Fars Edebiyatında Tasavvuf Konulu Kahramanlık Anlatıları

Akademik

Fars Edebiyatında Tasavvuf Konulu Kahramanlık Anlatıları


Prof.Dr. Nimet Yıldırım

Günümüzde araştırmacıların önemli bir kısmı, tasavvufun kökenleri ve temel dayanaklarının ne Hindistan ve ne de Yeni Eflatun felsefesinden alınmadığı, birçok özelliğinin eski İran yöresel mistik anlayışlarından beslendiği kanısındadırlar. Tasavvufun temelinin gerçekte ruhun ilahi kaynağından ayrılması ve her zaman o ayrıldığı yere şiddetli dönme arzusuyla yaşadığı ve sonuçta da onda fenaya erişmeği yok olmayı istediği felsefesinden oluşmaktadır. Mevlanâ’nın, Mesnevî’nin ilk beyitlerinde anlatmak istediği de budur: 
Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor,
Ayrılıkları nasıl anlatıyor:
Beni kamışlıktan kestiklerinden beri,
Feryadımdan erkek kadın herkes inledi.
Aslından uzak düşen kişi,
Yine vuslat zamanını arar durur.  
Bu anlayış eski İranlıların düşünceleri ve dinsel inanışlarında açık bir şekilde görülür. Mitra’ya tapanlar, insan ruhunun tanrının bir parçası olduğu, dinin gizemli dünyasında tanrının koyduğu kurallara uyanların ruhlarının sonuçta tanrıya erişeceği kanısını taşırlar. Eski İran dinlerinin çoğunda insanın bir tür ateşten yaratıldığı, sonuçta dünya hayatında yapısına karışarak iç dünyasına giren şeytandan kurtularak yine en aydınlıklara erişeceği inanışı yaygındır. Bu inanışların örnekleri ve yansımaları eski İran kutsal kitaplarında yer alır. Örneğin eski İran’a ait Mazdeist eksenli metinlerden Ardavirâfnâme’de; bir insan olmasına rağmen Ardavirâf’ın değişik gök tabakalarından nasıl geçtiği, yolculuğu sonunda Ahura Mazda’nın huzuruna nasıl vardığı, onu görme ve onunla karşılıklı konuşma şerefine nasıl erdiği anlatılmaktadır.  İran tasavvufunun kişiyi eriştireceği son nokta, tanrıya yükselme, onunla bir olma ve fena makamına erişmedir. Bu yükselişin en güzel örnekleri ruhun gök tabakalarını ve makamları tek tek aşarak hedefine ulaştığı Senaî-yi Gaznevî’nin (ö. 525/1130) Seyrü’l-İbâd ile’l-me’âd adlı eserinde görülür. Benzeri özellikler Ardavirâfnâme’de de vardır. Feridüddîn-i Attâr’ın daha sonra kaleme aldığı Mantıku’t-tayr’da ise ruhun bir kuş simgesiyle en büyük arzusu olan Simorg’u görme amacıyla nasıl yedi tehlikeli vadiyi aştığı anlatılır. Zerdüşt dinsel öğretilerinde de bu aşamalar, ruhla gerçekleştirilen “seyr u sulûk” Ardavirâf'ın serüveninde dile getirilir.  
Gerçekte İran tasavvufu, İranlıların sınıf ayrımlarından ve birtakım kesimlere ayrıcalık sağlanmasından bıkıp usandıkları Sasanîler döneminin bir hatırası olarak gelmiştir. Sasanîlerin hemen ilk dönemlerinde Manî öğretilerinde; ahlakî üstünlükler, manevi yücelikler, riyazet ve nefis ile kötülüklerle mücadele temeline dayanan birtakım kurallar konulmuştu. Bunlara göre bu yolun daha başlarında bile bulunan kişi belirli birtakım ibadetleri düzenli olarak yaptığında en yüce makamlara yükselebilmekteydi. Bütün bu yolculuğun hedefi gerçeğe, marifete erişmektir.  
Öte yandan Tuslu bilge şair Firdevsî’nin kahramanlık konulu şaheser yapıtı Şahnâme, bir akıl kitabı olarak hayat, övünç kaynağı yücelikler, üstün ahlak, aşk, inanç ve ahlakî öğretilerle dopdoludur. Dünyanın aldatıcı, geçici ve değersiz cilveleri bütün bunlar karşısında değersizdirler ve de asla ilgi de görmezler:
Kalmaz dünya asla hiç bir kimseye,
Mutlu olunmamalı onunla fazla.
