlar vardır aslında yapılan tanımlamalar yeni oluşacak siyasi hayatında, toplumunda, devletinde önünü açmıştır. Bu bağlamda Gökalp’e göre, insan hala akıllı bir ölçütte yaşamalı ki toplumunda ilerleyişinde katkısı olsun, elbette bunun yanında ideal tutumda önemlidir. Yine onun için önemli bir nokta Turanlık düşüncesidir. Turanlık, Türklerin ideal vatandır. Türklerin oturduğu, Türkçenin konuşulduğu her yer onun için totalde turandır. Vatan uğruna ölümü göze alacak kadar önemli bir kutsallığa sahip yerdir. Bu bağlamda fert olma ve kişi olma hususuna da değinir. Fertlik, onun için biyolojik bir olgudur ama kişi olmak, soysal hayatın ifadesidir. Böylelikle insanları mutlu kılmanın da biyolojik ihtiyaçlarını karşılamak değil ideal geliştirmesine bağlı olarak yaşam içerisinde bulunmasına odaklar. Belirtilen ideal yaşantıda çağdaş toplumu oluşturmak için oldukça önemlidir çünkü çağdaş bir toplum idealleri doğrultusunda yaşayan lakin ilmi doğrultularının asıl etkeni yapan ve hurafelere rest çekmek gerekmektedir.
Son bağlamda Cumhuriyet dönemine değindiğimizde aslında Türkiye modernleşme bakımından süreç olarak iki yüzyıldan fazla bir zaman dilimini içerisinde barındırır. Bu süreç tazminatla başlayıp birçok alanda yeniliğe sebep olmuştur. Cumhuriyetin beraberinde gelen reform ve inkılaplar dini açıdan hukuki ve siyasi alanda rol sınırlandırmasına sebep olurken vatandaşlık Türk kimliği etrafında şekillenmiştir. İlk başlarda da bahsettiğim gibi modernleşme hususu cumhuriyet döneminde de devam niteliği taşır. Yani modernleşme çabasını biz burada da görebiliyoruz.
Cumhuriyet döneminde Bergson’un hayat anlayışı oldukça önem taşır niteliktedir. Bana göre çağdaş felsefi akımların en önemli meselesi tüm yaşamın barındırdığı düşüncedir. Bergson’a göre, bilimsel bilgi araç olarak zekayı kullanır felsefi bilgi ise araç olarak sezgiyi kullanır. Zeka da ayrı bir bilme aracı vardır. Zeka ya ampirizm ya da rasyonalizme dayanarak bilgi üretir. Ama hayatı kavramamız açısından zekanın çok fazla iş görmediğini belirtmiştir. İşte bu noktada felsefi bilgi devreye girer. Çünkü zekanın madde ve dış evren üzerinde işlem gördüğünü çok rahat söyleyebiliriz. Hayatın tam içerisinde geldiğimiz noktada sezgiye ihtiyaç duyarız. Bu noktada Bergson’un felsefesi bir oluş felsefesidir. Tüm gördüğümüz varlıklar tamamen oluştan ibarettir.
Bergson oluştan yola çıkarak hürriyetinde tamamen oluşun bir görünümü olduğunu vurgulamaktadır. Öyleyse evreni bu noktada statik hale getiren zekadır. Böylece Bergson felsefesinde zekanın konumu zamanı mekanlaştırmak olarak gözükmektedir. Bu durum dinamizmden statik bir duruma geçişi resmeder. Bu zaman anlayışını benimsemeyen Bergson yeni bir zaman anlayışı geliştirir. Hakiki zamana, süre der. Süre ise oluşun hürriyetidir. Böylelikle süre, oluş, hürriyet bir ve aynı şeydir. Ve belirlemiş olduğu zaman anlayışından çıkarak daha sonrasında ahlak ve din anlayışı belirlemiştir. Ona göre metafizik, sanat, bilim hepsindeki icatların kaynağında sezgi vardır. Sezgi gerçek bilginin, gerçek sanat ve felsefenin temel kaynağıdır. Sezgi, sezmek dediğimiz bir fiildir. Yani bir şeyi seziyorum dediğimizde o bize net açık bilgi vermez. Ancak Bergson’un belirlediği sezgide bunu göremeyiz aksine net açık bilgi alırız. İkinci bir anlamı onun sezgisinde algılayamayız. Sezgi ona göre, zeka ile içgüdünün kaynaşması ile mümkündür. Zeka canlı evrimde ki insanın en üst şeyi lakin içgüdü dediğimiz şey diğer canlılarda da vardır. Bu yüzden sezgi bu ikisinin ortak birleşimi sonucunda elde edilir. Böylelikle sezgiyle realitenin özünü kavrarız. Hayatımıza yön verende sezginin kendisidir. Ve sezgi yaşamımızın kaynağıdır. Sezgi dediğim olgu, en basit şeylerde bile kendini göstermektedir. Hayatımızın tüm alanlarında belirlediğimiz eylemlerimizin arkasında sezgi var diyemeyiz. Ama çoğunluğunun sezgi tarafından belirlendiğini çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Sezgi yaptığımız eylemleri belirlerken asla zekanın karşısında olmaz hatta ondan faydalanmak zorunda kalır aksi durumda içgüdü olarak kalmak zorundadır. O halde tam bir sezme için hem zekaya hem içgüdüye ihtiyaç vardır. Bergson’a, göre hayatın kendisi yaratıcı bir evrimdir. Yaşam, bu evrim içerisindeki yukarıda da belirttiğim oluşun kendisidir. Bu bağlamda hayat tamamen sezgi ile anlaşılmaktadır. Ve yaşamın akışını bu noktada kontrol eden hayat hamlesidir. Hayattaki hürriyet ancak bu şekilde olmaktadır. Ve hürriyeti bize sunacak olan tamamen sezgidir.
