Şems ve Mevlana

Akademik


Şems ve Mevlana

Prof.Dr. Nimet Yıldırım

Şems-i Tebrizî, Mevlana’yı, onunla buluşmasını ve bu buluşmanın kendisinde ortaya çıkardığı derin değişimi şu dizelerle dillendiriyor:
Güzel söylerim, tatlı söylerim
İçim ışıl ışıl, aydınlık benim

Durgun bir suydum, kaynardım kendi kendime
Döner dururdum etrafımda, kokardım bile

Birden Mevlana’nın varlığı şimşek gibi çaktı canıma
Çay oldum, ırmak oldum başladım akmaya

Akıyorum tatlı tatlı şimdi 
Mutlu, kutlu ve pırıl pırılım şimdi  

Mevlana, Şems’i gönlünden kopup gelen ne denli derin arzu ve isteklerle aradığını, onu kavuşunca neler yaşadığını, onun erdemi ve üstün özelliklerini şu şekilde dizelerine aktarıyor:
Koştum durdum bütün şehirlerde, baştanbaşa gezdim ben
Görmedim kimseyi senin inceliğinde, güzelliğinde ben

Kurtuldum ayrılıktan, gariplikten döndüm
Bir kez daha bu devlete eriştim ben

Uzaklaşınca güzel yüzünün bahçesinden
Ne bir gül gördüm, ne bir meyve derdim ben

Ne söylerim: “Ölmüştüm sensizlikte kuşkusuz ben
Tanrı yeniden yarattı, can verdi, dirildim ben”

Öpeyim bırak ellerini, ayaklarını senin
Ver bayramlığımı, bayramımdayım bugün ben

Sana ey Mısırlı Yusuf, bir armağan
Böyle ışıltılı bir ayna aldım getirdim ben  
Şems 642/1244 yılında Konya’ya geldi. Gelişinden on altı ay sonra 643/1245 yılında Konya’dan ayrıldı. Daha sonra ikinci kez 644/1246 yılında Konya’ya bir kez daha geldi. Ardından 645/645 yılında bir daha dönmemek üzere Konya’yı terk etti ve artık gözlere görünmez oldu. Bu gidişiyle Mevlana’yı derin üzüntülere saldı.  
Bu gizemli ulu kişi, Mevlana tarafından “en ulu hükümdar”, sırların en ulu sahibi”, canın en ulu sultanı”, “ışık kaynağı”, “canın canının canı”, “dokuz feleğin kandili”, “rahmet denizi”, “evrenin kıvancı”, “lütuf güneşi”… gibi nitelemelerle anar.  
Vuslat Huması’sın sen a gönül uç! Neden uçmazsın sen?
Kimse tanımaz seni ne insan ne peri kimsin sen?

Bir an topraklara karışırsın vefandan, bir an
Arş’ı, Ferş’i, iki evreni aşar gidersin sen

Yıldızlar gibi bütün akıllar, bilgiler
Evrenin güneşi sensin, perdeleri parçalar gidersin sen  
Sultan Veled, İbtidânâme’sine “Musa ile Hızır” hikayesiyle başlar: Musa, halk kitlelerine kutsal mesajı iletmek, onları doğru yola eriştirmek için gönderilmiş büyük bir peygamberdir. Açıktan açığa Tanrı’nın kutsal mesajlarını insanlara ulaştırmak için çabalar durur. Ancak Hızır bir “ulu pir” ve bir “ergin mürşid” olarak evrenin her köşesini, her bucağını gezer, dolaşır; gördüğü insanlardan çok azına kendisini tanıtır. Onu görenlerden hiç biri tanımaz. Musa, peygamberlik nitelikleri ve donanımıyla donanmıştır ancak perdenin arkasında olup bitenleri asla bilmez. Musa bir öğretmene ve bir yol göstericiye ihtiyaç duyar, sonunda da Hızır’ın eteğinden yapışır.  
Sultan Veled devamla şöyle der: “Mevlana ile Şems’in ilişkisi, Musa ile Hızır’ın ilişkisinin aynıdır.” Mevlana bütün erdemi, erginliği, ululuğu, büyüklüğü ve kerametleriyle; sahip olduğu ışık ve gizemle hak dostlarının sohbetine erişmek istiyordu. Aradı, aradı ve sonunda da en ergin, en ulu olanı Şems’i buldu.  
Şems’in Konya’ya gelişi, ardından Mevlana ile karşılaşması, bu şehrin sakin ve sessiz atmosferini birden bire alabildiğine hareketlendirdi. Özellikle Mevlana, ailesi ve yakın çevresinde bir tufan kopardı. Mevlana şehrin müftüsü Sultanu’l-ulemâ’nın oğluydu. Onun çok sayıda öğrencisi vardı, din adamı elbisesi giyiyor, Konya ve çevresinde sonsuz bir itibar ve saygınlık görüyordu. Bütün bunlara karşın bu adsız sansız dervişe öylesine bağlandı ki kendinden geçti, ne yaptığın farkına varmaz hallere girdi.  
Şems’in Mevlana üzerindeki etkisi öyle ileri boyutlara vardı ki; kısa sürede disiplinli, kararlı bir fakihten heyecan dolup taşan, kendinden geçmiş bir aşık yarattı. Bu gizemli, adsız sansız pir, sultanu’l-ulemâ’nın oğlunu, dersten, bilimsel çalışmalardan, tartışmalardan kenara çekti; bütün bunlardan soğuttu, ders vermeği, minberi, vaazı bir kenara bıraktırdı; onu raks, sema meclislerine çekti.
Elimde hep Mushaf vardı
Aşık olunca çalpara aldım