Sanat adam olmak ve doğruluk demektir,
Eğrilik alçaltır ve zarar verir.  
Şahnâme’de bu ve benzeri çok sayıda dizeden Firdevsî’nin tam bir mistik şair olduğu anlamı çıkarılır. Eser baştanbaşa bu tür anlatımlarla doludur. Örneğin Zâl hikayesinde Sâm’ın ak saçlı bir çocuğu olur. Oğlunun beyaz saçlı olduğun görünce, çocuğu bu haliyle görenlerin kendisini alaya alacaklarını düşünerek bu çocuğun çok uzaklarda bir yerlerde bir daha bırakılmasını emreder. Emir yerine getirilir. Simorg bu çocuğu bir kayalığın üzerinde aç, susuz ve ağlar bir halde bulur. Yavrularına yem yapmak için yuvasına götürür. Ancak yücelerden ilahi bir ses bu çocuğu korumasını, besleyip büyütmesini, çünkü bunun büyük bir adam olacağını söyler. Simorg çocuğu besler ve büyütür. Delikanlı olduğunda adı sanı her tarafa yayılır. Bir gece babası rüyasında bütün heybetiyle oğlunu görür. Etrafındaki komutanlarıyla babasına sitem etmektedir. Bunun üzerine yola koyulur ve Elburz Dağı’na gider. Orada Sîmorg’u bulur ve oğlunu teslim alır. Simorg ayrılmadan önce Sâm’a tüylerinden bir tane verir ve darda kaldığında onu ateşte yakması durumunda haberdar olup yardımına koşacağını söyler.  Sîmorg, Şahnâme’de sadece ilahî güçlerle donanmış bir yaratık olarak değil, aynı zamanda bütün evrenin sırlarından haberdar olan, zorlukları aşabilen, geleceği gören yeteneklere sahip bir yaratık olarak kabul edilir. Çok iri yapısı, son derece güçlü olması, Elburz Dağı’nda yuvasının bulunması, bilge ve akıllı olması, aynı zamanda evrenin gizliliklerini bilmesi, her hastalığa çare bulması ve her sorunu çözebilecek bilgilere sahip olması Sîmorg’un özelliklerindendir.  
Bir dağ var, adı Elburz Dağı,
Güneşe yakın ve insanlardan uzak.
Sîmorg’un orada yuvası vardı,
O evde yaratıklardan uzaktaydı. 
Bu olay mistik açıdan değerlendirildiğinde iki önemli özellik dikkat çeker. Bunlardan birisi, uyku, diğeri de Simorg’dur. Uyku sufî literatürde bütün problemleri çözebilecek bir anahtar özelliği gösterir. Sufi herhangi bir sıkıntıyla yüz yüze geldiğinde Allah’a duada ve yakarışta bulunduktan sonra gördüğü rüyadan kendisine birtakım çözüm yolları bulmaya çalışır. Rüyada pirin görülmesi “müridini desteklediği ve elinden tuttuğu” şeklinde yorumlanır. Uyku “salikin olgunluğa erişmesi için” çok önemli bir unsurdur. Birçok gerçek tarikat yolcusu, uyku aracılığıyla olgunluğun doruklarına kanat çırpmışlardır. Nâsır-i Hüsrev (ö. 481/1088) ve Senaî de işte böylesine bir tarzda gördükleri gerçek rüyalar sebebiyle dünyadan el etek çekmiş ve hükümdarlar övgü için şiir yazma işine son vermişlerdir. Yukarıda söz konusu edilen hikayede de Simorg, “pir" ve “mürşid-i kamil” olarak Zâl’ı büyütmektedir. Buradaki Simorg tipi, Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ındaki “uyanık gönül”, “faal akıl” ve “ilahi feyz” ile eş görevlidir. Fars tasavvuf edebiyatında “Simorg”un değişik özellikleriyle yansımaları görülür. Fars mitolojik-tasavvufî rivayetlerinde Sîmorg, örneğin Attar’da olduğu gibi “kuşların sultanı” olarak değerlendirilir:   
Yok saltanat tahtı için Sîmorg gibisi.
