Türk Türklük Türkiyelilik
Toplum felsefesinin önemli konularından birisi millet olgusunun açıklanmasıdır. Millet,“var olan bir olgu mudur yoksa düşünülen, hayal edilen, tasarlanan bir kurgu mu” sorusuna düşünürlerin farklı cevapları vardır. Millet diye bir gerçekliğin olmadığını kabul eden evrenselci ideolojiler de vardır. Toplum felsefesi literatüründe bu tartışmalarla ilgili pek çok eser bulmak mümkündür. Özellikle 19. Yüzyılda bir taraftan millet temellendirmesi yapan görüşler, diğer taraftan evrenselci yaklaşımlar bir aradadır. Bu dönem adeta düşünce dünyasındaki paradokslara örnek oluşturur.
Millet, modern çağ öncesinde ilgi duyulan bir gerçeklik değildir. Dünyada yaşayan insan türü tarihi süreçte birbirinden farklı özelliklere sahip topluluklar halinde varlığını sürdürmektedir. Kendileriyle ilgili bir sosyal kimlik şuuru kayıtlarda görünmemektedir. Çeşitli girişimler sayesinde devletleşmeler vardır ve bu devletleşmeler genellikle girişimci grubun mührünü taşımaktadır. Asya içlerinde örgütlenen Türk boylarının kurduğu devletler bu özelliği taşır. Bazen milliyet olarak aynı kökten gelenlerle bazen yabancılarla savaşırlar. Bir millet bilinci söz konusu değildir. Toplum felsefesinde çok kullanılan sözleşme kuramlarına delil teşkil edecek şekilde devlet ile toplum iç içedir. Ama buradaki toplum millet ile özdeş değildir.
Milletin fark edilmesi ve siyasal örgütlenmenin merkezine alınması modernleşme dönemine bağlıdır. Yeni Çağ Avrupa’sında siyasal kargaşasının en önemli konusu, Kilise’ye ve dolayısıyla dine teslim olmuş veya oradan güç alan hanedanlıklar/krallıklar meselesidir. O dönemin siyasal meşruiyeti dine dayalı görünmektedir ve Avrupalı modern düşünürler bundan kurtulmak istemektedir. Sekülerizm her alanda ilgi görmektedir. Felsefede, bilimde, siyasette, ekonomide, sanatta insanlar artık kendileri (insan) için faaliyet sürdürmeyi seçtiler. Kilise’ye ve dine mesafe koydular. Devlet yapılanması için de dine dayalı olmayan bir olgu ile yönetimin meşruiyetini sağlamaları gerekiyordu ve buldukları temel toplumların millet olma özelliği oldu. Millet artık siyasetin, felsefenin, bilimin konusuydu.
“Millet nedir?” sorusu üzerinden düşünme eyleminde bulunan filozoflar, siyasetçiler, sosyologlarkonuyu enine boyuna tartışmaya başladılar ve ortaya çok zengin bir literatür çıktı. Türkler bu tartışmaya imparatorluğun son asrında katıldılar. Önce dilde Türkçülük hareketiyle Türkçe üzerinde ilgi yoğunlaştı. Sonra siyasal Türkçülük hareketiyle tartışma millet tanımlaması üzerinde yoğunlaştı. Türk, Türklük, Türkiyelilik kavramları gündemimizde yer aldı. O gün bugündür bu konularda tartışmalar tekrar tekrar alevleniyor. Zihinlerde tam olarak yer edemediği anlaşılıyor. Bu konularda tekrar tekrar yazmak gerekiyor. Biz Osmanlı mıyız, Müslüman mıyız, Türk müyüz yoksa Türkiyeli miyiz sorularına cevap arıyoruz. Peki cevabı nerede arayabiliriz? Tabii ki içinde yaşadığımız toplumsal ve tarihsel gerçeklikte…
İçinde yer aldığımız toplumsal ve tarihsel gerçeklik bize bir kimlik tanımlaması veriyor. Buradan başlayabiliriz. Bir hanedan devleti de olsa Selçuklu Türklerden oluşan bir yapıya sahiptir. Bağdat’a geldiklerinde Türkler geldi diyerek nitelendiriliyorlar. Konuştukları dil Türkçe, yaşadıkları kültür unsurları Türklük simgesi olabilecek özelliklere sahip. Örneğin kılıçları ve okları bile Türk olduklarının işareti gibi. Bilimsel iz sürmek bakımından burası son derece önemli ve pek çok veri ile desteklenebilir. Selçuklu orduları batıya doğru ilerledikçe karşılaştıkları farklı halklar ile ayrı bir özelliğe sahip oldukları ortaya çıkıyor. Karşılarında Farslar, Araplar, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler gibi farklı kimlikte topluluklar çıkıyor. Aslında Türklüklerini idrak edebilecekleri bir süreç yaşanıyor. Yazılı kaynaklara yansımadığı için ne kadar fark ettiklerini bilmiyoruz. Yabancı kaynaklardan öğrendiğimiz Selçuklunun ele geçirdiği topraklara bir müddet sonra Türklerin ülkesi anlamında Türkiye dedikleri şeklinde. Bu anlamda Türkiyeli bir millet kimliği değil bir ülke kimliğini ifade ediyor.