Türkiye’de yeni dönem düşüncesinin Yeni Türk edebiyatı kadar kurumsallaşmadığını söyleyebiliriz. Hilmi Ziya Ülken ‘in Türk Felsefe Cemiyetinin kurulmasında ve dergicilik ve yayın faaliyetlerinde büyük rolleri vardır. Bahsi geçen kıymetli düşünürlerimizin Türk düşünce hayatına katkıları göz ardı edilemez. Mesela metafiziğin sorgulanması felsefe tasarımının incelenmesine sebep olmuştur ve bu sebeple de materyalizm, spiritüalizm, idealizm, naturalizm, pragmatizm, bergsonizm gibi akımlar irdelenirken zorunlu olarak felsefe anlayışları ve metafiziğe bakış açıları da irdelenmiştir. Kısaca Türk düşünce hayatı içerisinde felsefeyi, medeniyeti, devleti, hukuku, bilimi tarihinin her anında içinde barındırmıştır. Bu yüzden bizim geçmişten bu yana birikim sahibi olduğumuzu, düşünürlerimizin bu birikimi yeterince ifade ettiğini rahatlıkla görebiliyoruz. Bu yüzden felsefe anlamında tıpkı Ahmet Mithat’ın da söylediği gibi felsefe bizde hep vardı sadece bazılarımız bunun bilincinde değildi. Bu da demektir ki tarihin her anında bilinçli bir şekilde var olduğumuzu idrak etmeliyiz ve kendiliğimizin farkına vararak onu koruma zorunluluğunu idrak ederek nesiller boyunca bilinçli ve sağlam bir şekilde ilerleyebilelim. Aslında 1876 yılından itibaren başlayan bu fikri süreç yeni Türkiye’nin fikri tartışmalarının zeminini hazırlamıştır yukarıda belirttiğim şekliyle bütün bir yapı fikir temelinde cumhuriyet döneminin milliyetçilik bunun üzerinden Mustafa Kemal’in ortaya koyduğu halkçılık, cumhuriyetçilik, inkılapçılık, laiklik ve devletçilik ilkelerini görüyoruz. Böyle bir hareket belirtilen şekliyle 1876’dan başlayan ve günümüze kadar gelen tüm süreci kapsamaktad
KAYNAKÇA
Ahmad, Feroz (1995). İttihat Ve Terakki (1908-1914), Çev. Nuran Ülker, İstanbul: Cem Yayınevi.
Akyüz, Kenan (1983). "Türk Derneği", Devlet Kitapları, Cilt 32, Ankara
Akyüz, Yahya (1985). Türk Eğitim Tarihi, Ankara: Ankara Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları.
Babalıoğlu, Ali. (1994). Faşizm. İstanbul: Bds Yayınları.
Bilgin, Vecdi (2000). "Gerileme Ve Çöküş Dönemlerinde Osmanlı Zihniyeti, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Miras Kalan Sosyal Karakter Üzerine Bir Deneme", Osmanlı Ansiklopedisi, Ankara: Yeni Türkiye, Cilt 7.
Felek, Burhan (1974). Yaşadığımız Günler, İstanbul: Milliyet Gazetesi Yay.
Güngör, Erol (1980). Dünden Bugünden, Tarih – Kültür - Milliyetçilik, Ankara: Ötüken Yayınları
İnalcık, Halil (1993). "Osmanlılarda Batı'dan Kültür Aktarması Üzerine", Osmanlı İmparatorluğu Toplum Ve Ekonomi, İstanbul: Eren Yayıncılık.
İnalcık, Halil (1998). "Türkiye Ve Avrupa: Dün-Bugün", Doğu-Batı Düşünce Dergisi, Yıl 1, Sayı 2.
Mardin, Şerif (1986). "Tanzimat'tan Cumhuriyet'e İktisadi Düşüncenin Gelişmesi, 1838-1918", Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 3, İstanbul: İletişim Yayınları
Macciocchi, Maria. A. (2000) Faşizmin Analizi, Çev.Cemal Süreya, İstanbul: Payel Yayınevi.
Mussoloni, Benito. Faşizm, Faşist Devlet. Çev: Mine Tekin, İstanbul: Toker Yayınları. 1998
Michel, Henri. (2011). Faşizmler. Çev Fisun. Üstel, İstanbul: İletişim Yayınları.
Toprak, Zafer (1984). Türkiye'de "Milli İktisat" (1908-1918), Ankara: Yurt Yayınları
Yeni yorum ekle