Yoktur hükümdarlık için eşi, o yeter.
Hükümdarımız o bizim, bunda şüphe yok.
Bir dağın arkasında, adı o dağın Kâf.
Adı onun Sîmorg, kuşların şahı,
O bize yakın, biz ondan uzak mı uzak!
Her zaman tartışmasız padişah o,
İzzetinin olgunluk derinliklerine dalmış o.
Hep bir ağızdan “biz bu makama geldik ki,
Padişah olsun bize Sîmorg” dediler.
Biz hepimiz şaşkınlarıyız bu dergahın,
Gönlünü kaybetmişleri, kararsızları bu yolun. 
 “Sîmorg” ya da “Anka”, halk arasında “Zümrüdüanka” adlarıyla anılan efsanevî, tanrısal güç özellikleri de taşıyan, “Morğ-i Ahurayî: Ahura Mazda’nın kuşu” adıyla da bilinen, Şahnâme’de efsanevî bir yaratık olarak kabul edilen, Elburz Dağı’nda yaşayan bir kuştur. Eski İranlıların, Avesta’dan da kaynaklanan inanışlarına göre Sîmorg’un tüylerinden ya da kemiklerinden bir parçayı beraberinde bulunduranlar hiç kimseden zarar görmezler. Sıkıntıyla yüz yüze geldikleri an, tüyünü ateşte yaktıklarında, o gelir ve onları sıkıntıdan kurtarır. Sîmorg’un dalına konduğu ağaç ilaç etkisi gösterir.  Gıdasının ateş olduğu, seher yelinin onun nefesi olduğu, yaşadığı yerin de, Kâf Dağı olduğuna inanılır. Fars edebiyatında Sîmorg ile ilgili birçok efsane vardır. Sîmorg, ünlü İranlı kahraman Rüstem’in babası Zâl’ı yaşadığı dağda buldu, onu besledi ve büyüttü. Zâl, Sîmorg’dan ayrılacağı zaman bir tüyünü kendisine vererek ihtiyacı anında onu ateşe attığında haberin kendisine ulaşacağını ve yardımına yetişeceğini söyledi. Rüstem’in doğumu yaklaşıp da, Rudâbe büyük sıkıntılarla yüz yüze geldiğinde Sîmorg’un dediğini yaptı ve onun yardımlarıyla Rudâbe’nin karnını yararak Rüstem’i dünyaya getirdiler. Sîmorg, sadece Zâl’a değil Rüstem’e de yardımlarda bulunmuş; Rüstem, İsfendiyâr ile savaşında ağır yaralanınca yine ondan yardım istenmiş, o gelerek Rüstem ile atı Rahş’ı iyileştirmiştir.  
Fars tasavvuf edebiyatında Sîmorg; efsanevî, nerede olduğu bilinmeyen bir yaratıktır. Mecazî anlamda da çoğu zaman gözlerden uzak “insân-i kâmil”, “veliler” ve “pir”i simgeler. Attâr’ın, Mantıku’t-tayr’ında Sîmorg, görüntüsü olmayan, hakkı simgeleyen metafizik bir varlıktır. Aynı zamanda kendisini görmeği arzulayanlar (Sîmorg) dışında bir şey değildir o.  Fars şairleri, dizelerinde Sîmorg ile ilgili son derece ince hayaller, derin tasvirler, ilginç ve derin anlam yüklü mazmûnlar kullanırlar: “Sîmorg-i âteşîn şehper: güneş”, “Sîmorg-i dil: kamil insanın iç dünyası”, “Sîmorg-i rûh: tanrısal ruh”, “Sîmorg-i zerrîn bâl/per: güneş”, “Sîmorg şoden: bulunmaz olmak, kaybolmak”, “Sîmorg-i subh: sabah aydınlığı”, “Sîmorg-i gerdûn âşiyân: güneş”, “Sîmorg-i meşrik: güneş”… 