Orta Çağ hanedanlık devletleri için millet kimliğinin bir değeri olmadığını biliyoruz. Bu durum, bazı farklılıklar olsa da Avrupa için de Asya için de benzer. Devletler belli bir hanedanın iktidarı ile kurulur ve büyür. Büyüyen devlet daha çok toprağa egemen olmak ister. Bu topraklarda yaşayan ve çalışan insanlar o devletin doğal köleleri gibidir. Bu insanların da başında yöneticileri olabilir. Avrupa feodalizminde bunlar derebeylik olarak adlandırılır. Doğunun bazı kesimlerinde aşiret veya boy yapılanması söz konusudur. Bu tür yapılarda devletin egemenliği altındaki insanların pek kıymeti yoktur. İnsanın kıymetinin arttığı dönem devlet yapılanmasının değiştiği dönemdir. Bu dönemde artık millet önem kazanmıştır ve yeni modern devletin üyesi insanlar eşit vatandaş olarak kabul edilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti bu model bir yapılanma ile kurulmuştur. Üyeleri eşit vatandaş statüsünde ve bir milletin üyesi olarak kabul edilmiştir.
Literatürde yeni modern devlet “üniter-ulus devlet” olarak adlandırılır. Artık hanedanlık yönetimindeki imparatorluklar yerine, millet egemenliğine dayanan üniter-ulus devlet modeli geçmeye başlamıştır. Modern dünyanın dışında hayat sürdüren monarşiler bile yapmacık da olsa sözde cumhuriyet ilan etmek zorunda kalmışlardır. Ulus devletlerde millet temel birim olarak kabul edildiği için tanımlaması resmi belgelere dayandırılmıştır. Örneğin Fransa Cumhuriyeti vatandaşları Fransız milletinden kabul edilir anlayışı Türkiye için model oluşturmuştur. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları Türk kabul edilir anlayışı ilk anayasamıza ve kurucu liderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün konuşmalarına yansımıştır. “1924 Anayasası Madde 88- Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur.” Bu anlayış milleti siyasal mensubiyet ile güçlendirmektedir. Ama millet sadece devlet vatandaşlığına dayalı değildir.
Türklerin egemen olduğu ve içinde yaşadığı Osmanlı Devleti yıkılınca aynı milletin evlatları maalesef savrulmuş durumdadır. Dolayısıyla milletin bazı fertleri T.C. vatandaşı olamamıştır. En çarpıcı örneği Lozan’da Müslüman azınlık olarak kabul edilen Batı Trakya Türkleri, Trakya ve Anadolu Türklüğünün doğal parçasıdır ama Yunanistan vatandaşıdır. Benzeri şekilde Ortadoğu bölgesinde Osmanlı Devleti’nin güvenlik sigortası olan Kerkük ve Halep gibi yoğun Türk nüfusunun yaşadığı bölgelerde kalan Türkler için de aynı durum söz konusudur. 20. Yüzyıldaki gelişmeler Türkler için farklı olaylar ve olgularla farklı manzaralar ortaya çıkartmıştır. Sadece T.C. vatandaşlarını Türk milleti olarak tanımlamak çok ciddi haksızlıklara ve mağduriyetlere yol açacaktır. Konu çok boyutlu olarak bilimsel araştırmalar ve felsefi analizlerle ele alınmalıdır.
Odak noktası millet olarak Türk tanımlaması olmalıdır. Çünkü Türklerin toplumsal ve tarihsel gerçekliği kendine özgüdür ve bu özgünlüğü yakalayacak yaklaşımlara ihtiyaç vardır. Kerküklü bir Türk ile Harputlu bir Türk arasında nasıl bir ayırım yapabilirsiniz ki? İkisinin de seslendirdiği Türküler aynı tınıda ve tarzdadır. Söyledikleri türkülerde aynı milletin evlatları olduğunu görürsünüz. Bu durumda Türklüğü tanımlarken iz sürmemiz gereken yerin kültür olduğunu görürsünüz. Bu bağlamda Abdurrahman Kızılay, Mehmet Özbek, Fatih Kısaparmak bize Türklük tanımlaması için sağlam veriler oluşturur. Türklüğün tanımlamasında elbet Türkçe temel bir faktördür ama Türkülerin varlığı da ihmal edilmeyecek önemdedir. Bakü’den seslenen Zeynep Hanlarova, Doğu Türkistan’dan seslenen Abdurrehim Heyıt türküleriylebize mesaj verir gibi hatırlatma yapar.