Ağzımda hep teşbih vardı
Şimdi şiir, dobeyti ve şarkı  
Böyle sürüp giderken Sultanu’l-ulemâ’nın müritleri şiddetli bir başkaldırı başlattılar; şehrin hem ileri gelenleri ve hem de halk kesimleri ayağa kalktılar. Kısa sürede bu karşı hareket alevlendi, uygunsuz olaylar, düşmanlıklar başını alıp gitti. Ardından açıktan açığa inatlaşmalar, seviyesiz mutaassıp çevrelerin Şems ile mücadeleleri her geçen gün yaygınlaştı. Şems, çevresindeki alanın gittikçe daraldığını görünce kimselere haber vermeden ansızın, gizliden Konya’yı terk etti ve Mevlana’yı ateşlere saldı. Bir zaman Şems’ten haber alınamadı. Nerelerdeydi? Neler yapıyordu? Bütün bunlar hep sır olarak kaldı. Derken bir gün Şems’ten bir mektup geldi. Mektubunda Şam yöresinde olduğunu bildiriyordu. Şems’in mektubuyla Mevlana’nın ürküp kaçmış olan gönlü yeniden yuvasına döndü; sıkışmış yüreği ferahladı, içindeki heyecan yeniden coşmaya, içine sığmamaya başladı. Oğlu Sultan Veled’i onu getirmesi için Dımaşk’a gönderdi.  
Şems’in gitmesinden sonra Mevlana’yı iyiden iyiye kaplayan gönül dağınıklığı, perişanlık, derin üzüntü, uzlet, kendisine işkence gibi gelen sessizlik kendisine yakından bağlı, kendisine gönül vermiş, onu gönüllerinin sığınağı yapmış müritlerini son derece rahatsız etti ve yaptıklarına pişman etti. Durmadan özür dilemeğe ve tövbeler etmeğe başladılar. Aynı zamanda mürşitleri Mevlana’ya eğer Şems bir ez daha dönüp Konya’ya gelecek olursa, artık bundan sonra kendisine an küçük bir saygısızlık yapmayacaklarına, ona hep en güzel şekilde hizmette bulunacaklarına, bir daha itiraz etmeyeceklerine dair sıkı sıkıya söz verdiler. Mevlana, yazıp oğluna verdiği mektubunda bu konuyu da vurgulamaktadır.  
Sultan Veled gidip Şemsi buldu, Mevlana’nın mektubunu da kendisine iletti. Şems, kendisine karşı gelen Mevlana’nın çevresindekilerin özürlerini kabul etti ve ardından da Konya’ya döndü. Mevlana’nın meclisleri yeniden eski heyecan, canlılık ve neşesine kavuştu. Veled bu gelişmeleri şöyle aktarır: “Şems özlü sözlerini söylüyor, sema meclisi kuruluyor; müritler Şems’i iftiharla misafir edip ziyafetler veriyorlar; herkes kendi gücü ve varlığı oranında hediyeler getirip ayaklarına dökerek sunuyorlardı. Bu gelişmeler yavaş yavaş Mevlana’nın iç dünyasındaki karamsarlıkları ortadan kaldırıyor, artık müritlerinin Şems’in gerçek değerini anlayacaklarını, böylece Şems’in sonuna kadar Konya’da kalacağı umutları filizleniyordu.  
Bu umut ışıkları şiirlerinden şöyle yansıyordu:
Güneşim, ayım geldi; kulağım gözüm geldi
O gümüş tenlim geldi, o altın ocağım geldi