İslâm kültüründe Sîmorg’un hemen bütün özellikleri ve yetenekleri dört büyük melekten biri olan Cebrail’e verilmiş ya da onun bütün özellikleri Cebrail’de toplanmıştır. Zihinlerde canlandırılan dış görünüşleri, maddî boyutlarıyla Cebrail ile Sîmorg; büyüklükleri, heybetli oluşları, kanatlarının görkemliliği ve güzelliği açısından Şahnâme, Gerşâspnâme ve Sâmnâme’de ortak özelliklere sahiptirler. Nuzhetnâme-yi Alâî’de Sîmorg, diğer kuşlar arasında sayılsa da, büyüklüğü ve olağanüstü gücüne vurguda bulunulmakta, bu büyüklüğü ve gücünden dolayı kuşların hükümdarı olarak kabul edilerek birçok özelliğiyle Cebrail’e benzetilmektedir. Cebrail’in de, Kur’ân’da “kanatlı”  olarak nitelendirilmesi bu benzerliği daha da artırmaktadır. Kanatlarının büyüklüğü ve görkemli oluşu, birçok dinî eserde belirtilmiş, Peygamber’in, onu mirâc gecesinde asıl yaratıldığı şekliyle gördüğü söylenmiştir. Zâl ile Sîmorg hikayesinde; Sîmorg’un, gizli bir güçten beslenmesi ve Şahnâme’de peygamber benzeri özellikler verilen Zâl’a aracılık yapması, Cebrail’in bir vahiy meleği olarak Allah ile Peygamber arasındaki elçiliğine benzetilir. Cebrail’in, Allah’ın emriyle peygamberleri koruması, yerkürede özellikle Allah’ın mesaj elçileri peygamberler ile ilgili olarak gerçekleşen birtakım olaylara fizik ötesi özellikleriyle gerekli anlarda müdahalelerde bulunması, Sîmorg’un, Zal ile olan ilişkilerini çağrıştırmaktadır.  
İbn Sinâ’nın (ö. 428/1037) Risâletu’t-tayr’ında, makamı dağların ardında bulunan, yolu sarp kayalıklarla kuşatılmış, tehlikeli yerlerden geçen çok çetin bir yolculuğa çıkan kuşların ulaşmak istedikleri reislerinin, Sîmorg olduğu ifade edilir. Gazzalî’nin (ö. 505/1111) Risâletu’t-tayr’ında söz konusu kuşun Anka, Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ında bu kuşların hükümdarının Sîmorg olduğu, makamının Kâf Dağı ya da Elburz Dağı’nda bulunduğu söylenir. Sohreverdî’nin (ö. 632/1234) Akl-i Sorh’unda ise, bu kuşun yuvasının Tuba ağacında olduğu, Tuba ağacının da, Kâf Dağı’nda bulunduğu ifade edilir. Mitolojik Sîmorg bir bakıma İslâmî renkleriyle metafizik niteliklerini Feridüddîn-i Attâr ve Sohreverdî’nin eserlerinde bulur.  Sohreverdî’nin söz konusu eserinde; Sîmorg’un, bütün mitolojik geçmişi yer almakta ve İslâm kültürünün çok renkli penceresinden bakılarak eski İran hikayeleri yorumlanmaktadır.  
Mevlanâ’nın şiirlerinde Simorg, Fars tasavvuf edebiyatındaki özellikleriyle bilinen yine aynı mitolojik kuştur.  
Mistik kahramanlık anlatılarında kahramanların en önemli özellikleri; gerçeği arayan, olgunluğa erişmeği arzulayan, ruhları keskin düşünce ve ibadet silahıyla donanmış tipler olmalarıdır. Bunların mücadele alanları ruh ve gönül dünyaları, savaşları ise azgın, doyum bilmeyen nefsi-i emare, yol kesen şeytanlar, Sadî-yi Şirazî’nin (ö. 691/1291) ifadesiyle:“insanın ten şehrinde yerleşik hayat kurmuş, damarlarında kan gibi, bedenindeki can gibi dolaşan hırs, kıskançlık, kin ve şehvet gibi kötü ve yerilen şeylerdir.”  Ulusal kahramanlık anlatılarında ana temalardan olan İran, Yunan, Rum ve Hint gibi vatanlar, mistik kahramanlık anlatılarında insanın sonsuz olarak kalacağı alem olarak yerini bulur. Yine Mevlanâ’ya göre Ademoğulları gerçeklik kamışlığından geçici bir süre için koparılarak ayrılmışlardır. İster istemez bir gün yine oraya döneceklerdir:
Aslından uzak kalan her kes,
Arar durur kavuşacağı zamanı. 