Millet olarak Türk ve Türklük konusu yüz yıldan fazla süredir entelektüel gündemimizdedir. Osmanlı olmanın millet olmadığını acı tecrübelerle öğrendik. Dinin bir kardeşlik hukuku yaratmasına rağmen bir millet oluşturmadığını da gördük öğrendik. Osmanlıcılık ve İslamcılık bu anlamda Devleti Aliyye’yi ayakta tutmaya ve kurtarmaya yetmediğini gördük. Türklerin kendi kaderlerine sahip çıkmak ve varlıklarını sürdürmek, dertlerine derman olmak, problemlerini çözmek zorunda olduklarını idrak etmeleri biraz zaman aldı. Osmanlı’nın zor günlerinde İstanbul’da toplanan bir avuç aydın Türklerin kurtuluşunu Türkçülükte gördüklerini yazdılar, anlattılar ve örgütlendiler. 1911 yılında Türk Yurdu Cemiyeti ve dergisi kuruldu. Ardından 1912 yılında Türk Ocakları açıldı. Dünyada gittikçe mağduriyetleri artan Türklerin önde gelenleri birlik olursak yeni bir güç oluşturabiliriz ümidiyle Türkçülüğe sarıldı. Kimse diğerinin etnik kökenine bakmadı. Türkçülük bu bağlamda hüzünlü bir harekettir. O dönemdeki Türkçülük dünyadaki soy ve dil olarak Türk kökenli halkları bir millet olarak görmek ister. Fakat bu yaklaşım o günün şartlarında siyasal olarak örgütlenmeye uygun değildir. Dünya şartları buna izin vermez.
Birinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra ortaya çıkan şartlar gerçekçi politikalar sürdürmeyi gerektirir. Tarihi şartlar ne Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmaya ne de bütün dünya Türklüğünü Turan adı altında toplamaya izin vermektedir. Bu durumda İstiklal Savaşı en gerçek sosyal-siyasal olgu olarak yeni bir devlet kurmaya imkan vermektedir. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları bunu değerlendirip yeni devleti modern üniter ulus devlet olarak ilan ederler. Buna uygun bir millet tanımlaması gerekmektedir. Sosyolojide Gökalp’ten sonra Hilmi Ziya Ülken ve bazı düşünürler milleti Anadolu üzerinden temellendirmeye çalışır. Memleketçilik adı da verilen bu akıma göre Anadolu topraklarına 1071 yılında gelmiş olan Selçuklu ile başlayan serüven bizi birbirimize yakınlaştırmış ve millet olmamızı sağlamıştır. Buradaki güçlü noktalardan birisi vatan, birisi tarih, birisi de halk kültürüdür. Millet bunlara bağlı olarak tanımlanır. Ülkeye özel bir vurgu yapılır.
Bir ülkede yaşayan insanların bir millet olarak kabul edilmesi modern dönemin kazandırdığı bir modeldir. Modern siyasal yaklaşımlarda toprak, bayrak, halk ve devlet bir toplumda doğan kişilerin hem resmi hem de toplumsal kimliğini oluşturduğu kabul edildi. Batı düşüncesinde bunu felsefi ve sosyolojik olarak temellendirmeye yönelik çok sayıda kuram geliştirildi. Bu kuramlar sonuçta birer iddia içermekte ve tartışmaya açık durumlarını muhafaza etmektedir. Millet konusunda mutlak kabul edilebilecek tanımlamalar pek mümkün görünmemektedir. Her milletin farklı tarihsel serüveni ve hikayesi o milletin oluşumunu etkilemektedir. Türk milleti de dünya milletleri arasında çok farklı ve özgün bir süreç içindedir. Türkiye için yapılacak analizler son asırlarda yaşanan tarihsel ve kültürel gerçekliklerle değerlendirilmelidir.