O vurguncum geldi, gözümün nuru geldi
Başka bir şey istersen, başka bir şeyim geldi

Neden korkayım ölümden; hayat pınarım geldi
Neden korkayım kınanmadan, benim siperim geldi

Bugün Süleyman’ım ben, yüzük verdin bana sen
O krallar tacı bak başımın üzerine geldi

Şarap içme zamanı şimdi, şimşekler çaksın aklım
Uçma zamanı şimdi, artık kolum kanadım geldi  
Şems’in geri dönüşünden sonra sakinleşen ve artık sessiz kalan çevrelerin bu sessizlikleri ve pişmanlık duymaları fazla uzun sürmedi. Başkaldırılar yeniden başlayınca, itirazlar yine yükselince bu kez Şems hiç kimseye haber vermeden başını alıp Konya’dan çıktı ve sırlara kadem bastı. Artık bir daha kendisinden haber alınamaz oldu.  
Mevlana’nın üzüntüsü, perişanlığı bu kez sınırları aşıp kendisini son derece rahatsız etmeğe başladı. Birinci gidişinde onun ayrılık derdi Mevlana’yı sessizliğe, bir köşeye çekilmeye itmişti; nitekim semaı, raksı, şiiri, ve gazel söylemeyi terk etmiş, herkese kapısını kapamıştı. Ancak ikinci gidişinde Mevlana eski hallerinin tersini yaşamaktaydı. Bu kez bahar mevsimindeki bahar selleri gibi kükrüyor feryad ediyordu. Şems’in yine Dımaşk tarafına gittiğini düşünen Mevlana bu sefer bizzat kendisi kalkıp Şam’a gitti. Ancak bütün aramalarına rağmen Şems’in izine bile rastlayamadı.  Gittiği her yerde Şems’i arıyor, gördüğü herkese Şems’i soruyordu.   Mevlana’nın bu günlerde söylediği gazeller yüreğine yerleşen, canında dolaşıp duran dert tufanları, aşırı tutkunluk ve gariplikleri dillendirmektedir: 
A seher yeli Şemseddin’den bir haber getir
Hoten amberini, miskini Çin’den Konstantine’e getir

Söyle onun tatlı dudaklarından varsa bir selam
Aşk dolu gönlünden onun varsa bir mesaj getir

Kokusuyla sarhoşuz Şemseddin’in, şarap yudumluyoruz
Kadehiyle biz sarhoşuz, saki şarap getirme!

Baş neymiş ki feda edeyim ayağına Şemseddin’in
Adını söyle canımı saçayım ayaklarına Şemseddin’in  
Yavaş yavaş şems ile ilgili kötü haberler Mevlana’nın kulağına geliyordu. Onun bu büyük aşkının, o anlamlar evreninin, o hakkın sırlarının tercümanının artık toprağın altında olduğu söyleniyordu. Mevlana bu haberlere asla inanmıyor, inanmak da istemiyor, şaşkın şaşkın deliler gibi feryad ediyordu:
Kim dedi: “O ölümsüz can öldü?”
Kim dedi: “O umut güneşi öldü?”

O güneş düşmanı çıkmış da dama
Kapattı gözlerini ve dedi: “Güneş öldü?!”
Şems’in öldüğüne inanmıyordu, ancak yaşadığına dair de herhangi bir umudu kalmamıştı. İç dünyasında canlandırdığı duygu ve düşüncelerinin etkisiyle bir yaprak gibi titriyor, binlerce üzüntü dolu hayallerle kıvranıyordu :
Aramızda ışık saçıyordu kandil gibi
Nereye gitti bizsiz? Nereye gitti?

Titriyor gönlüm yaprak gibi her gün
O sevgili tek başına gece yarısı nereye gitti?

Git; bahçeye, bahçıvanlara sor:
O bakmaya kıymadığım gül nereye gitti?

Git, çık dama bekçilere sor:
O eşsiz sultanımız nereye gitti?