İran ulusal kahramanlık anlatılarında sembolik anlamları olan ve hemen hemen birçok efsanede yer alan birtakım öne çıkmış simgeler İslâm sonrası inançlarla da uyum göstererek mistik kahramanlık hikayelerinde de benzeri özellikleriyle yer almışlardır. Bunların en önemlileri; eski dünyada İranlılar tarafından Feridûn ve Keyhüsrev gibi ideal ve adaletleriyle ünlü hükümdarlarda bulunduğuna inanılan, onların hükümdarlıklarını ele geçirebilmeleri ve sürdürebilmeleri ve icraatlarını yürütebilmeleri için kalplerine ve iç dünyalarına doğmuş bir ışık gibi olduğu düşünülen, mitolojik çağlarda saltanatın temel faktörleri arasında sayılan Ferr-i Îzedî: tanrısal güç, mistik kahramanlık anlatılarında peygamberler, dini bütün kişilikler ve iyi insanlar için ilahi bir vergi, kutsal ruhun desteği, ilahi destek şekline dönüşmüştür. Bir diğeri mitolojik kahramanlık anlatılarında Zâl ve Rüstem gibi ulusal kahramanları darda kaldıklarında kurtaran, tek bir tüyünün bile yaratıcı ve tedavi edici özellikler taşıyan efsanevî kuş Simorg’dur. Simorg, Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ı vb tasavvufî metinlerde ise, simgesel bir yaratık olarak “insân-ı kâmil: ergin insan” ya da Allah’ın zatını temsil eder. Şahnâme’de Rüstem ile İsfendiyar’ın tehlikelerle dolu Heft Hân’ları, daha sonraları Attâr’ın eserlerinde mistik anlatımlarda Heft Şehr/Heft Vadî-yi Şehr-i Işk: aşkın yedi şehri/vadisi’ne dönüşmüştür. Onun kuşlar risalesindeki hak yolunun saliklerini simgeleyen kuşlar gerçeklik Kâf’ındaki Simorg’a ulaşmak için bu yedi aşamayı kat etmek zorundadırlar.  
Bu tür metinlerde sembolik bir dilin kullanılması ya da mistik anlatımlarda kullanılan her biri özel anlam yüklü kelimeler ve teknik terimler, bunlar arasında özellikle de eski İran mitolojik kahramanlık anlatılarından alınmış olup sufi şair ve yazarlar tarafından kullanılanlar kahramanlık anlatılarıyla mistik anlatılar arasında çok sıkı ve çok yakın bir kavramsal bağın olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Örneğin Senaî-yi Gaznevî, Beyaz Dev serüveninde salikin nefs-i emmâresini alt etmesini görmekte ve olaya telmihte bulunmakta olan ilk şairlerden biridir: 
Teninde senin tanrılık iddiasında henüz yüz firavun,
Musa gibi henüz Sen denize asa vurma sevdasındasın.
Aldığında ten ülkende beyaz dev vilayetler,
Yolun Rüstem’i sensin ona Rüstem darbesi indirirsen.  