Türkiye modern dönemde Türk ifadesini çok net bir şekilde öne çıkartmış durumdadır. Buna sebep Batı Türklüğünü oluşturan ve temsil eden büyük bir imparatorluğun yıkılmasıdır. Bu yıkılış son derece önemli toplumsal sonuçlara yol açmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son asırlarda en çok savaştığı devlet olarak Çarlık Rusya ve hinterlandındaki Türkler ve diğer farklı etnisitelere mensup Müslümanlar mağdur durumdadır. Bu vesileyle Osmanlı topraklarına kitlesel göçler yaşanmıştır. Bu göçmenler arasında Kırım, Kafkasya, Azerbaycan önemli bir nüfus oluşturur. Sonrasında Balkan bozgunu daha büyük göç dalgasına yol açmıştır. Türkiye’deki Türk milletinin oluşmasında yerli Türkler yanında göçmek zorunda kalan farklı etnisiteler ciddi etkili olmuştur. İstiklal Savaşı esnasında bunun yansıması görülür. Anadolu toprakları yeni dönemde tam anlamıyla harman yeri veya kaynayan kazan gibidir. Türkler Anadolu’ya geldikten sonra Rumlarla ve Ermenilerle uzun asırlar boyunca karışmadan yaşamışlar. Fakat son asırlarda kendi soydaşları ve dindaşlarıyla kaynaşarak hemhal olmuşlardır. Böyle bir toplumsal yapıya ortak isim olarak Türk milleti denmesi ve ortak bir üst kimlik oluşturulması son derece yerindedir. Dolayısıyla Türkiye Türklüğünü yaşanan bu gerçeklik üzerinden değerlendirmek gerekir.
Türklüğün oluşumu tarihsel ve kültürel bir süreçtir. Bu süreçte yaşanan olumlu veya olumsuz hatıralar Türklüğün şekillenmesinde etkilidir. Bunları tarihi süreçteki olaylarda ve kültürel izlerde takip etmek mümkündür. Bu bağlamda Türklük dünyadaki belki en zengin etkileşimli milletleşme örneklerinden birisidir. Örneğin tarihi ticaret yollarında yapılan ekonomik alışveriş yanında muazzam bir kültürel etkileşim görülür. Bu etkileşim Türk tecrübesinin, siyaset anlayışının ve kültürünün şekillenmesinde önemli roller oynar. Mimari eserlere bakarak bunun etkilerini açık olarak görmek mümkündür. Türk camileri, Türk hanları, Türk hamamları, Türk damgaları bu izlerin takip edilebileceği veriler içerir. Sonuçta Türklük bir soy meselesi olduğu kadar bir tarih ve kültür meselesidir. Gökalp’in yüz yıl önce söylediği ilke hala geçerlidir. Türk harsı (kültürü) içinde terbiye gören her fert Türk olur, Türk milletinin bir parçası olarak kabul edilir. Mustafa Kemal Atatürk’ün veciz ifadesindeki “Ne mutlu Türküm” diyebilenler Türk’tür. Türkiyeli milleti yoktur, Türk milleti vardır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak bunun resmi olarak belgelenmesidir.
Yorum
Türk milleti
Kaleminize yüreginize sağlık kıymetli hocam..
Teşekkür ederim Nefise hocam…
In reply to Türk milleti by Nefise Yuksel (doğrulanmamış)
Teşekkür ederim Nefise hocam, görevimizi layıkıyla yapabilirsek ne mutlu bize. Sizin teşvikleriniz çok kıymetli...
Teşekkür ederim Nefise hocam…
In reply to Türk milleti by Nefise Yuksel (doğrulanmamış)
Teşekkür ederim Nefise hocam, görevimizi layıkıyla yapabilirsek ne mutlu bize. Sizin teşvikleriniz çok kıymetli...
Hocam yazıyı okuyunca aklıma…
Hocam yazıyı okuyunca aklıma Can Yücelin "Sanmayın geldikleri gibi gittiler. Kimileri itini bıraktı, kimileri de piçini...' dizeleri geldi. Bunların bu milletle ve Türk ile helalleşmeleri gerekiyor. Ama eğitimle ama eğitimle...
İlginiz için teşekkür ederim…
In reply to Hocam yazıyı okuyunca aklıma… by Melisa Türkgücü (doğrulanmamış)
İlginiz için teşekkür ederim Melisa hanım. Eğitim önemli tabii... Bence gidenlerin bıraktıklarından çok bilinçsizlik var bizim insanımızda...
Hocam nasıl bir ihanettir…
Hocam nasıl bir ihanettir. Anlamak istiyorum neresinden baksan tutar yanı yok. Almayalı, İngiltereli, Fransalı, Yunanistanlı yok ama Türkiyeli var... Hangi dil hangi anlayış... Ne yazık ki bu oyuna gelen sözde TV programı yapan Türk aydınları da var.
İlginize teşekkür ederim…
In reply to Hocam nasıl bir ihanettir… by Kevser Atılgan (doğrulanmamış)
İlginize teşekkür ederim Kevser hanım. Sabırla bilinçlendirme mücadelesini sürdüreceğiz. Yazacağız, okuyacağız, anlatacağız...
Yeni yorum ekle