Dolaşıp duruyorum çöllerde;
O ceylan bu çölde nereye gitti?  
Şems ile ilgili gelen haberler netleştikçe, Mevlana’nın onu bir daha görme umudu birden bire ortadan kalkınca yüreği dert dolu Şems için ağıt yakar, gönülden gelen ağlamalar, sızlamalar dizelerine akar durur. Sultan Veled’in: “Mevlana Şems’i kendinde gördü” sözü: “Şems’in manasını, ruhunu ve gerçeğini kendinde gördü” anlamındadır. Artık şimdi onun sözü Şems’in sözüydü; düşüncesi Şems’in düşüncesiydi. Ona şiir söylemesini salık veren de Şems idi. Onu feryat etmeğe, kükremeğe sürükleyen de Şems idi :
A canıma taht kurmuş! Şiir söylememi salık veren
Sabretsem de susuversem, buyruğunu tutmam diye korkarım

Tebrizlilerin kıvancı, Hakk’ın ve dinin güneşi söyle:
Belki de senin sesin benim bütün bu sözlerim  

Divân-i Şems’ten iki gazel:
A GÖNÜL!
A gönül otur gönülden haberlilerin yanına
Yürü taptaze çiçeklerle dolu ağacın altına

Bu aktarlar çarşısında gezme boşa gezer gibi
Öyle biriyle otur ki şeker olsun dükkanında

Terazin yoksa çok geçmez, keser yolunu herkes
Sahte parayı süsler de, altın der yutturur sana

Geliyorum, az bekle der, kapıya oturtur seni
İki kapılıdır o ev, boşa oturma kapıda

Tas getirip oturma her kaynayan kazan başına
Başka bir şey vardır çünkü kaynayan her bir kazanda

Her kamışta şeker olmaz her altın bir üstü olmaz
Bakış bulunmaz her gözde, inci olmaz her deryada

İnle ey şakıyan bülbül, çünkü sarhoşlar inlerse
İşler, işler derinden taşlara da, kayalara da

Sığmazsan bırak başını; bak iğne gözüne
Başı vardır da ondandır eğer iplik sığmıyorsa

Uykusuz gönül bir lamba, koru eteğinle onu
Bu yelden, bu havadan geç, fitne var bu havada

Yelden geçip gittiğinde yerleşirsin bir pınara
Yoldaş olursun gönlünde pınar çağlayan bir dosta

Pınar çağlarsa gönlünde yeşil ağaca benzersin
Taze meyveli bir ağaç, gönül içre yolculukta  
BEN
Bir ağaç, bir ateş gördüm; bir ses geldi: “Ben canânım”
Beni çağırıyor o ateş, yoksa İmran’ın Mûsâ’sı mıyım?

Sıkıntıyla girdim çöle, tattım bıldırcın ve helva
Musa gibi bu çölde kırk yıldır gezip durmadayım

Gemiden, denizden söz etme, gel de ilginçliklere gör
Ki ben bunca yıl gemiyle karada yol almadayım

Gel ey can, sensin Musa, şu bedense senin asan
Asâyım alırsan eline, atarsan ben ejderhayım

Sen İsâ’sın, ben kuşunum; çamurdan bir kuş yaptın
Üflersen bir nefes bana bak nasıl yücelerde uçarım!

Ben mescidin direğiyim; Peygamber’in yaslandığı
Başka yere yaslanınca hicran derdiyle ağlarım

Ey sahipler sahibi, ey suretsiz heykeltıraş
Bana ne resim çizdiğin sen bilirsin ben nadanım

Bazen taşım, bazen demir, bazen ateşim büsbütün
Bazen taşsız bir terazi, bazen terazi taşıyım

Bazen otlarım burada, bazen de otlarlar benden
Bazen kurdum, bazen koyun, bazen de ben bir çobanım

Bir şaşılır görüntü bu; hiç görüntü hep kalır mı?
Ne buna benzer, ne şuna; o bilir işte o aslım  

KAYNAKÇA
Mevlana, Celâluddîn Muhammed-i Belhî, Dîvân-i Şems, Tahran 1396 hş.
Muvahhid, Muhammed Ali, Makâlât-i Şems-i Tebrizî, Tahran 1392 hş.

Yorum

Ruhsar A. (doğrulanmamış) Per, 15 Haziran 2023 - 20:14

Hocam doyumsuz dizeler. Ancak merakımı bağışlayın bu aynı cinse duyulan tutku mu. Divanı da okudum ama bir uzman görüşü değerlidir.
Saygılar

Yeni yorum ekle

Düz metin

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.