Fars edebiyatının iki temel akımı; hamâse ve tasavvuf üzerinde yapılacak araştırmalar, bu iki konunun Fars kültürünün egemen ruhu, Fars edebiyatı ağacının en güçlü dalları olabilmeği başarmışlarsa, bunun en önemli desteği arkalarındaki güçlü düşünce birikimidir. Baştanbaşa bütün Fars edebiyatında hiçbir akım hamâse ve ondan sonra da tasavvuf kadar güçlü bir şekilde edebiyatı etkilememiştir. Fars edebiyatının en önemli ve en güçlü konuları en üst düzey örnekleriyle ya Hamâse ve bağlı konular ya da tasavvuf ile ilgilidir. Bu iki tür de Fars edebiyatının zengin ve kökleri çok eskilere dayanan kültürel mirasına dayanmaktadır. Örneğin Şahnâme, bizzat yazarının ifadeleriyle eski Hudâynâmeler ve İslâm sonrası dönemlerde kaleme alınmış mensûr Hudâynâmeleri kaynak almaktadır. Aynı şekilde Fars tasavvuf edebiyatının şaheser yapıtları da II./VIII. yüzyıldan itibaren kaleme alınmış risaleler ve kitaplara dayanmakta, gelişmeleri ve olgunluk devrelerine ise bu alanın sanatkarları Senaî, Attâr ve Mevlanâ ile daha sonraki dönem şairlerinin yetenekli elleriyle erişmektedirler. Tasavvufun şiirsel atağı en belirgin şekliyle şüphesiz IV./X. yüzyıl sonlarıyla V./XI. yüzyılın ilk devirlerinde Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr tarafından Fars edebiyatındaki yerini almaya başlamıştır. Daha sonraları Fars tasavvuf şiirinin babası olarak kabul edilen Senaî tarafından V./XI. yüzyıl ve sonraki tarihlerde doruklara yüceltilmiştir. Ancak bundan yaklaşık bir yüzyıl öncesinde hem Arap ve hem de Fars kültürel hayatında Müstemlî-yi Buharî’nin (ö. 434/1043) Şerh-i Taarruf ve diğer birtakım eserleri göz önünde bulundurulursa, sufîlerin mensûr eserlerinin şiir türü eserlerden önce edebî eserler içerisinde yer aldığını ve belli bir okuyucu kitlesine ulaştığı, tasavvuf eksenli hareketler için geniş ve güçlü temeller oluşturduğu ve gereken ortamı hazırladığı gözlemlenmektedir. Belki de Fars tasavvuf şiirinin bu kadar güçlü ve etkili olmasının doğal kökenleri ve gerekçeleri arasında söz konusu ilk dönem mutasavvıflarının mensûr eserleri yer almaktadır.  

Manzum ve mensur olmak üzere iki ayrı türde incelenen Fars tasavvuf edebiyatı, genel Fars edebiyatı içerisinde önemli bir yere sahiptir. Bu konuda kaleme alınmış eserler klasik Farsça'nın en güzel örnekleri arasında yer almaktadır. Fars edebiyatı bir bakıma edebî değeri yüksek, didaktik seçkin eserlerini önemli ölçüde tasavvufa ve bu dalda değişik dönemlerde yazılmış eserlere borçludur. Fars nesir tarihinde günümüze kadar gelmiş olan ilk tasavvuf konulu çalışma, Müstemlî-yi Buharî'nin (ö. 434/1042) Şerh-i Ta‘arruf adlı eseridir. Hücvirî’nin (ö. 465/1072) Keşfü’l-mahcûb, Necmuddîn-i Razî’nin (ö. 654/1256) Mirsâdu’l-‘ibâd, İzzuddîn Mahmûd-i Kaşanî’nin (ö. 735/1334) Misbâhu’l-hidâye ve Miftâhu’l-kifâye adlı kitapları bu dalda daha sonraki dönemlerde yazılan kaynak eserler arasında yer almaktadır. Kendilerinden sonra kaleme alınan eserler üzerinde ileri boyutlarda etkili olmuş Abdullâh-i Ensarî’nin (ö. 481/1088) Resâ’il, Gazzalî’nin (ö. 505/1111) Kîmyâ-yi Saâdet ve Şeyh Ahmed-i Câm’ın (ö. 536/1141) bazı eserleri tasavvuf konusunda özgün ve önemli çalışmalardır.  

Bu eserler dışında mürşitlerin dostları, arkadaşları, diğer dallardaki bilim adamları, büyük şahsiyetler veya müritleriyle; müritlerin birtakım şahsiyetler ve mürşitleriyle görüşmeleri ve yazışmaları da tasavvuf alanında eğitim ve öğretim faaliyetleri içerisinde materyal olarak yer almıştır. Bu tür eserler arasında da Mekâtîb-i Gazzalî, Mekâtîb-i Aynu'l-kuzât, Mekâtîb-i Şeyh Ahmed-i Gazzalî, Mekâtîb-i Senaî, Mekâtîb-i Abdullâh-i Kutb gibi kitaplar tasavvuf öğretisi konusundaki içerikleri yanında nesri de şiir gibi hayallerle süsleyen özellikler taşımaktadırlar.  

Tasavvufun temel konuları, müridlerin uyması gereken kurallar, sufîlerin, tarikatın çeşitli makamlarında kat etmiş oldukları aşamalar ve değişik halleri hakkında Farsça olarak bizzat sufîler tarafından kaleme alınmış kitaplar, Fars edebiyatının şaheser yapıtları arasında yer almaktadır. Mutasavvıfların halkın arasına girmeleri, onların yüz yüze bulundukları toplumsal problemleri birlikte yaşamaları, irşad ve eğitim toplantılarıyla zikir meclislerinde ve eserlerinde de halkın dilini kullanmalarına, onların anlayabileceği türden pasajlar aktarmalarına neden olmuştur. Mistik bir atmosferde hazırlanmış olmaları nedeniyle özel bir etki gücü taşıyan bu eserlerin önemli özelliklerinden biri de, yazarlarının yaşamış oldukları dönemlere ait sosyal ve siyasî önemli konuları, halkın yaşam tarzı, düşünce dünyaları, gelenekleri gibi konularda da birtakım ayrıntıları yansıtmalarıdır.  

Fars edebiyatında tasavvuf konulu eserlerin kaleme alınması IV./X. yüzyıl ortalarında başlamış, V./XI. yüzyıldan itibaren oldukça yaygın bir şekilde, gittikçe artan bir hızla devam etmiştir. Bu türde eser veren yazarlar, tasavvuf şeyhleri ve müridler, bu dala özgü birtakım teknik terimler geliştirmiş, özel sözcükler kullanarak bir kavramlar sistemi oluşturmuşlardır.  

Mutasavvıflar, Fars nesrine ve şiirine yeni ve özel bir renk vermiş, kasideyi yüce duygular ifade eden şiirlerin zirvesine çakırmış, gazeli mecazî aşktan ilahi aşka yöneltmiş, mesnevîyi tasavvuf ve ahlak dallarında bir araç haline getirmişlerdir. Rubaileri ile de sufîler kendi iç dünyalarındaki atmosferi dizeleriyle dışa yansıtmışlardır.
KAYNAKÇA
Cebelî, Nâsır, “Perendegân-i Efsâneî Der Mutûn-i Pârsî, Nâmvâre-yi Doktor Mahmûd-i Efşâr, IX (Tahran 1377 hş.), s. 5845. 
Curtis, Vesta Sarkhosh, Ustûrehâ-yi Îrânî (çev. Abbâs-i Muhbir), Tahran 1373 hş.
Firdevsî, Ebu’l-Kâsım, Şâhnâme (yay. Mohl, Julius), Tahran 1377 hş.
Keymeniş Abbâs, “Peyvend-i Hamâse Bâ İrfân”, Nemîrem Ez În Pes, s. 867. 
Mâhyâr, Abbâs, Merce‘şinâsî-yi Edebî ve Reviş-i Tahkîk, Tahran 1374 hş.
Mazenderânî, Huseyn Şehîdî, Ferheng-i Şâhnâme/Nâm-i Kesân ve Câyhâ, Tahran 1377 hş.
Mevlevî, Celaluddîn, Mesnevî-yi Manevî, Tahran 1384 hş.
Mohabbetî, Mehdî, Sîmorğ Der Costucû-yi Kâf, Tahran 1379 hş.
Neyyir Nurî, Abdulhamîd, Sehm-i Erzişmend-i Îrân, Tahran 1377 hş., II, 472.
Nihâdînehâ-yi Esâtîrî Der Şâhnâme-yi Firdevsî, Tahran 1379 hş., s. 292-312; 
Oşiderî, Cihangîr, Dânişnâme-yi Mezdiyesnâ, Tahran 1371 hş.
Pûrnamdariyân, Takî, Dîdâr Bâ Sîmorğ, Tahran 1382 hş.
Rezmcû, Huseyn, Kalemrov-i Edebiyyât-i Hamâsî-yi Îrân, Tahran 1381 hş. 
Safâ, Zebihullâh, Gencîne-yi Sohen, Tahran 1370 hş. I-VI.
Senâî-yi Gaznevî, Dîvân (yay. Pervîz-i Bâbâyî) Tahran 1375 hş.
Vahîdî, Huseyn, “Sîmorğ, Morğ-i Fermânrevâ”, Hestî, I/3 (Tahran 1372 hş.), s. 96-97.
Yahakkî, Muhammed Cafer, Ferheng-i Esâtîr ve İşârât-i Dâstânî der Ede-biyyât-i Fârsî, Tahran 1375 hş.
Yıldırım, Nimet, Ardavirâfnâme, İstanbul 2011, s. 88-95.
 

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.